Elif GÜNEŞTEKİN
Hizmete bakış
Bismillah
Suyun yüzeyinde bir ayna düşünelim; lakin bu ayna camdan değil; dalgalı bir yüzeyden ibaret olsun.
Biz bu aynada kendimize bakmak arzusu ile yönelirken, bize isabet eden ışığın, bozulmadan geri dönen hâlini görmekle, vazifesini idrak etmeye başlarız.
Evet ayna bütünüyle göstermez; geleni iade eder. Dalganın hareketindeki küçüklük-büyüklük görüntüyü etkiler. Dalga bozulduğunda ise ayinedeki suret parçalanır. Lakin sudaki ışık hâlâ oradadır. Kaybolan şey ışık değil, düzendir.
Ateş de böyledir.
Karbon ve oksijen birleştiğinde ortada yeni bir “şey” oluşmaz.
Atomlar sadece daha düşük enerjili bir düzene geçer.
Aradaki fark, ısı olur; bazen ışık olur. Ateş işte bu enerji farkının tezahürü olarak görünür. Ateş tutulmaz, çünkü nesne değildir.
Dalga yakalanmaz, çünkü madde değildir.
Ses depolanmaz, çünkü süreçtir.
Kâinatta görünen birçok şey, aslında geçiş hâlindeki enerjinin suretleridir.
Bu malumlar itibariyle; Risale-i Nur’da yer alan “unsur” ve “ayna” kavramları merkeze alınarak; kâinattaki maddî ve manevî unsurların İlâhî fiillere nasıl mazhar olduğuna bakacaz. Bu çerçevede insan beyni, bilhassa ön beyin (frontal lob), ihtiyar ve sorumluluk bağlamında değerlendirilerek; kaderin adaletle okunduğu bir tecellî sahası olduğuna isaret edilecek.
Risale-i Nur’da unsur, müstakil bir fail değil; emir ve kudretin taşıyıcısı olan bir vasıtadır. Ziya, hava, su ve toprak gibi dört ana unsur; kendi başlarına bilmez, seçmez ve irade etmezler. Buna rağmen son derece muntazam, hikmetli ve şümullü fiillere mazhar olurlar.
Bu durum bize şunu gösterir:
Ayna faal değildir; fakat fiilin en parlak mazharıdır.
Unsurun kıymeti, icat etmesinde değil; Şeffafiyetinde, itaatinde ve istikrarında yatar. Hava sesi üretmez, fakat her sesi taşır. Su hayatı icat etmez, fakat her hayat ona bağlanır. Toprak sûret vermez, fakat her sûreti giyer.
Üstadım Said Nursî, Sözler’de hikmet, adalet, inayet ve merhameti “anasır-ı manevîye” olarak isimlendirir. Bu manevî unsurlar, tıpkı maddî unsurlar gibi şümullü ve kuşatıcıdır.
“Şimdi O Rezzak-ı Hakîm'in gönderdiği o madde-i latifenin etvarına bak, göreceksin ki; o maddenin zerratı bir kafile gibi küre-i havada, toprakta, suda dağılmış iken birden hareket emrini almışlar gibi bir hareket-i kasdîyi işmam eden bir keyfiyet ile toplanıyorlar. Güya onlardan herbir zerre, bir vazife ile, bir muayyen mekâna gitmek için memurdur gibi gayet muntazam toplanıyorlar.” (Sözler 523.sh - Risale-i Nur)
Bu pasajda dikkat edeceğimiz nokta; zerrenin yalnızca bir yerden bir yere hareketi değildir. Burada vurgulanan husus, zerrenin bir hâlden başka bir hâle girmesi, yani bir düzen değişimi yaşamasıdır. Zerreler başlangıçta; Havada, suda, toprakta dağınık hâlde bulunurken, bir anda maksatlı bir toplanma sergiler. Bu toplanma, fiziksel anlamda bir çekilme veya sürüklenme gibi görünse de; metnin dili, bunun basit bir mekanik hareket olmadığını hissettirir. Üstadımın ifadesiyle bu hareket, “hareket-i kasdîyi işmam eden bir keyfiyet” taşır.
