Elif GÜNEŞTEKİN
Zaman ve Odalar
Bismillah
“İ'lem Eyyühel-Aziz! İnsanın fıtraten mâlik olduğu câmiiyetin acaibindendir ki: Sâni'-i Hakîm şu küçük cisimde gayr-ı mahdud enva'-ı rahmeti tartmak için gayr-ı ma'dud mizanlar vaz'etmiştir.” Mesnevi-i Nuriye
İnsan, yaratılış itibariyle öyle câmi’ bir varlıktır ki; kâinatın bütün hakikatlerine ölçü olabilecek duygular, mizanlar ve istidatlar kendisine yerleştirilmiştir. Bu yüzden onun fıtratı, yalnızca zahiri bir varlık değil, aynı zamanda manayı tartan bir terazidir. Mesnevi-i Nuriye'deki ifadeyle:
"Sâni'-i Hakîm şu küçük cisimde gayr-ı mahdud enva'-ı rahmeti tartmak için gayr-ı ma'dud mizanlar vaz'etmiştir."
Ancak bu kadar hassas ve derin terazilerle donatılan insan, eğer Sâni'-i Hakîm'e iman etmez, kainattaki bu muazzam düzeni hikmetsiz bir tesadüfe bağlarsa, işte o zaman bu teraziler yanlış tartar, bu cihazlar boşlukta kalır.
Böyle bir durumda insan; tevahhuş, dehşet, telaş ve korku içinde kalır.
Çünkü içindeki mizanlar, rahmetin eserlerini görmek, şefkati hissetmek, hikmeti anlamak ister. Fakat o, her şeyi kör tesadüfe havale ettiğinde, artık ne rahmet görünür, ne hikmet, ne de merhamet. O zaman bu mizanlar, birer azap vasıtası hâline gelir. Bu durum, Muhâkemat’ta şu şekilde ifade ediliyor:
“Elindeki kudretin adem-i kifayetini düşünse; tevahhuş ve dehşet ve telaş ve havftan mürekkeb bir halet-i cehennem-nümun ve ciğerşikâfta kalır...”
Ve neticede insan; fıtratına muhalif bir hâle düşer. Çünkü: “Nizam-ı kâmil-i kâinatın hakikatına muhalif oluyor.” Muhâkemat
İşte bu cehennem-nümun haletten kurtuluşun tek yolu marifet-i Sâni yi netice veren tefekkurü imanidir.
İnsanın içindeki mizanlar ve fıtratında yerleşik derin yapılar, ancak Sâni-i Hakîm’in marifetiyle yani O’nu tanımak ve hikmetle iş gördüğünü idrak etmekle sükûnete kavuşur. Çünkü iman; hakikati gösterir, iç dünyayı nurlandırır ve insanı hem kendi varlığıyla hem de âlemin düzeniyle ahenkli bir uyuma eriştirir.
Bu açıdan bakıldığında, insanın iç dünyasındaki düzenlerden biri de, zamanın farklı boyutlarıyla kurduğu ilişki ve bu boyutlar arasında bilinçli bir geçiş yapabilme kabiliyetidir.
İşte bu kabiliyet, insanı diğer varlıklardan ayıran temel farklardan biridir.
Şimdi bu hakikati daha yakından tetkik edelim.
İnsanın geçmiş ve gelecek ile olan bağlantısı, onun sadece tek bir zaman diliminde sıkışıp kalmadığını, bilakis zamanın farklı katmanları arasında bilinçli bir geçiş yapma kabiliyetine sahip olduğunu gösterir. İnsan, mazi ve müstakbel arasında içsel bir koridor inşa eder; bu koridor, bir evin birbirine açılan odaları gibi, hayatın bölümlerini anlamlı bir bütün hâlinde birbirine bağlar.
Tıpkı çok odalı bir evde her odanın farklı bir işlevi olduğu gibi, insanın zamanla ilişkili bilinç alanlarında da her bölüm ayrı bir tecrübe, bir hafıza yahut bir beklentiyi taşır. Bu düzen, bir tertip ve ahenk içerir.
İşte burada "tertib" devreye girer.
Tertib, insanın yaşadığı olayları, geçmişteki hatıraları ve geleceğe dair tasavvurlarını hikmetle sıralaması; bunları kendi içinde bir nizam ve mânâ bütünlüğüne kavuşturmasıdır. Bu sadece zihinsel bir sıralama değil, aynı zamanda insanın iç dünyasındaki dengeyi kurma ve varlıkla olan bağını idrak etme sürecidir.
Çünkü insan, zamanın üç boyutuyla da irtibat hâlindedir: mazi, hal ve müstakbel. Bu boyutlar arasında sağlıklı bir geçiş yapamayan kişi, ya geçmişin esiri ya da geleceğin kaygısıyla mahkûmu hâline gelir. Oysa tertib, insanın bu zaman parçalarını bir bütün hâlinde anlamlandırmasını sağlar; böylece idrak perdeleri yavaş yavaş açılır.
