Erdem AKÇA
İlim, Nefs ve Ene-9
Soru: Üstad Bediüzzaman hem medrese kökenli ve mücâz bir müderris, hem 12 tarikattan icazetli bir halife-i küllî olarak “asfiya” makamında bir İslam hizmetkârı ve Kur’anın ebedî mücevher hakikatleri dükkanının tezgahtarı olarak nefs tezkiyesi ve kalb tasfiyesi, enaniyet terbiyesi ve ruh tenevvürünü kendi hayatında nasıl sergileyerek modern asrın dünyevi insanlarına bir üstad-ı müdakkik ve mürşid-i kâmil olmuştur? Bir şahsın kendini anlatması çok muteber ve tarafsız olmayacağından kendi hayatını yakından gözlemleyen bir kişinin müşahedâtı daha tarafsız ve bilimsel olacaktır. Bu çerçevede Bediüzzaman’ın yakın talebelerinin onun hayatına dair müşahedelerini anlatan detaylı bir beyanı bulunmakta mıdır?
Cevap: Evet. Üstad Bediüzzaman’ın medrese eğitimi almış talebeleri olduğu gibi, sırf tekke terbiyesi görmüş, hem medrese kökenli hem tekke terbiyesi de almış yakın talebeleri bulunmaktadır. Zülcenahayn talebelerinden ve sır katibi olan Mehmed Feyzi Efendi uzun bir yazı kaleme alarak Üstad’ının hayatına, ahlakına, âdâbına, nefs ve enaniyetine karşı mücâhedâtına dair detaylı bilgiler sunmakta, modern asrın bir mürşid-i kâmili ve üstad-ı müdakkiki oluşunun sırlarını şöyle açar:
“Üstadımızın tercüme-i halini merak edenlere deriz ki:
Kur'ân-ı Hakim, otuz üç âyâtının (âyetlerinin) i'cazkâr (insan aklını âciz düşüren) işaretiyle, İmam-ı Ali radıyallahu anh Celcelûtiye ve Ercûze'sinde kerametkâr delâlâtiyle (delillikleriyle), Gavs-ı Âzam (kuddise sırruhu), beşaretkâr beyanatiyle, (müjdeleyici beyanlarıyla) Üstadımızın hakiki tercüme-i halini ve Risale-i Nur'un hakiki mahiyetini beyan etmişler.
Üstadımızın şahs-ı mânevisini (ruhunu ve hakikatini) bilmek isteyenler, Risale-i Nur'un İşârât-ı Kur'âniye ve Kerâmât-ı Aleviye ve Kerâmât-ı Gavsiye Risalelerini ve Risale-i Nur'un sair eczalarını (parçalarını) dikkatle tetebbu etmeleri (okumaları) lâzımdır. Yalnız bizim, Üstadımız hakkındaki kanaat-ı kat'iyemiz şudur ki: İsm-i Nur ve İsm-i Hakime mazhariyetle, Kur'ân-ı Hakim'in hazinesinden nail olduğu hakaik ve maârifi (hakikatler ve marifetleri), tahdis-i nimet (Allah’ın nimetlerini ilan ve yâd etme) maksadıyla beşere ilân eden bu allâme-i zîfünun (fenleri bilen allâme) Bediüzzaman Hazretleri, ahlâk-ı Muhammediye aleyhissalâtü vesselâm ile tahallûk etmiş (ahlaklanmış), nefis ve heva berzahlarından geçmiş, mekârim-i ahlâkın (ahlakın en değerli ve şereflilerinin) en mümtaz ve müstesna bir timsâl-i mücessemi (cisimleşmiş bir örneği) olarak bu asırda bulunmuş. Şimdiye kadar bütün hayatında şayan-ı hayret bir ulûvv-i himmet ve sekinet ve iffet ve mahviyet içinde yaşamış. Gına-yı kalbi, tevekkül ve kanaatı harikulâde, maişet ve kıyafeti, pek sade ve mekârim-i ahlâkı, pek fevkalâde, dünyaya zerre kadar meyil ve muhabbet etmez…
Hem öyle bir tarzda izzet-i ilmiyeyi hayatta muhafaza etmiş ki; asla kimseye arz-ı iftikar (fakirliğini arz) etmemek, hayatının en mühim bir düsturu olmuştur. Dünya kendilerine teveccüh etmişse de, ondan yüz çevirmiş olan Üstadımız, emr-i maaşta (geçim konusunda) Cenâb-ı Hakkın inayetiyle, iffet ve nezahetini daima muhafaza eder; sadaka, zekât ve hediyeleri almaz. Yakinen biliyoruz ki, Kastamonu'da bulundukları zaman, oturdukları evin îcarını (kirasını) vermek için yorganını sattılar da, yine hiçbir suretle hediye kabul etmediler.
