En büyük düşman nefis mi koronavirüs mü?

Malumunuz, Rahmet ve mağfiret ayı olan Ramazan ayına girmiş bulunuyoruz. Peygamber Efendimiz Aleyhissaltü vesselam şöyle buyuruyor: “Ramazan ayı girdiğinde cennetin kapıları açılır, cehennemin kapıları kapanır ve şeytanlar da zincire vurulur.”[1] Bu vesileyle herkesin sürekli dert yandığı ve düşman olarak gördüğü “nefs” kavramı üzerine yaptığım bu çalışmayı sizlerle paylaşmak istedim.

Yazıma konumuzun başındaki “Şeytanlar zincire vurulur” hadisine getirilen bir açıklamayla başlamak istiyorum:

“Cenab-ı Hak Ramazan orucuyla, doğrudan doğruya rububiyet dava eden nefsin firavunluk damarını kırar, aciz olduğunu göstermekle de bir kul ve köle olduğunu bildirir. Çünkü nefis Rabbini tanımak istemez, kendisi rablık dava eder. Ne kadar azap ve işkence çektirilse o damar onda kalır. İşte Ramazan orucu, doğrudan nefsin bu firavunluk cephesine darbe vurur kırar. Aciz, zaif ve fakir olduğunu bildirir.” [2]  

Hadisin rivayetlerinde vardır ki:

Cenâb-ı Hak nefse demiş ki: "Ben neyim, sen nesin?"

Nefis demiş: "Ben benim, Sen sensin."

Azap vermiş, Cehenneme atmış, yine sormuş. Yine demiş:

"Ene ene, ente ente." Yani ben benim sen sensin. Hangi çeşit azâbı vermiş, enâniyetten (benliğinden) vazgeçmemiş.

Sonra açlıkla azap vermiş. Yani aç bırakmış. Yine sormuş:

"Men ene? Ve mâ ente?" Yani sen kimsin ben kimim?

Nefis demiş: "Sen benim Rabb-i Rahîmimsin. Ben senin âciz bir abdinim.” [3] Böylece aciz bir kul ve köle olduğunu itiraf etmiş. Onun içindir ki Ramazanda nefis ve şeytanların elleri ve kolları bağlanmış oluyor, yani zincire vurulmuş oluyor.

Şeytan ve nefis; sürekli mü’minin gösterdiği ve göstereceği en küçük bir zaafını ve gevşekliğini pusuda bekleyen bir avcı köpeği gibi takib eder.  Evet, günümüzün en büyük tehlikesi olarak görülen ve herkesin korkulu rüyası haline gelen koronavirüs telaşı ve endişesi, herkesi hatta bütün dünyayı sarmış. Dünya ülkeleri bu tehlikeden korunmak ve kurtulmak için bütün güçleriyle çareler aramakta. Acaba insan; şu kısacık dünya hayatını tehdit eden ve gözle görülemeyecek kadar küçük olan bu virüsten kurtulmak için bu kadar tedbirler alıp, çaba sarf ederken, ebedi hayatını tehdit eden nefis virüsüne karşı ne kadar mücadele veriyor? Bu Korona denilen virüsten korunmak için belirli bir sosyal mesafe koyarak korunmaya çalışırken, içimizde bulunan ve sürekli bizimle yaşayan nefsimizin hile ve tuzaklarından korunmak için günahlardan ne kadar mesafeli dura biliyoruz?

Evet, nefs kelimesine gelince: “Nefs” kelimesi her dilde farklı şekillerde ifade edilmiştir. İngilizcde “nafs/soul”, Latince “anima”, Yunanca “psyche/pneuma” kelimelerine karşılık gelen ve çoğulu “enfüs” ve “nüfüs” olan nefs, lugat olarak “Bir şeyin kendisi, hakikati, mahiyeti, toplamı, zatı, cevheri, kan, ruh, kalp, genişlemek, ferahlamak, kendisiyle akledilen şey”[4] anlamlarına geldiği gibi, aynı zamanda ‘‘nezdinde, katında, öz, tabaklanmış deri, izzet-i nefs, büyüklük, kibir, ayıp, himmet, şiddet, gayb, gönül, kardeş, kişi, huy, karakter, kimi zaman bir şeyin yapılmasını emreden kimi zaman da yapılmamasını emreden güç’’ [5] anlamlarında da kullanılmıştır.  

Bunun dışında zihin, hayat, canlı varlık, yaşayan yaratık, insan, şahıs, fert, tabiat, temayül, arzu, şehvet, istek, kişisel hüviyet anlamlarına gelen nefs, farklı kelimelerle bir araya gelince başka anlamlara da gelmektedir.[6]

Kur’anda geçen ayetlere göre ise, nefs kelimesinin kökü hakkında birbirinden farklı iki görüş ileri sürülmektedir. Bu görüşlerden birincisinde insanın en değerli yönü olduğuna vurgu yapılarak nefsin ‘‘büyüklük, azamet, celalet’’ anlamındaki ‘‘nefaset’’ lafzından türetilmiş bir isim olduğu, buna göre insanın en değerli varlığı olduğu ve onunla insanın, yaratılanların en şereflisi olabileceği ifade edilmektedir.[7]

Kur’an-ı Kerim’de; kötülüğü isteyen nefise, “Nefs-i Emmâre”,[8] kusurlarını görüp pişmanlık duyan ve kendisini kınayan ve tövbe eden nefse “Nefs-i Levvame”[9], Allah’ın emirlerine uyup haramlardan kaçan ve salih amellerle iyiye yönelen nefse ise “Nefs-i Mutmainne”[10] denilmiştir. Bunların üçü de nefistir; terbiye edildiğinde, Allah’ın kendisinden razı ve hoşnud olduğu ve “Cennette girmeyi hakettiği” [11] bir nefis haline dönüşeceği ifade edilmiştir.