Buradaki “kasd” vurgusu önemlidir. Çünkü zerre: bilmez, seçmez, hedef tayin edemez.
Buna rağmen, belirli bir hücreye, belirli bir ihtiyaca uygun şekilde ulaşır.
Bu noktada mesele, zerrenin nereden geldiği değil; hangi düzene dahil olduğu meselesine dönüşür.
Metinde geçen “cemadat âleminden mevalid âlemine geçiş”, bir mekân değişiminden ziyade, varlık mertebesi değişimi olarak okunabilir. Zerre: aynı zerredir, aynı maddî varlıktır. Lakin artık yeni bir vazifeye yönlendirilmiştir. Yeni kanunlara tâbidir. Yeni bir nizam içinde işler.
Bu anlamda “başka bir âlemden gelmek”, başka bir fizik ya da başka bir düzen içine girmek demektir. Nasıl ki bir dalga:
Suda başka, havada başka, katı yüzeyde başka şekilde temessül ediyorsa; zerre de: Unsur hâlindeyken başka, rızık hâlindeyken başka, hücre içinde başka bir düzenle işler.
Pasajda dikkat çeken bir diğer nokta, zerrenin geçtiği safhalardır: dört matbahta pişirilmesi, dört inkılaptan geçmesi, dört süzgeçten süzülmesi...
Bu ifadeler, zerrenin özünün değiştiğini değil, temessül ettiği aynaların değiştiğini gösterir. Zerre aynı zerredir; lakin havadaki rolü başka, kandaki rolü başka, hücre içindeki rolü başkadır.
“Kaybolan şey görüntü değil, düzendir.”
Zerre kaybolmaz; düzen değiştirir. Bir düzende enerji, başka bir düzende rızık, başka bir düzende hücre faaliyeti olarak görünür.
Zerrenin hareketi yalnızca muntazam değil; hedefini şaşırmayan bir hareket tarzındadır.
Bir zerre: yanlış hücreye gitmez.
İhtiyacın olmadığı organda oyalanmaz. Fazlalık oluşturmaz.
Bu, yalnızca hareket değil; isabetli bir yerleşimdir. Fiziksel kuvvetler itme–çekme açıklar; fakat neden tam o hücre? sorusunu açıklamakta yetersiz kalır.
Bu nedenle metin, zerrenin bir “fail” gibi davranmadığını; fakat failin emriyle hareket eden bir vasıta olduğunu düşündürür.
Bu pasaj ile idrak ederiz ki; zerre, fail değil. Zerre emre mazhar bir seyyah gibidir. Bu cihetle zerre kendi başına bir şey yapmaz. Lakin başka bir düzenin içinde iş görür.
Madde de zerreden sonra; insanda da, kuvveleri tetkik edelim.
Evet insanda, maddî unsur olmayan; fakat unsurların vazifesine benzeyen emr-i itibârî kuvveler vardır.
Kuvve-i akliye hava gibi mânâyı taşır, kuvve-i hayaliye su gibi temessül ettirir, kuvve-i gadabiye ateş gibi yönlendirir, kuvve-i şeheviye toprak gibi çeker ve tutar.
Lâkin bu benzetmeler hakikat değil; vazife ve mânâ cihetindendir.
Zerre fiilin maddî tarafıdır; kuvve ise fiilin mânâ tarafıdır.
Zerre nereden ve nereye suallerinin, kuvveler ise necisin suallerinin muhatabıdır.
Lakin şunu unutmamak lazım; Zerre karar vermez, Kuvve icad etmez. Bu cihetle Zerre ve Kuvve arasında bağlantı vazifeleri itibariyle birbirlerini tamamlar.