Hem Üstadımız, tekellüf (zorlama tavırlar) ve taazzumdan (yücelik taslama) asla hoşlanmaz ve talebelerinin dahi tekellüf kaydından âzade olmalarını emreder. Ve buyururlar ki: "Tekellüf, şer'an ve hikmeten fenadır, çünkü tekellüf sevdası, insanı, hadd-i mârufu tecavüze (sınırlarını çiğnemeye) sevk eder. Mütekellif olanlar, bazan hodbinane (egosantrikçe) bir tezahür ve tefâhur (başkasın karşı övünme) tavrı ve muvakkat soğuk bir riyakâr vaziyeti takınmaktan kurtulmaz. Halbuki bunların ikisi de ihlâsı zedeler."
Hem Üstadımız, gayet mütevazidir. Tefevvuk (üstünlük) ve temeyyüz (farklılık) dâiyelerinden (iddiasından), şöhret sevdalarından ziyadesiyle sakınırlar. Kendilerine mahsus sâfi meşrebi, o gibi can sıkacak şeylerden âlîdir. Herkese, hele ihtiyarlara ve çocuklara ve fukaralara, rıfk ve mülâyemetle uhuvvetkârane (kardeşçesine) bir muamele-i hâlisanede bulunurlar. Mübarek yüzlerinde, mehâbet ve beşâşetle karışık bir nur-u vakar lemean eder. Heybetle beraber âsar-ı üns ve ülfet (canayakınlık ve alışma eserleri) dahi görünür. Daima mütebessim bulunurlar. Fakat bazan tecelliyatın muktezası olarak mehâbet ve celâl nazarı o derece tezahür eder ki, artık o zaman yanında bulunup da söz söylemek isteyen adamın, âdeta dili tutulur, ne söylemek istediği anlaşılmaz. Bu âcizler, çok defa bu hali müşahede ettik.
Üstadımızın, az söylemek âdetidir. Fakat, söylediğini veciz söyler, herhalde düstur-u hikmet olarak pek mânidar ve pek şümullü birer câmiü'l-kelimdirler (az sözle çok şey ifade eder.)
Üstadımız, ne kimseyi zemmeder ve ne de yanında kimseyi gıybet ettirir. Bunlardan asla hoşlanmaz. Kusur ve hatâları setrederler. Hem o kadar hüsn-ü zanna mâlikdir ki, hattâ kendisi hakkında bir nâseza söz tebliğ edene, "Hâşâ! bu yalandır. Bu sözü söyledi dediğin zat, böyle söylemez" buyururlar.
Üstadımızın nefisle mücahedede bir rüsuh (köklülük) ve ihtisası vardır ki, asla huzûzat-ı nefsaniyelerine (nefse ait paylara) hizmet etmezler. Bir insana kâfi gelmeyecek kadar az yerler ve az uyurlar. Gecelerde, sabaha kadar câlib-i dikkat bir hal-i hâşiâne(huşu içinde bir hal) ile ubudiyette bulunurlar. Yaz ve kış bu âdetleri tahallüf etmez (değişmez). Teheccüd ve münâcat ve evradlarını asla terk etmezler. Hattâ bir Ramazan-ı Şerifte pek şiddetli hastalıkta, altı gün birşey yemeden savm-ı visal içinde ubudiyetteki mücahedelerini terk etmediler. Komşuları her zaman derler ki: "Biz, sizin Üstadınızın sekiz sene yaz ve kış geceleri, aynı vakitlerde sabaha kadar hazin ve muhrik sadasiyle münâcat seslerini dinler ve böyle fasılasız devamlı mücahedesine hayretler içinde kalırdık."