Türkiye Diyanet Vakfı (TDV) İslam Ansiklopedisinde: İnsan nefisle beden birlikteliğinden oluşan bir varlıktır; bedene hayatiyet veren nefistir. Nefse yüklenen zıt sıfatları dikkate alarak bir bedende üç, dört veya beş nefsin mevcut olduğunu kabul edenler bulunmakla birlikte nefsin genellikle bölünmez ve parçalanmaz bir tek şey olduğu görüşü benimsenmiştir.

İnsan esas itibariyle nefisten ibaret olduğundan, “İnsan nedir?” sorusuna verilen cevaplar aynı zamanda, “Nefis nedir” sorusunun da cevabı sayılmıştır.[12] İmam-ı Gazzâlî ise “Nefsin mânevî bir cevher olduğunu” savunur. 

İbn Kayyim el-Cevziyye tarafından da benimsenen bir görüşe göre nefis; latif ve canlı, diri bir cisim olup mahiyeti itibariyle hissî, maddî olan bedenden ayrı bir şeydir. Suyun güle, ateşin kömüre, yağın süte yayılması gibi vücudun her tarafına yayılarak onu harekete geçirir. Beden ve organlar bu latif ve ince, nazik cisimden gelen etkileri kabule elverişli olduğu sürece bu latif cisim onlarla kenetlenmiş bir halde bulunarak onlara hissetme, hareket etme ve irade gibi halleri kazandırır.[13] İbn Kayyim, bu görüşünü doğruluğunu ispatlamak için deliller sıralar. Bu deliller nefsin tıpkı beden gibi belli birtakım fiilleri, hareketleri, nitelikleri ve halleri mevcut olduğu esasına dayanır. Meselâ Allah nefse, “Ey itminana ermiş nefis! Dön rabbine, sen O’ndan razı, O da senden razı olarak” diye hitap eder.[14] Bu hitap nefsin anlayan, düşünen, dönen, Hak’tan razı olan ve O’nun rızâsına eren bir varlık olduğunu gösterir. Böyle olmayan bir varlığa hitap etmek abestir.[15] görüşünü savunur.

Bazılarına göre de insanda söz konusu niteliklerin hepsi bulunduğundan onda dört nefis mevcuttur. İnsanı insan yapan ve diğer hayvanlardan farklı kılan ise “rabbânî latife” denilen nefistir. Bu nefisle bedendeki hayvanî nefis arasında devamlı bir mücadele vardır. Hayvanî nefis latif bir cisim olup atardamarlar vasıtasıyla vücudun her tarafına yayılır. Bu nefis insanî ve aklî nefsin bineği ve taşıyıcısı, aynı zamanda kötü his ve davranışların kaynağıdır. İnsan, hayvanî nefsi hâkimiyeti ve denetimi altında tuttuğu nisbette hayra yakın, onun hâkimiyeti altına girdiği nisbette şerre yakın olur. Hayvanî nefse tâbi olmak nefsin kirlenmesine, insanî nefse tâbi olmak ise arınmasına sebep olur. Hayvanî nefis kötülüğü emrederken insanî nefis yapılan kötülüğü kınar, daha ileri aşamada da itminana erer. Riyâzet ve mücâhede ile terbiye edilen hayvanî nefisten kötülük gelmez, aksine kulluk görevlerini yerine getirme hususunda insanî nefse hizmet eder. Tasavvuf ehli, nefis derken insandaki kötü sıfat ve huyların kaynağı olan bu nefsi kastetmişler ve buna “nefs-i nâtıka” diğer adıyla “Nefs-i emmâre” adını vermişlerdir.

Tasavvufta nefis denilince, şer ve günahın kaynağı olan, “kötü huy ve süflî arzuların tamamı” anlamına gelen ve kötülüğü emreden[16] nefis anlaşılır; bu bağlamda, “Sana gelen iyilik Allah’tan, başına gelen kötülük ise nefsindendir” gibi âyetlere[17] ve “Allahım! Nefislerimizin şerrinden sana sığınıyoruz”[18] “Allahım! Nefsimizin şerrinden sana sığınırım”[19] gibi hadislere sıkça atıf yapılır. Kötülük sebebi olması bakımından şeytanın iş birlikçisi sayılan nefis insanın içindeki en büyük düşman olduğundan,[20] “Allahım! Bir an bile beni nefsimle baş başa bırakma!” diye dua edilir.

