Metin KARABAŞOĞLU

Metin KARABAŞOĞLU

Eksik resim

Yüzyılı aşkın bir zamandır, bütün dünyanın gözünü kamaştıran bir uygarlık manzarası var. Batı, işte bu manzara üzerinden kendisini ‘tarihin sonu’ diyerek takdim ediyor ve yine bu manzara üzerinden herkesi kendi tecrübesini ‘evrensel bir tecrübe’ olarak benimseyip aynı yolun yolcusu olmaya çağırıyor.

Hangi manzara bu?

Londra’nın, Paris’in, New York’un, Berlin’in, Amsterdam’ın ana caddeleri, parkları, binaları...

Osmanlı topraklarından Avrupa’ya giden birçok isim kadar, dünyanın her tarafından Batıya giden insanları da bu manzaralar büyüledi hep. Ve onları, “Biz de nasıl böyle olabiliriz?” sorusuna sürükledi. Cevap yalın ve netti: “Bizim gibi olursanız...”

İslâm dünyası, işte bu sorunun ve bu cevabın getirdiği bir esareti yaşıyor yüz küsur yıldan beri.

Oysa eksik bir resim, bunun neticesi olarak gelen yanlış bir soru ve onun kaçınılmaz sonucu olarak da yanlış bir cevap var karşımızda.

Birinciden başlayalım: resim, eksik. Çünkü bu manzara, caddeleri, meydanları, sarayları ve parklarıyla göz kamaştıran ‘Batı uygarlığı’nı değil, onun ‘vitrinini’ resmediyor. Gözümüzü bu vitrinden alıp daha gerilere, daha içeriye doğru baktığımızda ise, hem bizatihî kendi topraklarının zayıflarına, hem de bütün yerkürenin zayıflarına zulmeden bir ‘medenî’nin sûreti beliriyor karşımızda.

Meselâ İngiltere’nin dünyanın ‘süper gücü’ olarak kendisini tahkim ettiği Viktorya döneminin Londra’sını, Charles Dickens’ın romanlarında resmettiği ‘arka sokaklar’daki o sefalet ve yıkım manzaralarından soyutlayarak gördüğünüzde, ‘olduğu gibi’ görmüş olamazsınız.

Londra vitrininin ardında, Londra’nın izbe sokaklarında perişan olan kuşaklar, İskoçya’nın maden ocaklarında helâk olan nesiller, İngiliz toprak ağalarına hiçbir şey olmazken gözleri önünde nüfusunun yarısının ‘Büyük Açlık’la ölümünü görmüş İrlanda vardır.

Ve elbette Hindistan’da, Afrika’da, Amerika kıtasında, Avustralya’da sömürülen yüz milyonlar; ‘İngiliz eseri’ kıtlıklar, açlıklar ve savaşlarla telef edilen milyonlar...

Sadece İngiltere’ye mahsus bir durum değildir bu. Fransa ve Paris için, Hollanda ve Amsterdam için, Amerika ve New York için, diğerleri ve diğerleri için de aynısı geçerlidir.

İnsan manzarayı bu şekilde bütün boyutlarıyla farkettiğinde ise, ‘Nasıl böyle olabiliriz?’ sorusu, dolayısıyla da bu sorunun yüz küsur yıldan beri ‘Bizim gibi…’ diye ilerleyen cevabı da otomatikman tedavülden kalkacaktır.

Ne ile kazandığına, ne pahasına ve kime kazandırdığına bakıldığında Batı uygarlığından bizim hissemize düşen, ‘onlar gibi olmak’ değil, ‘onlar gibi olmadan’ yol almaktır.

Batı uygarlığının bu bütün resmi, bir medeniyeti doğru ölçmek için geçerli kriteri de verir elimize: Bir medeniyet, ‘güçlüler’e ne verdiğiyle değil, ‘zayıflar’a ne kazandırdığıyla, onlara neyi lâyık gördüğüyle ölçülür.

Bediüzzaman Said Nursî’nin Müslüman dünyanın Batı uygarlığına mesafeli durmasını ve soğuk bakmasını, Birinci Dünya Savaşı sonrasının şartlarında ‘kaderî bir okuma’ sunduğu “Rüyada Bir Hitabe”de şu sözlerle değerlendirmesi bu açıdan özellikle anlamlıdır: “Saadet odur ki, külle, ya eksere saadet ola. Bu ise, ekall-i kalîlindir ki, nev-i beşere rahmet olan Kur’ân, ancak umumun, lâakal ekseriyetin saadetini tazammun eden bir medeniyeti kabul eder.”

Açarsak: Küçük bir azınlığa bir ‘saadet’ bahşeden, az bir kısmına daha ‘sus payı’ kabilinden bir imkân sunan, ama bunu da kalan yüzde seksene zulmedip sömürerek, onların sefaleti pahasına gerçekleştiren bir medeniyet, Kur’ân’ın kabul edeceği bir medeniyet değildir. İnsanlık için bir rahmet olarak Kur’ân, zayıfı da gözeten; ‘bazıları’nın değil, herkesin rahatını ve mutluluğunu gözeten; kimseye kimsenin üstüne basarak yükselme hakkı tanımayan; kısacası, hakkı, adaleti ve merhameti esas tutan bir medeniyeti ancak kabul edebilir.

Ne zaman Batının ‘hakkı’ değil ‘gücü’ esas tutan, ‘haklıyı’ değil ‘güçlüyü’ aziz bilen, dolayısıyla haklı olmanın değil güçlü olmanın mücadelesini veren ‘uygarlığı’nın ‘vitrini’ ile kamaşan gözler görsem, ‘arka sokaklar’a ve ‘dünyanın kalan kısmı’na dair bu gerçekler aklıma gelir ve bir de, Cabir b. Abdullah’ın haber verdiği şu Asr-ı Saadet dersini hatırlarım:

“Resûlullah aleyhissalatu vesselâmın yanına Habeşistan muhacirleri dönünce, onlara: ‘Habeşistan diyarında gördüğünüz farklı şeylerden bana anlatmaz mısınız?’ buyurdular. Onlardan bir grup genç: ‘Elbette ey Allah’ın Resûlü!’ dediler (ve anlatmaya başladılar): ‘(Bir gün) biz otururken, onların yaşlı rahibelerinden biri, başının üstünde bir su küpü olduğu halde yanımızdan geçti, onlardan bir gence rastladı. Genç elinin birini rahibenin omuzları arasına koyup onu itti. Kadın dizlerinin üzerine düştü ve küpü kırıldı. Kadın yerden kalkınca, gence yöneldi ve: ‘Ey zalim! Allah kürsüyü kurup, evvelîn ve âhirîni toplayıp hesaba çektiği, el ve ayakların lisana gelip yaptıklarını anlattıkları (o Kıyamet gününde) sen bana yaptığın zulmün ne demek olduğunu bileceksin! Yarın Allah’ın huzurunda benim halim ile kendi halinin ne olduğunu göreceksin!’ dedi.”

Devamla Cabir der ki: “Resûlullah ‘Rahibe doğru söylemiş, rahibe doğru söylemiş. Allah, zayıfların intikamını güçlülerden almayan bir ümmeti nasıl takdis edip (günahlarından arındırır?)’ buyurdu.”

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
3 Yorum