Hem Üstadımız, taharet ve nezafet-i şer'iyeye (şeriatın emrettiği maddi ve manevi temizliğe) son derece riayet eder, her zaman abdestli olarak bulunur, asla mübarek vaktini boş geçirmez. Ya Risale-i Nur telifiyle veya tashihiyle meşgul veya Münâcât-ı Cevşeniyeyi kıraat ve secdegâh-ı ubudiyete kaim veya tefekkür-ü âlâ-i İlâhî bahrine müstağrak (Allah’ın nimetlerini düşünme denizine dalmış) bulunurdu. Ekseriyetle, yaz zamanı şehre uzak ormanlık dağ vardı. Üstadımızla oraya giderdik. Yolda, hem Risale-i Nur tashih ederler, hem bu âciz talebelerinin okudukları risaleye dikkat ederler ve tashih için hatâlarını söylerler veyahut eski müellefatından birisinden ders verirler, bu suretle yolda bile mübarek vaktini vazife ile geçirirlerdi. Evet biz itiraf ediyoruz ki, Üstadımızın nutkundaki letâfet ve ülfetindeki halâvet o derece feyiz bahşederdi ki; insan, sabahtan akşama kadar o vaziyette ders alsa, yol yürüse, asla sıkılmak ihtimali yoktu.
Hem Üstadımız, Risale-i Nur hizmetini her şeye tercih ederler ve buyururlardı ki: "Yirmi senedir Kur'ân-ı Hakim'den ve Risale-i Nur'dan başka bir kitabı ne mütalaa etmişim ve ne de yanımda bulundurmuşum; Risale-i Nur kâfi geliyor." Evet, Feyyaz-ı Mutlak tarafından bütün hakaik-i Kur'âniye (Kur’an hakikatleri) kalb-i münevverine (nurlanmış kalbine) ilham ve ilka-ı küllî ile ifaza olunur da Kur'ân-ı Mucizi'l-Beyândan başka neye muhtaç olur? Bundan şüphesi olanlar, Risale-i Nur'a dikkat etsinler. Cenâb-ı Hak, Üstadımıza, Risale-i Nur'un telifinde öyle bir iktidar-ı bedi (eşsiz güzellikte bir iktidar) ihsan etmiştir ki, bu herkese nasip olacak hasletlerden değildir. O harika Nur Risaleleri, her biri, gurbette, hastalık içinde, dağda, bağda, kâtipsiz, tahammülü müşkül gayet ağır şerait (şartlar) dahilinde, zahiri nice müşkilâtlarla meydana gelmiş ve mü'minlerin imdadına yetişmiştir. Fakat, Cenâb-ı Hakka şükr olsun ki, inayet-i İlâhiye, harika bir tarzda Üstadımıza fevkalâde muvaffakıyet ihsan etmiştir. İşte bu sırdandır ki Cenâb-ı Hak, ona kâinatı bir kitab-ı semavî ve arzı bir sahife gibi keşf ve şuhudla bihakkılyakin (hakkalyakin bir imanla) okuyacak bir iktidar vermiş; mahz-ı inayetle böyle kudsî bir esere sahip kılmıştır.
Evet, âyât-ı teşriiyeyi hâvi (şer’i hükümleri getiren â yetleri içeren) Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyan'ın hakaik ve maarifini ve âyât-ı kevniyeyi şâmil (yaratılışa ait âyetleri içeren) kitab-ı kebir-i kâinatın vezâif ve meânisini (vazifelerini ve manalarını) beyan edip, mârifetullahın en yüksek derecatına, urûca (yükselişe) nev-i beşeri teşvik eden ve bugünkü günde, ölmeye yüz tutan kalbleri bile izn-i ilâhî ile ihtizaza (titreşime) getirecek kadar harika bir eser-i bedîa (eşsiz güzellikte eser), bir sereyan-ı serîa (sür’atli etlileyiş) olan Risale-i Nur ile neşr-i hakaik eden (hakikatleri yayan) bu vücud-u mes'ud ile beşeriyet iftihar etmek lâzım gelirken; çok gariptir ki, ehl-i şekavet tarafından zehir verilmeye cesaret ve taş attırılmaya bile cür'et ediliyor.