İlk âbid ve zâhidler zühd hayatı yaşamayı esas alırken önlerinde en büyük engel olarak şeytanı ve nefsi, yani nefsin süflî, aşağılık arzularını, hevâ ve hevesini görmüşler, bazan nefisten “içimizdeki şeytan, düşman” diye söz etmişler ve dikkatlerini bunun üzerinde yoğunlaştırmışlardır. Onlara göre günah ve kötülük işlemeye hevesli olan nefis ibadetten ve hayırlı işlerden ısrarla kaçar. Bu sebeple zühd hayatında sürekli olarak nefse muhalefet etmek ve hiçbir şekilde onunla barışık olmamak esas alınmış, hayra ve kurtuluşa ermek için onu alt etmenin ve aşmanın gereğine inanılmıştır. “En büyük düşmanın nefsindir” hadisine[21] dayanan zâhid ve sûfîler bu düşmana karşı savaş açmışlar, buna da “cihâd-ı ekber” adını vermişlerdir. Onlara göre nefis şeytandan daha tehlikelidir. Çünkü şeytan çok defa nefsi alet ederek insana günah işletir. Onun için Kur’an’da, “Nefislerinizi temize çıkarmayın” buyrulmuştur.[22]

Bediüzzaman’a göre, nefis ıslah edilerek hayra ve iyiye yönlendirilebilir:

“İnsan bir çekirdeğe benzer. Nasıl ki, o çekirdeğe Kudretten mânevî ve ehemmiyetli cihazât ve kaderden ince ve kıymetli program verilmiş. Tâ ki, toprak altında çalışıp, tâ o dar âlemden çıkıp, geniş olan hava âlemine girip, Hàlıkından istidad lisâniyle bir ağaç olmasını isteyip, kendine lâyık bir kemâl bulsun. Eğer o çekirdek, sû-i mizâcından dolayı, ona verilen cihazât-ı mâneviyeyi, toprak altında bâzı mevadd-ı muzırrayı (zararlı maddelerin) celbine sarf etse, o dar yerde, kısa bir zamanda, faydasız tefessüh edip (kokuşup) çürüyecektir. Eğer o çekirdek, o mânevî cihazâtını,  Cenab-ı Hakkın emr-i tekvinîsini imtisâl edip, hüsn-ü istimâl ederek yerinde kullansa, o dar âlemden çıkacak meyvedar koca bir ağaç olmakla, küçücük cüz’î hakikati ve ruh-u mânevîsi, büyük bir hakikat-i külliye sûretini alacaktır.

İşte, aynen onun gibi, insanın mahiyetine, kudretten ehemmiyetli cihazât ve kaderden kıymetli programlar tevdî edilmiş (emanet olarak verilmiş). Eğer insan, şu dar âlem-i arzîde (dünya âleminde), hayat-ı dünyeviye toprağı altında, o cihazât-ı mâneviyesini nefsin hevesâtına sarf etse, bozulan çekirdek gibi, bir cüz’î telezzüz için, kısa bir ömürde, dar bir yerde ve sıkıntılı bir halde çürüyüp tefessüh ederek, mesuliyet-i mâneviyeyi bedbaht ruhuna yüklenecek, şu dünyadan göçüp gidecektir.

Eğer o istidad çekirdeğini İslâmiyet suyu ile, imânın ziyâsıyla, ubûdiyet toprağı altında terbiye ederek evâmir-i Kur’âniyeyi imtisâl edip, cihazât-ı mâneviyesini hakiki gàyelerine tevcih etse, elbette âlem-i misâl ve berzahta dal ve budak verecek ve âlem-i âhiret ve Cennette hadsiz kemâlât ve nimetlere medâr olacak bir şecere-i bâkiyenin ve bir hakikat-i dâimenin cihazâtına câmi’ kıymettar bir çekirdek ve revnâktar bir makine ve bu şecere-i kâinatın mübârek ve münevver bir meyvesi olacaktır.

Evet, hakiki terakkî ise, insana verilen kalb, sır, ruh, akıl, hattâ hayal ve sâir kuvvelerin hayat-ı ebediyeye yüzlerini çevirerek, her biri kendine lâyık hususi bir vazife-i ubûdiyet ile meşgul olmaktadır. Yoksa, ehl-i dalâletin terakkî zannettikleri, hayat-ı dünyeviyenin bütün inceliklerine girmek; ve zevklerinin her çeşitlerini, hattâ en süflîsini tatmak için bütün letâifini ve kalb ve aklını nefs-i emmâreye musahhar edip yardımcı verse, o terakkî değil, sukuttur. [23]

Nefis; insana kötülükleri yaptırmaya zorlayan en büyük bir düşmandır. İnsanın mahiyetinde kötülüklere karşı bir meyil ve potansiyel vardır. Nefis, ısrarla o arzuların karşılanmasını ister. Eğer nefis tezkiye yani terbiye edilmezse kötülük ve günah işlemekte hiçbir sınır tanımaz. Çünkü insan nefsin arzu ve isteklerini tamamen yok edemez. Ancak güçlü bir iradeyle ve Allah’ın yardımıyla kontrol altına alabilir.[24] “Bununla beraber ben nefsimi, temize çıkaramam. Çünkü nefis ısrarla kötülüğü emreder ve kötülükte rehberlik eder. Ancak Rabbimin sonsuz rahmetiyle muamele ettiği ve koruduğu durumlarda, insan nefsin elinden kurtulabilir.” [25] Nitekim Yüce Allah, tevbe edip kendisine yönelen müminlerin manen temizlenmeleri ve istikamet üzere kalmalarını sağlamak için melekleri (onların yardımına gönderir) ve onlara duacı yapar. [26]