İnsan ancak bu düzenle içsel hürriyetine kavuşur. Zira dağınık hatıralar, bastırılmış duygular ve kontrolsüz gelecek endişeleri, insanı fark etmeden kendi benliğinden uzaklaştırır. Tertib ise hem hafızayı hem hayali hem de tasavvuru bir merkeze toplar. Bu merkez, imanla yoğrulmuş bir tefekkür merkezidir. Bu merkezde hayat, yalnızca bir akış değil; bir mânânın seyri olur.
Ayrıca tertib, insanı cehaletten de kurtarır. Çünkü tertibin olmadığı yerde karışıklık, anlam bozulması ve idrak kaybı vardır. Her şeyin yerli yerinde olması ise, Sâni’in ilmine şehadet eden bir intizamı temsil eder. İnsanın iç dünyasında bu intizamı kurması, kendi varlığının da hikmetle yaratıldığını fark etmesini sağlar.
İlim, bu yapının merkezindedir. Zira ilim oldukça sanat yapmak kolaylaşır. İlim, insanın hem kendini hem de Rabbini tanımasına yardımcı olur; insanı, cehlin karanlık perdelerinden kurtarır. İdrak ettikçe tertib kurar, tertib kurdukça inşa olur.
Geçmiş ve gelecek arasında takılı kaldığımız, çözümlenmemiş hayat döngüleri vardır. Bunlar fark edilmedikçe devam eder. Ne zaman ki insan, bu tekrarları fark eder, yani idrak eder; işte o zaman tertib yapabilir, geçmişin zincirlerinden kurtulabilir.
Zira hâl içinde yaşarken hâlâ eski bir hatıranın kölesi olmak, hürriyetten uzaklaştırır insanı. Bu da cehlin bir türüdür ve marifet nuru ile izale edilmedikçe hicab kalkmaz. Böylece hürriyet de hakikat de perdelenir.
İnsanların hususi dünyaları olduğu gibi bu dünyalara ait hususi odaları vardır. Oda, herkes için dört duvardan ibaretken, o duvarlarda asılı olacak levhalar farklı farklıdır. O levhalar, gün içerisinde takip edilecek yolların tayin levhalarıdır. Ve o levhaların temeli, geçmiş ve gelecek arasındaki bağlantılardır.
Misal: Tek bir karıncaya bakıldığında, onun günlük rutini hep aynı işlevleri içerir. Karınca , her gün yaptığı bu faaliyeti ile kendine has bir suret kazanır. Çünkü tekrar eden işlevleri, onun formunu belirler. Başka bir işle iştigal etmediği için bütün karıncalar benzer surettedir.
Fakat insan farklıdır. Çünkü çeşitlilikle iştigal eder. Yapacağı işlerin çokluğu, onun suretini, karakterini ve levhalarını zenginleştirir.
Bu bağlamda “oda”, “levha” ve “perde” kavramları bir noktada birleşir. Her bir oda bir iç dünyadır. Bu odanın duvarlarına asılan levhalar, geçmişten gelen izlenimlerle ve geleceğe ait beklentilerle şekillenir. Ama bazen bu levhalar birer perde olur; hakikati örten, görmeyi engelleyen hicaplara dönüşür. Ancak nur-u marifetle, bu levhalar perde olmaktan çıkar; birer ayna olur, hakikati temessül ettirir.
İnsanın iç dünyasındaki bu yapı, ışık hızında bir bakışa kavuştuğunda, yani idrak nuruyla parladığında, mesafeler küçülür. Zamanın katmanları arasında bilinçli geçişler mümkün olur. Ve insan artık sadece varlıkla değil, vücudun manasıyla da irtibat kurmaya başlar.
Fen den misal vermek gerekirse; ışık hızına yaklaştıkça zaman bükülür, mesafeler daralır. İnsan da içsel olarak “farkındalık hızı”na ulaştıkça geçmişin mesafesi daralır, gelecek netleşir. Yani içsel idrak arttıkça, zaman üzerindeki dağınıklık azalır. O zaman insan maziye mahkûm değil, müstakbele hazırlıklı hâle gelir. Bu da hürriyettir; geçmiş bir hatıranın kölesi olmadan anın şuurunda yaşamak.
Ve nihayetinde bu tertip ve temkin, insanı Sâni-i Hakîm’in sanatına hayran bırakır. O’nun eserlerine gösterilen hayret ve duyulan aşk, insanı tesbihat ehli yapar. İlimle idrak ettikçe, sanatla temaşa ettikçe, insan hem rakamla hem harfle bir sûret olur. Bu sûret, sanatkârına işaret eder. Her düzen, O’nun hikmetine şehadet eder; her idrak, O’na secde eder.
İşte bu noktada insan, hem kendisini hem de kâinatı okur hâle gelir. Çünkü bu yolculuk, Sâni’in ilmine şehadet eder.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.