Evet اَشَدُّ الْبَلاَءِ عَلَى اْلاَنْبِيَاءِ ثُمَّ اْلاَوْلِيَۤاءِ[1] sırrıyla, enbiyanın vârisi olanların türlü türlü belâlara uğramaları, hikmet-i İlâhiye iktizasından olmasıyla, o zümre-i mübareke gibi, Üstadımız dahi nice belâlara hedef olmuştur. Hattâ Kastamonu'ya ilk teşrif ettikleri zaman çocuklar, bir bedbaht şaki tarafından teşvik edilip, abdest almak için çeşmeye çıktıkları vakit taş atmışlar. Fakat Üstadımız daima gördüğü eza ve cefalara ulü'l-azmane sabır ve tahammül eder. Hem safâ-i sadre (gönül duruluğu) ve selâmet-i kalbe mâlik olduklarından, o çocuklara dahi hiddet etmeyip buyururlardı ki: "Bunlar, Sûre-i Yâsin'den mühim bir âyetin nüktesini keşfime sebep oldular" diye onlara dua ederlerdi. Sonra bu çocuklar, Üstadımızın duaları bereketiyle şâyân-ı hayret bir hal kesbettiler ki; Üstadımızı uzak-yakın nerede görürlerse, koşarak yanına gelirler, mübarek elini öperler, duasını alırlardı.
Hem Üstadımızın harika hâlâtı ve şâyân-ı hayret garaib-i ahvali, başta Risale-i Nur olarak pek çoktur. Evet, biz itiraf ediyoruz ki, Üstadımız bizim hâtırat-ı kalbimizi (kalbimizden geçenleri) bizden ziyade okur, çok defa haberimiz olmadığı bir meseleden bizleri şiddetli telâşla ikaz ederler, bizi hayrette bırakırlar. Fakat günler geçtikten sonra aynen Üstadımızın ikaz ettiği şeyle karşılaşır, aklımız başımıza gelirdi.
Üstadımızla dağa gittiğimiz zaman, daha şehre dönme zamanı gelmeden, birden Üstadımız kalkarlar, bize de emrederlerdi. Hikmetini sormak istediğimizde: "Acele gidelim, Risale-i Nur hizmeti için bizi bekliyorlar." Hakikaten, şehre avdetimizde (dönüşümüzde), mutlaka mühim bir Risale-i Nur şakirdi bizi bekliyor bulur veya birkaç defa gelip gittiğini komşular haber verirlerdi.
Yine birgün, Mevlânâ Hâlid (k.s.) Hazretlerinin Küçük Âşık namında bir talebesinin neslinden mübarek bir hanım, yanında çok senelerden beri muhafaza ettiği Mevlânâ Hazretlerinin cübbesini, Ramazan-ı Şerifte teberrüken Üstadımızın yanında kalsın diye Feyzi ile gönderir. Üstadımız hemen Emin kardeşimize yıkamak için emrederek Cenâb-ı Hakka şükretmeye başlar. Feyzi'nin hatırına: "Bu hanım, benim ile yirmi gün için gönderdi, Üstadım neden sahip çıkıyor?" diye hayretler içinde kalır. Sonra o hanımı görür, o hanım Feyzi'ye der ki: "Üstad hediyeleri kabul etmediğinden, bu suretle belki kabul eder diye öyle söylemiştim. Fakat emanet onundur, canımız dahi feda olsun" der, o kardeşimizi hayretten kurtarır. Evet, mübarek Üstadımızın o cübbeyi kabulü, Mevlânâ Halid'den sonra vazife-i teceddüd-ü dinin (din algısının yenilenmesi vazifesinin) kendilerine intikaline bir alâmet telâkki etmesindendir, derler. Hem de öyle olmak lâzım. Çünkü Hadis-i sahihte:
اِنَّ اللهَ لَيَبْعَثُ لِهٰذِهِ اْلاُمَّةِ عَلَى رَاْسِ كُلِّ مِاَةِ سَنَةٍ مَنْ يُجَدِّدُ لَهَا دِينَهَا[2]
buyurulmuş. Mevlânâ Hazretlerinin velâdeti 1193, Üstadımız Hazretlerinin ise 1293'tür. Bu hadisin tam izahı Risale-i Gavsiye'de vardır.[3]
Mehmed Feyzi Efendi’nin izahları Bediüzzaman’ın hem nefsi hem enaniyetiyle mücahede cihetlerini beraber ele alsa da nefis terbiyesi ve tezkiyesine dair hususlar ön planda görünmektedir. Bediüzzaman’ın medrese dersleri almış müdakkik diğer bir talebesi olan Hafız Halid Efendi ise, üstadının ilim ve enaniyet cihetinde nasıl bir mücahede içinde olduğu hakkında şunları kaleme alır:
“Risale-i Nur'un müellifi Bediüzzaman, nâdire-i cihan (cihanın eşsizi), hâdim-i Kur'ân (Kur’an hizmetkârı) Said Nursî (r.a.) hakkında hissiyatımdan binden birini beyan ediyorum:
Üstadım, kendisi Nur ism-i celîline mazhardır. Bu ism-i şerif, kendileri hakkında bir ism-i âzamdır. Kendi karyesinin (köyünün) adı Nurs, validesinin ismi Nuriye, Kadirî üstadının ismi Nureddin, Nakşî üstadının ismi Seyyid Nur Muhammed, Kur'ân üstadlarından Hafız Nuri, hizmet-i Kur'âniyede hususî imamı Zinnûreyn; fikrini, kalbini tenvir eden âyet-i Nur olması ve müşkil mesâilini (zorlandığı sorularını) izaha vasıta olan nur temsilâtı (temsilleri) gayet kıymettardır. Resâilin mecmuuna (risalelerinin toplamına) Risale-i Nur tesmiyesi (isimlendirmesi), Nur ismi onun hakkında ism-i âzam olduğunu teyid etmektedir.