İşte böyle samimi bir kul, kalbini kötü düşüncelerden arındırıp güzel ahlâkla süsler; kötü huylardan ve manevî kirlerden kaçınır; inkâr, aşırı günah, isyan ve gaflet bataklığından uzaklaşırsa, manevî hastalıklara yakalanmadan kalbin safiyetini ve sıhhatini koruya bilir. Bunun neticesinde ise Allah’ı görüyormuşçasına kulluk etmeye devam eder. [27]

Bediüzzaman; "Yaptıkları kötülüklerle sevinen ve yapmadıkları hayırlarla övülmekten hoşlanan kimseleri, sakın azaptan kurtulurlar zannetme. Onlar için pek acı bir azap vardır."[28] Ayetiyle nefse şöyle bir açıklık getirir: Ey fahre meftun, şöhrete müptelâ, medhe (övülmeye) düşkün, hodbinlikte (kendini beğenmekte) bîhemtâ, (eşsiz) sersem nefsim!

Eğer binler meyve veren incirin menşei olan küçücük bir çekirdeği ve yüz salkım ona takılan üzümün siyah kurucuk çubuğu, bütün o meyveleri, o salkımları kendi hünerleri olduğu ve onlardan istifade edenler o çubuğa, o çekirdeğe medih (övmek) ve hürmet etmek lâzım olduğu hak bir dâvâ ise, senin dahi sana yüklenen nimetler için fahre, (övülmeye) gurura belki bir hakkın var.

Halbuki sen, daim zemme (kötülenmeye) müstehaksın. Zira o çekirdek ve o çubuk gibi değilsin. Senin bir cüz-i ihtiyar ın bulunmakla, o nimetlerin kıymetlerini fahrinle tenkis (düşürüyorsun) ediyorsun, gururunla tahrib ediyorsun ve küfranınla iptal ediyorsun ve temellükle (sahiplenmekle) gasp ediyorsun.

Senin vazifen fahir değil, şükürdür. Sana lâyık olan şöhret değil, tevazudur hacâlettir (utanmaktır). Senin hakkın medih değil, istiğfardır, nedâmettir. Senin kemâlin (mükemmel oluşun) hodbinlik (benlik) değil, hüdâbinliktedir (Allah’ı tanımaktadır).

Evet, sen, benim cismimde, âlemdeki tabiata benzersin. İkiniz hayrı kabul etmek, şerre merci olmak için yaratılmışsınız. Yani, fâil ve masdar (işi yapan ve işin kaynağı) değilsiniz; belki münfail (etkilenen) ve mahalsiniz (etkilenen yersiniz). Yalnız bir tesiriniz var. O da, hayr-ı mutlaktan gelen hayrı güzel bir surette kabul etmemenizden, şerre sebep olmanızdır. Hem siz birer perde yaratılmışsınız, tâ güzelliği görülmeyen zahirî çirkinlikler size isnad edilip, Zât-ı Mukaddese-i İlâhiyenin tenzihine vesile olasınız. Hâlbuki bütün bütün vazife-i fıtratınıza (yaratılış vazifenize) zıt bir suret giymişsiniz.

Kabiliyetsizliğinizden hayrı şerre kalb ettiğiniz (dönüştürdüğünüz) halde, Hâlıkınızla güya iştirak edersiniz! (ortak koşuyorsunuz)Demek nefisperest, tabiatperest gayet ahmak, gayet zalimdir.

Hem deme ki, "Halk içinde ben intihap edildim (seçildim). Bu meyveler benimle gösteriliyor. Demek bir meziyetim var." Hayır, hâşâ! Belki herkesten evvel sana verildi; çünkü herkesten ziyade sen müflis ve muhtaç ve müteellim olduğundan en evvel senin eline verildi.  [29]

“İ'lem ey mağrur, mütekebbir, mütemerrid nefis! Sen öyle bir zâfiyet, acz, fakirlik, miskinlik gibi hallere mahalsin ki, ciğerine yapışan ve çok defa büyülttükten sonra ancak görülebilen bir mikroba mukavemet edemezsin; seni yere serer, öldürür..." [30]

Zünnûn el-Mısrîye göre nefis, “Allah ile kul arasındaki en kalın perdedir”[31]. Bâyezîd-i Bistâmî ise, Hak Teâlâ’nın kendisine, “Nefsini bırak da öyle gel” diye hitap ettiğini ve bunun üzerine yılanın gömleğinden soyunduğu gibi nefsinden sıyrıldığını”[32] söyler.