Zerre yer değiştirir, düzen değiştirir, kanuna uyar, emre mazhar olur. Kuvve de ise meyil verir, yön tayin eder, tercihe zemin hazırlar, fiilin istikametini belirler. Lakin ikisi de fail değildir.
Fail, Kudrettir.
Bu cihetle aralarındaki bağa bir mana yüklersek; zerre, fiilin yürüyen kısmı; kuvve ise, fiilin yön levhasıdır.
Zerre, maddî âlemde fiilin taşıyıcısıdır; kuvveler ise fiilin mânâ cephesini tanzim eden emr-i itibârî kuvvetlerdir.
Zerre hareket eder; fakat niçin ve nereye sorusunu cevaplayamaz.
Kuvve yön verir; fakat fiili icat edemez.
Bu sebeple fiil, ne zerrenin işi ne de kuvvenin eseridir; fiil, emrin kudretle vücut bulmasıdır.
Zerre, emre itaat eden bir seyyah; kuvveler ise o seferin mizanlarıdır.
Böylelikle Sözlerden gelen hüküm ile şunu idrak etmek lazım. Bu fani dünya, bu manevî unsurların tam hakikatlerine mazhar olamaz.
Eğer âhiret ve bâkî menziller bulunmazsa; hikmet abes olur, adalet eksik kalır, merhamet tam görünmez.
Bu da, onların hakikatini inkâr manasına gelir. Demek ki hem maddî hem manevî unsurlar, daha büyük bir hakikatin aynalarıdır.
İnsan, unsurlar âleminin zirvesinde yer alır. Çünkü: ayinedarlığı, şuurludur. Tecellîyi, idrak eder. Fiilin arkasındaki mânâyı sorgular.
Bu noktada insan bedeni, özellikle de beyni, sıradan bir biyolojik yapı olmaktan çıkar; mesuliyetin taşındığı bir sahne hâline gelir. Evet ön beyin; Muhakeme, Planlama, Ahlâkî denge, Duyarlılık gibi işlevlerin merkezidir. Lakin ihtiyar değildir.
İhtiyar, maddî olmayan, emr-i itibârî, seçmeye meyil veren bir kuvvedir.
Ön beyin, ihtiyarın fiile dönüştüğü, mizana girdiği aynadır.
Nasıl ki: hava sesi üretmez, ayna sûreti icat etmez. Ön beyin de; kararı üretmez, kararı tecellî ettirir.
Bu cihetle frontal lob hasar gördüğünde, sorumluluk azalır, ahlâkî denge bozulur.
Bu durum, iradenin yokluğunu değil; aynadaki bozulmayı gösterir.
İnsan, ihtiyarıyla tercih eder; kudret fiili yaratır; kader ise bu fiilde okunur. Ön beyin, bu okumanın adaletle gerçekleştiği mizan aynasıdır.
Ön beyin burada bir perde değil; perdenin inceldiği yer olur. Sahiplik zannı kırıldığında, geriye yalnızca “O” kalır.
Unsurdan insana, maddeden manaya uzanan bu yolculukta, beka alemine müştak bir ruh... Yüzümüzde beliren her duygu, içimizdeki düzenin geçici bir dizilimidir; tıpkı su yüzündeki dalgalar gibi… Her dalga geçer, her düzen değişir; fakat kudretin hikmeti ve nizâmı daima baki kalır. İşte insan, bu tecelli sayesinde hem kendi hâlini hem de kâinatın düzenini idrak eder; geçici suretlerin ardında kudretin kalıcı hükmünü görür, fiillerin her zerresinde İlâhî hikmetin varlığını keşfeder.
Böylece insan, hem maddî âlemin aynası olur hem de manevî tecellilerin idrakine erişir; her an, her duygu, her hareket O’nun kudret ve hikmetini işaret eden apaçık delillerdir ve ruh, bu deliller aracılığıyla hayal ile temessül eder.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.