Risale-i Nur adlı harika telifatının bir kısmı Arabî olmakla beraber, Risale-i Nur eczaları şimdiye kadar yüz on dokuza bâliğ olmuştur. Her bir risale, kendi mevzuunda harikadır. Gayet yüksek olmakla beraber, Onuncu Söz ismiyle iştihar eden haşre dair olan risalesi pek harikadır, câmidir. Ulemaca sırf naklî olan haşri ve neşri, gâyet kuvvetli ve kat'î delâil-i akliyeyle ispat etmiştir. Onunla çokların imanını kurtarmışlar.
هُوَ الَّذِي جَعَلَ الشَّمْسَ ضِيَۤاءً وَالْقَمَرَ نُورًا[4]
âyetinin sırrıyla diyebilirim ki, Risale-i Nur bir kamer-i marifettir (marifet ayıdır) ki, şems-i hakikat (hakikat güneşi) olan Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyânın nurunu istifâza eylemiş (feyz almış) ki, نُورُ الْقَمَرِ مُسْتَفَادٌ مِنَ الشَّمْسِ [5] olan meşhur kaziye-i felekiyeye (astronomi önermesine) mâsadak (doğrulayıcı örnek) olmuştur. Hem diyebilirim ki, Üstadım Kur'ân hakkında bir kamer hükmünde olup, semâ-i risaletin şemsi (risalet göğünün güneşi) olan Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmdan nuru istifade edip Risale-i Nur şeklinde tezâhür etmiş.
Üstadım, başkalarında nadiren bulunan mümtaz (ayırıc) hasletlerinden, zahirî tavrının pek fevkinde bir vaziyet gösteriyor. Zahir hale bakılsa, ilmihali bilmiyor gibi görünüyor; birden, bakarsın, bir derya kesiliyor. Me’zun olduğu miktarı ve Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmdan istifade derecesi nisbetinde söyler. Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmdan cihet-i istifadesi olmadığı vakitlerde, yeni ay gibi mahviyet gösterir. "Bende nur yok, kıymet yok" der.
Bir hasleti de tam tevazudur ve مَنْ تَوَاضَعَ رَفَعَهُ اللهُ [6] hadîsiyle tam âmil olmasıdır. İşte bu haslet icabatındandır (gereklerindendir) ki, bizim gibi talebelerinden bazı mesâil-i ilmiyede (ilmî meselelerde) muhalefet bulunsa, onların sözlerini, içinde arar, hak bulduğu vakit, kemâl-i tevazuyla ve lezzetle kabul ederek teslim eder. "Mâşâallah," der "Siz benden daha iyi bildiniz" der. "Allah razı olsun" der. Hak ve hakikati, nefsin gurur ve enâniyetine daima tercih eder. Hattâ ben bazı meselelerde muhalefet ediyordum. Bana karşı gayet mültefit (iltifat edici), memnunâne bir tavır alır; eğer yanlış yapsam, güzelce, damarıma dokunmayarak beni ikaz eder. Eğer güzel bir şey söylemişsem, çok memnun olur.
Üstadım bilhassa hikmet-i hakikiye fenninde, yani hikmet-i şeriat ve İslâmiyet noktasında pek harikadır ve hikmet-i beşeriyede (beşerî felsefe ve fenlerde) dahi çok ileridir. Hattâ o ilimde, Eflâtun ve İbni Sina'yı geçmiş diyebilirim.