Tasavvuf ehline göre nefis insanın putudur; “Hevâsını (nefsânî arzularını) tanrı edinen kimseyi görmedin mi?” âyetinde [33] bu husus ifade edilmiştir. Hakk’a ermek için nefis putunu kırmak gerekir. Nefsi hevâsından, aşağı arzularından menedenlerin cennete gideceğini haber veren âyette [34]buna işaret edilmiştir. Nefis kendini beğenir, kendine tapar, kendine hayrandır, bencildir, şımarıktır, kibirlidir.

Nefsin tabiatında yırtıcılık, vahşilik, hayvanlık, şeytanlık ve tanrılık vardır. Nefisteki düşmanlığın, saldırganlığın kaynağı yırtıcılık, oburluğun ve hırsın kaynağı hayvanlık, hilekârlığın ve kurnazlığın kaynağı şeytanlık, büyüklenme ve her şeye tek başına hükmetme arzusunun kaynağı tanrılıktır. Bu dört nitelik sırasıyla köpeğe, domuza, şeytana ve bilge kişiye tekabül eder. Nefis, içinde bunların tamamını barındırır. [35]

Tasavvuf ehli nefsi çeşitli istiarelerle anlatmışlar, meselâ bazan saldırgan köpeğe, kurnaz tilkiye, pisboğaz domuza, iğrenç fareye, korkunç yılana ve ejderhaya, bazan Firavun’a ve Nemrud’a, bazan puta, bazan zindana, bazan cehenneme, bazan hak hukuk bilmeyen hırsıza, bazan cadıya, bazan da insanı baştan çıkaran kadına benzetmişlerdir.[36] Mevlânâ Celaleddin-i Rumi ise, nefsin insana sağ elinde Mushaf (Kur’an) tutarak geldiğini, fakat sol elinde gizlediği kılıçla onu katlettiğini, su bulma vaadiyle kuyuya götürüp sonra onu kuyunun içine attığını anlatır. [37]Temel tasavvufî anlayışlardan biri olan melâmet hareketi her hususta nefsi kınamayı, onun ayıplarından bahsetmeyi, başkalarını haklı veya mâzur, nefsi kusurlu görmeyi, Allah için nefse hasım olmayı esas alır. [38] Öte yandan ne kadar kötü olursa olsun nefsi ıslah ve terbiye edip disiplin altına almak ve eğitilmiş nefisten âhiret amelleri için yararlanmak mümkündür. Aslında temiz olmayan köpeğin eğitimli olduğu takdirde tuttuğu av temiz ve helâl olması gibi eğitilmiş ve disiplin altına alınmış nefis de öyledir. [39] Tasavvufta nefis terbiyesi şiddetli mücâhede ve meşakkatli riyâzet hayatıyla gerçekleştirilir. Bunun için nefsin arzularına uymamak, ondan gelebilecek tehlikelere karşı dikkatli ve uyanık olmak gerektiği sık sık vurgulanır. Nefsin gazap ve şehvet niteliğinden kaynaklanan olumsuzlukları kökten kazımanın ne mümkün ne de doğru olduğunu söyleyen Gazzâlî “onun aklın ve vahyin denetim ve gözetimi altında tutulması gerektiğini” [40] belirtir.

Fârâbî, İbn Sînâ ve Nasîrüddîn-i Tûsî gibi İslâm filozoflarına, Gazzâlî, Râgıb el-İsfahânî ve Seyyid Şerîf el-Cürcânî gibi bir kısım kelâmcılara göre insan nefsi, beden belli bir olgunluk düzeyine ulaştıktan sonra ona faal akıldan taşıp gelen aklî bir cevherden ibarettir.

Nefisle beden arasındaki ilişki yöneten-yönetilen ilişkisi gibidir, yani nefis bedenin içine geçmiş veya onunla bütünleşmiş değildir, yalnızca bedenle birliktelik halinde olup onu yönetir. Her insanın bir tek nefsi vardır ve bu nefis herkesin “ben” sözüyle işaret ettiği şeydir.[41]

Nefis bedeni yönetmesi bakımından ona karşı tabii bir meyil içinde olduğundan bedenle ilişkisini büsbütün kesemez. Buna karşılık nefsin bedenî ilişkilerden uzaklaşması nisbetinde insan kendini müşahede edebilir ve bu sayede akıl gücü, gerçek varlıklar, güzellikler ve hazlarla örtüşen aklî bir âlem haline gelir; bu âlemle ilişki kurar. Böylece nihayetsiz hazza, hoşnutluğa ve mutluluğa ulaşır.[42]

Tasavvufta, Hakk’ın emrine uymak ve akl-ı selîmin gösterdiği yolda yürümek için bütün kötülüklerin kaynağı olan nefisle [43] mücadele halinde bulunmak, ona muhalefet etmek esastır. 

Nefis terbiyesinin şekli sâlikin yetenek ve hallerine göre değişir. Bu sebeple Tasavvuf ehli, riyâzetin bilgili ve samimi bir rehberin denetiminde gerçekleştirilmesi gerektiği üzerinde önemle durmuşlardır. Gazzâlî bu yoldaki rehberin durumunu tabiplerle mukayese etmiş, hastanın hekim gözetiminde ilâç alması gerektiği gibi riyâzetin de bu işin erbabının kontrolünde yapılması gerektiğini söylemiştir.[44] Usulsüz yapılan ağır riyâzetler kâmil insan olmayı temin etmediği gibi beden ve ruh sağlığının, aklî dengenin bozulmasına, bâtıl inançlara sapılmasına sebep olabilir. [45]

Gazzâlî’ye göre riyâzet dört türlüdür: Az yemek, az uyumak, az konuşmak, insanların eziyetlerine katlanmak. Az yemek şehveti öldürür, az uyumak iradeyi saflaştırır, az konuşmak tehlikelerden korur, eziyetlere katlanmak amaca ulaştırır. Zira cefaya tahammül ve eziyetlere sabretmekten daha zor bir şey yoktur.[46]

İbn Sînâ’ya göre riyâzetin üç amacı vardır. Birincisi Hakk’ın dışındaki şeyleri tercih etmeyi tamamıyla terketmektir; bu riyâzete gerçek zühd yardım eder. İkincisi, kötülükleri emreden nefsin (nefs-i emmâre) hoşnutluk kazanmış ve tatmin bulmuş nefse (nefs-i mutmainne) boyun eğmesini sağlamaktır; böylece nefsânî ve dünyevî vehimlerden uzaklaşarak ilâhî olanla bağlantılı vehim ve hayallere yükselmek mümkün olur. Bu riyâzet aşamasına ibadetler yardım eder. Riyâzetin üçüncü amacı sırrın latifleştirilmesidir. Bu riyâzete mûsiki ve güzel sözler yardımcı olur [47]

Bediüzzaman, nefs-i nâtıkanın en yüksek matlubu devam ve bekadır. Hattâ vehmî bir devam ile kendisini aldatmazsa hiçbir lezzet alamaz. Öyleyse, ey devamı isteyen nefis! Daimî olan bir Zâtın zikrine devam eyle ki, devam bulasın. Ondan nur al ki sönmeyesin. Onun cevherine sadef ve zarf ol ki kıymetli olasın. Onun nesim-i zikrine beden ol ki, hayattar olasın. Esmâ-i İlâhiyeden birisinin hayt-ı şuaıyla temessük et ki, adem deryâsına düşmeyesin. Ey nefis! Seni tutup düşmekten muhafaza eden Zât-ı Kayyûma dayan. Senin mevcudiyetinden dokuz yüz doksan dokuz parça Onun uhdesindedir. Senin elinde yalnız bir parça kalır. En iyisi o parçayı da Onun hazinesine at ki rahat edesin.”[48] Dedikten sonra. “Sen kendi vücudunu yapmaya kadir değilsin. Ve elin onu icad etmekten kasırdır (kısadır). Başkaları dahi işten âciz ve kasırdırlar." [49] der.

Bir zaman, evliya-yı azîmeden, nefs-i emmâresinden kurtulanlardan birkaç zâttan, şiddetli mücahede-i nefsiyeler ve nefs-i emmâreden şekvâlarını gördüm. Çok hayret ediyordum.

Hayli zaman sonra, nefs-i emmârenin kendi desaisinden (planlarından) başka, daha şiddetli ve daha ziyade söz dinlemez ve daha ziyade ahlâk-ı seyyieyi idame eden ve heves ve damar ve âsab, tabiat ve hissiyat halitasından (karışımından) çıkan ve nefs-i emmârenin son tahassun gâhı (sığnasğı) bulunan ve nefs-i emmâreyi tezkiyeden sonra onun eski vazife-i seyyiesini gören ve mücahedeyi âhir ömre kadar devam ettiren bir mânevî nefs-i emmâreyi gördüm. Ve anladım ki, o mübarek zâtlar, hakikî nefs-i emmâreden değil, belki mecazî bir nefs-i emmâre den şekvâ etmişler. Sonra gördüm ki, İmam-ı Rabbanî dahi bu mecazî nefs-i emmâreden haber veriyor.

Bu ikinci nefs-i emmârede şuursuz kör hissiyat bulunduğu için, akıl ve kalbin sözlerini anlamıyor ve dinlemiyor ki onlarla ıslah olsun ve kusurunu anlasın. Yalnız tokatlar ve elemlerle nefret edip, veya tam bir fedailiğe her hissini maksadına feda etsin. Veya herşeyini, enaniyetini bıraksın. Bu acip asırda dehşetli bir aşılamak ve şırıngayla hem hakikî, hem mecazî iki nefs-i emmâre ittifak edip öyle seyyiata, öyle günahlara severek giriyor. Kâinatı hiddete getiriyor. Risale-i Nur ve bilhassa İhlâs Risaleleri, o iki nefsin bütün desâisini planlarını izale ve onların açtığı yaraları tedavi ediyor.[50]

Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm : "Allah bir topluluk için hayır murad ettiğinde, onlara nefislerinin ayıplarını gösterir."[51] buyurmuş.