Bundan on üç sene evvel, Darü'l-Hikmeti'l-İslâmiye âzâsından iken, küçükten beri şimdiye kadar mânen izn-i İlâhîyle onun bir muîni ve nâsırı ve muhafızı olan kutb-u Rabbânî ve kandil-i nurânî Abdülkadir-i Geylânî (aleyhi nazaru'r-Rahmânî) Hazretlerinin Fütûhu'l-Gayb risalesini tefe'ülen açtığı esnada,
اَنْتَ فِى دَارِ الْحِكْمَةِ فَاطْلُبْ طَبِيبًا يُدَاوِى قَلْبَكَ [7]
ibâresi çıktı. O ibare,[8] onun hakkında pek mânidar olarak, Eski Said'i Yeni Said'e çevirmesine sebebiyet vermiştir.
Eski Said olduğu zamanlarda, İngilizlerin dinî suallerine gayet lâtif ve müskit (susturucu) bir cevap vermiştir. Ve ilm-i mantıkta, İbni Sina'nın telifatından geçecek Tâ’likat namında harika bir risalesi var. Eşkâl-i mantıkıyeyi (mantık ilmine ait önermeleri, formülleri) kıyâs-ı istikrâî (tümevârım, istatistiksel mukayese) cihetiyle on bine kadar iblâğ edip, hiçbir âlimin yetişemediği bir derece-i ihata (kuşatıcılık derecesi) göstermiş.
Sünuhat isminde bir risalesinde gördüm ki, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, âlem-i mânâda, bir medresede ona ders verdiğini görmüş. O ders-i mâneviyeye binaen İşârâtü'l-İ'câz namındaki harika tefsiri yazmış. Bana bir gün dedi ki:
"Harb-i Umumî hâdisat ve netâicleri mâni olmasaydı, İşârâtü'l-İ'câz'ı Allah'ın tevfiki ve izniyle altmış cilt yazacaktım. İnşaallah, Risale-i Nur, âhiren o mutasavver harika tefsirin yerini tutacak."
Üstadımla yedi-sekiz sene musahabetim (arkadaşlığım) esnâsında mühim meşhudatım çoktur. Fakat اَلْقَطْرَةُ تَدُلُّ عَلَى الْبَحْرِ [9] mucibince, deryaya delâlet maksadıyla bu fıkra kâfi görüldü. Çünkü Üstadımdan iftirak zamanı idi; acele yazdım. Üstadım, وَالصَّاحِبُ بِالْجَنْبِ [10] âyetinin sırrıyla çok defa yanlarında beni musahip (arkadaş) bulmak hakkını ve teveccüh duasıyla yerine getireceklerine eminim…[11]
[1] "Belâların en şiddetlisi insanların en iyisi, en kâmilleri olan peygamberlerin, sonra derecelerine göre Allah'ın velî kullarının üzerine gelir." Buharî, Merdâ: 3: Tirmizî, Zühd: 57; İbni Mâce, Fiten: 23; Dârimî, Rikâk: 67; Müsned, 1:172, 174, 180, 185, 6:369; el-Münâvî, Feyzü'l-Kadîr, 1:519, hadis no: 1056; el-Hâkim, el-Müstedrek, 3:343.
[2] "Allah Teâla bu ümmet için her yüz senenin başında dinlerini tecdid eden bir müceddid gönderir." el-Hakim, el-Müstedrek, 4:522; el-Münâvî, Feyzü'l-Kadîr, 2:281, hadis no: 1845.
[3] Bediüzzaman Said Nursi, Tarihçe-i Hayat, Kastamonu Hayatı, s.57-62.
[4] "Güneşi bir ışık, ayı bir nur yapan Odur." (Yûnus Sûresi, 10:5.)
[5] Ayın ışığı güneşten gelir.
[6] "Tevâzu göstereni Allah yüceltir." (el-Münâvî, Feyzü'l-Kadîr, 6:108, hadis no: 8605); Aynı manayı ifade eden diğer rivayetler için bk. İbn-i Mâce, Zühd: 16; Müsned, 3:76.
[7] Sen dârü'l-hikmettesin; önce, kalbini tedavi edecek bir tabip ara.
[8] "Sen kendin hastasın; kendine bir tabip ara."
[9] Bir damla su denize delâlet eder.
[10] "Yanınızdaki arkadaş..." (Nisâ Sûresi, 4:36.)
[11] Bediüzzaman Said Nursi, Barla Lahikası, 133. Mektub, Hâfız Hâlid Efendi’nin mektubu.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.