Nefsini beğenen ve nefsine itimad eden, bedbahttır. Nefsinin ayıbını gören,bahtiyardır. Fakat bazan olur ki, nefs-i emmâre, ya levvâmeye veya mutmainneye inkılâp eder, fakat silâhlarını ve cihâzâtını âsâba (sinirlere) devreder. Âsab ve damarlar ise, o vazifeyi âhir ömre kadar götürür. Nefs-i emmâre çoktan öldüğü halde, onun âsârı (eserleri) yine görünür.

Çok büyük asfiya ve evliya var ki, nefisleri mutmainne iken, nefs-i emmâreden şikâyet etmişler. Kalbleri gayet selim ve münevver iken, emrâz-ı kalbden vâveylâ etmişler. İşte bu zatlardaki, nefs-i emmâre değil, belki âsâba devredilen nefs-i emmârenin vazifesidir. Maraz ise, kalbî değil, belki maraz-ı hayalîdir. Size hücum eden nefsiniz ve emrâz-ı kalbiniz değil, belki mücahedenin devamı için beşeriyet itibarıyla âsâba intikal eden ve terakkiyât-ı daimîye sebebiyet veren, bir hâlettir. [52]

Nefis terbiyesi öncelikle merkezden yani insanın kendi iç âleminden başlar. Bu nefisle müca-hedenin en önemli, en çetin ve zor kısmıdır. İnsan, küçük âlemindeki büyük cihad olan nefsi ile başarı sağlayamazsa aile, mahalle, şehir ve ülke gibi diğer dairelerde de başarı sağlayamaz. Çünkü Peygamber efendimiz başta olmak üzere bütün peygamberler ve onları takibeden büyük insanlar ıslahat hareketini önce nefislerinden başlatmışlar.

Sonuç olarak:

Şu halde, insan ruhunu ve bedenini nefs-i emmarenin zararlarından kurtarmak için ona karşı mücadele etmekle sorumlu kılınmıştır. Peygamber efendimiz (asm) Tebük Seferinden zaferle Medineye dönerken sahabelerine “" Küçük cihaddan büyük cihada dönüyoruz" buyurmuş.[53]

Bu hadis-i şerife dayanarak İslam âlimleri normal savaşa cihad-ı asğar, nefs-i emareyle mücadeleye de cihad-ı ek­ber demişler. Bediüzzaman Hazretleri de  “Herkes kendi âleminde bir kumandan olduğundan, âlem-i asğarında cihad-ı ekber ile mükelleftir.” diyerek bu hadisin manasını teyid etmiştir.[54]

“Düşman istersen nefis yeter.[55] “Herkes düşmanı dışarıda arar. Hâlbuki düşman, insanın içindeki nefs-i emmâredir.”

Bu kadar sinsi ve tehlikeli bir düşmanla mücadele etmek için “Ey Allah’ım, göz açıp kapayıncaya kadar, hatta ondan daha kısa bir süre beni nefsimin eline bırakma!”[56] diyen Resulullah (asm) ın duasını kendimize rehber edinelim.

Bu müthiş düşmanımız olan nefse ve nefsin temsilcilerine karşı zırhımız, Kur'ân tezgâhında yapılan takvâ olamlı. Siperimiz, Peygamber Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâmın Sünnet-i Seniyyesi olmalı. Ve silâhınız ise, Cenab-ı Haktan yardım dileyerek, tevbe ve istiğfar edip Allah’ın merhametine sığınmak olmalıdır.[57]

Yusuf (as)ın "Ben nefsimi temize çıkarmam. Çünkü nefis daima kötülüğe sevk eder. Ancak Rabbim merhamet ederse o başka." diyerek Onun rahmetine sığınmalı. (Yusuf Sûresi, 12:53.)

“De ki: insanların Mâlikine (sahibine), insanların İlâhına; insanların kalbine sinsice vesvese verenin (nefsin) şerrinden; cinlerden ve insanlardan olan şeytanların şerrinden, insanların Rabbine, Sığınırım." Sürekli Nas Suresini kendimize vird edinmeli. (Nâs Sûresi, 114:1-6.)

"De ki: Ey Rabbim, şeytanların vesveselerinden Sana sığınırım. Onların yanımda bulunmalarından da, yâ Rabbi, Sana sığınırım." duasını vird edinelim. (Mü'minûn Sûresi, 23:97-98.)

Evet, “Nefsini itham eden ve suçlayan, kusurunu görür. Kusurunu itiraf eden, tevbe istiğfar eder. Tevbe istiğfar eden,  Allah’a sığınır. Allah’a sığınan, şeytanın şerrinden kurtulur. (Nisâ Sûresi, 4:110.) ayetini kendimize ölçü edinelim.  

Ya Rabbi! İsm-i Azam, Furkan-ı Hakim ve Resul-i Ekre aleyhissalatü vesselam  hürmetine Bizleri nefis ve şeytanın şerrinden ve kabir azabından ve cehennem ateşinden muhafaza eyle ve Cennetü'l Firdevste mes'ut kıl.

Âmin, âmin, âmin!

[1] K.Sitte, Buhari Savm hadis no: 3113

[2] Nursi, Mektubat, İstanbul, Söz Basım Yayın (s:574)

[3] Hadis;El-Havbevî, Dürretüt'l-Vâizîn, s. 11.

[4] İbn Manzur, Lisanu’l-Arab, thk. Haşim Hamid eş-Şazelî, Beyrut: Daru’s-Sadr, 1994, c. VI, s. 233-234;

[5] Zebîdî, Tacu’l-Ârus min Cevahiri’l-Kâmus, thk. Muhammed Tanahî, Beyrut: Daru’l-Fikr, 1976, c. XVI, s. 559-560.)

[6] Bilgi için bkz. İbn Manzur, a.g.e., c. VI, s. 238-240.

[7] Hasan Türkmen/Fahreddîn Râzî’nin Nefs Kavramı Ve Mahiyetine Yönelik Yaklaşımı • 123

[8] Yusuf Suresi, 12:53.

[9] Kıyame Suresi, 75:2.

[10] Fecr Suresi, 75:27.

[11] Fecr Suresi, 89: 27-30.

[12] Eş‘arî, II, 25; Fahreddin er-Râzî, Mefâtîḥu’l-ġayb, V, 640-648.

[13] er-Rûḥ, s. 178.

[14] el-Fecr 89/27

[15] a.g.e., s. 178 vd.

[16] Yûsuf 12/53

[17] en-Nisâ 4/79

[18] Dârimî, “Nikâḥ”, 20; İbn Mâce, “Nikâḥ”, 19; Nesâî, “Cumʿa”, 24;

[19] İbn Mâce, “Ṭıb”, 36; Tirmizî, “Daʿavât”, 14

[20] Muhâsibî, er-Riʿâye, s. 384-385

[21] Aclûnî, I, 143

[22] En-Necm 53/32; (Süleyman Uludağ İslâm Ansiklopedisi cild, 29, S. 24-25

[23] Said Nursi, Sözler, İstanbul, Söz Basım Yayın (s:432)

[24] Süleyman Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, 2012, s. 345-360

[25] Yusuf Sûresi 12/53

[26] el-Ahzâb, 33/43; el-Mümin, 40/7-9.

[27] Ahmet Emin Seyhan, Ebu’l-Hasan El-Harakânî’nin Nefsi Tezkiye Metodu, Turkish Studies, 2014  

[28] Âl-i İmrân Sûresi, 3:188.

[29]  Said Nursi, Sözler, İstanbul, Söz Basım Yayın (s: 313)

[30] Said Nursi, Mesnevî-i Nuriye, İstanbul, Söz Basım Yayın s:114

[31] Süleyman Uludağ TDV İslam İslâm Ansiklopedisi cild, 29, S. 24-25

[32] Kuşeyrî, s. 719

[33] el-Câsiye 45/23

[34] en-Nâziât 79/40

[35] Süleyman Uludağ TDV İslam İslâm Ansiklopedisi cild, 29, S. 24-25.

[36] Kuşeyrî, s. 269; Hücvîrî, s. 244-245; Mevlânâ, I, 135, 368; II, 20, 60, 81; III, 207, 261, 331

[37] Mesnevî, III, 27, 260

[38] Sülemî, Uṣûlü’l-Melâmetiyye, s. 151, 165, 167

[39] Hücvîrî, s. 315

[40] Süleyman Uludağ TDV İslam İslâm Ansiklopedisi cild, 29, S. 24-25

[41] İbn Sînâ, Risâle fî maʿrifeti’n-nefsi’n-nâtıḳa, XXXII/3 [1934], s. 326; Fahreddin er-Râzî, el Mebâḥis̱ü’l meşriḳıyye, II, 392-399

[42] (İbn Sînâ, eş-Şifâʾ el-İlâhiyyât, s. 369-370; Risâle fî maʿrifeti’n-nefsi’n-nâṭıḳa, XXXII/3 [1934], s. 328-329;     Ömer Türker TDV İslâm Ansiklopedisi cild, 29, S. 24-25

[43] Yûsuf 12/53

[44] İḥyâʾ, III, 59

[45] a.g.e., III, 19; İbn Haldûn, Şifâʾü’s-sâʾil, s. 31

[46] İḥyâʾ, I, 17, 71). 

[47] Süleyman Uludağ İslâm TDV İslam Ansiklopedisi cild, 29, S. 24-25

[48] Said Nursi, Mesnevî-i Nuriye, İstanbul, Söz basım Yayın, s:241

[49] Said Nursi, Mesnevî-i Nuriye, İstanbul, Söz basım Yayın, s:241

[50] K. Lahikası/ /Mektup: 148 s:287

[51] El Aclûnî, Keşfü'l-Hafâ, 1:81.

[52] Said Nursi, Mektubat, İstanbul, Söz basım Yayın, s:461

[53] Aclûnî, Keşfu`l-Hafâ`, I, 425) (Razi, XXIII, 72; Beydavi, II, 97; Bu rivayetin zayıf olduğu ifade edilmiştir. bk.    Acluni, I,424.

[54] Said Nursi,Tarihçe-i Hayat, İstanbul, Söz basım Yayın, (s:76)

[55] el-Beyhaki ez-Zühd 2/157 

[56] Ebu Davud, Edeb, 100-101

[57] Said Nursi, Lamalar, İstanbul, Söz basım Yayın, (s: 134)

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
2 Yorum