Dünyevileşmenin zirvesi: Tamahkârlik

İnsanın dünyaya gönderilmesinin amacı rububiyete karşı, ubudiyettir. Yani insan Cenab-ı Hakk’ın aziz bir misafiri olarak süresi muayyen bir zaman dilimi içinde dünyada imtihan olmaya gönderilmiş ve imtihanın esasları da Kur’an-ı Kerim’de ve Peygamberimizin Hadis-i Şeriflerinde beyan edilmiştir. Bu esaslara göre insan, fikir, zikir ve şükür bağlamında bir takım ibadetlerle mükellef kılınmış ve bunları icra etmesi, Allah tarafından emredilmiştir. İnsann iç dünyasına kodlanan hırs ve tamahkârlık duyguları ise ibadette doyumsuzluk ve hep daha iyiye yönelme arzusu bağlamında verilmiştir. Yani insan, içinde yer alan bu duygularla ibadette ve takvada en iyisini yapmak için bu unsurları kullanmakla mükellef kılınmıştır. Oysa insan, bu duyguları uhrevileşme yerine, dünyevileşme yolunda sarfederse, o zaman fıtrata aykırı eylemler içine girmiş ve yüzünü ahiretten, dünyaya çevirerek sahip olduğu üstün değerleri hebaen mensur harcamış ve yücelikten basitliğe indirgemiş olur.

Tamahkârlık girdabına girerek basit menfaatler peşinden koşan ve doyumsuz bir hırs göstererek dört elle dünyaya sarılmak, insanın cevherini bozan; yani elmastan kömüre dönüştüren bir davranış biçimi olup, telafisi mümkün olmayan ebedi pişmanlığa kapı açar. Tamahkâr bir insan, doyumsuz ve aşırı hırslı bir insandır. Bu bağlamda geleceğini unutarak “carpediem”ciler gibi anı esas alır. Dünyaya bir defa geldiklerini varsayarak anı dolu dolu yaşama ve her zevkten faydalanma anaforuna kapılırlar. Oysa Allah “Gerçek şu ki bunlar, çarçabuk geçmekte olan dünyayı seviyorlar. Önlerinde bulunan ağır bir günü bırakıyorlar.” (İnsan Suresi, 27) buyurarak dünyanın geçici; ahiretin ise kalıcı olduğunu vurgular ve yüzümüzü ebedi hayatın güzelliklerine çevirir.

Doyumsuz bir hırsla tamahkârlık anaforuna kapılan insanlar, “Homoeconomicus” sendromu içine saplanırlar. Bu sendrom her menfaatin kendi egosunda toplanmasını esas alan bir sendromdur. Yani bir nevi hastalıktır. Bu hastalığa tutulan insanlarda “diğerkamlık” duygusu yer almaz. Bu tür insanlar, hodgam, egoist, gözü hırs bürümüş bir karakterle, menfaati için gerekirse dünyayı ateşe verirler. İşte bu yüzdendir ki, Peygamberimiz (SAV) “Doyma bilmeyen nefisten,” Allah’a sığınmıştır. Çünkü bunların yapamayacağı kötülük yoktur. Maddi menfaatine her şeyi feda ederler. Miras için en yakın akrabalarını, eşini-dostunu ve hatta anne ve babasını bile öldürme vahşetine kapılırlar. Oysa insanın ne kadar variyeti olsa da yiyeceği, giyeceği, bineceği vs. ihtiyaçları mahduttur, sınırlıdır. En sonunda gireceği kabir de oldukça dardır. O kabri genişletmek için dünyaya tamahkârlık değil; ukbaya iştiyak esastır.

Yalnız burada vurgulamak gereken önemli bir nokta vardır ki, o da şudur: İnsan elbette mal-mülk, makam-mevki, unvan gibi faktörlere sahip olacaktır ki, meşru dairede bunlara sahip olmanın bir sakıncası yoktur. Sakıncası olan şey, elinden gelenin en iyisini yaptıktan sonra kısmetine razı olmayıp, hırs ve tamahkârlık ile başkasının haklarını gasp etmek ve doyma bilmemektir. Yoksa araban olsun; hatta en iyisi olsun; yeter ki, helâl dairesinde kalsın ve kalbini onun sevgisi değil; Allah’ın sevgisi kaplasın. Bir hocamın dediği gibi, “Araban olsun ama garaja koy; kalbine koyma. Paran olsun ama kasaya koy; kalbine koyma!” Zira kalp “Ayine-i Samet” tir. Yani gönül Allah’ın tahtıdır. O tahta geçici dünyevi unsurları yerleştirme; sonu hüsran olur. Allah Hadid Suresi, 21. Ayet-i Kerimesinde “Rabbinizden olan bir mağfirete ve cennete (kavuşmak için) ‘çaba gösterip-yarışın,’ ki (o cennet) genişliği gök ile yerin genişliği gibi olup Allah’a ve Resûlü’ne iman edenler için hazırlanmıştır. İşte bu, Allah’ın fazlıdır ki, onu dilediğine verir. Allah büyük fazl sahibidir,” buyurarak, Rabbimizden nimet istememizi emrediyor. Ancak bu nimetleri isterken hırsla değil; tevekkülle istememizi buyuruyor. Bu bağlamda Cenab-ı Hak özellikle “fazl” kelimesini tercih etmiş. Yani “fazl” çok yönlü lütuf, nimet ve ikramdır. Çok yönlü olması da bu dünyaya sığışmaz. Yani öyle bir fazl isteyelim ki, bu dünyayla sınırlı kalmasın; ebedi âlemi de kuşatsın. Ebedi âlemde fazl ve kereme nail olmanın yolu da hırs ve tamahkâr olmaktan değil; tevekkül içinde Rabbinden istemekten geçer.

Burada vurgulanması gereken önemli bir husus vardır ki, o da tamahkârlık sendromunun, her seviyede insanda olabileceğidir. Bu sendromun zenginlik ya da fakirlikle bağlı bir konu olduğu söylenemez. Bu duygu nefisteki hırsın doğurduğu aşağılık bir histir. Bir insan çok zengin olsa da, bir fakirden çok tamahkârlık girdabına kapılmış olabilir ve daima hep daha fazlasını isteyip küçük hesaplar peşinde olabilir. Basit ve ani menfaatleri için her şeye tenezzül edebilir. Bu bağlamda bir hatıradan bahsetmek istiyorum. Geçenlerde bir akademisyen arkadaşım bir olaydan bahsetti. Dedi ki, bir işim için bankaya gitmiştim. Orada sıra bekleyen karı-koca iki profesör arkadaşıma rastladım. “Hayırdır, ne işiniz var bankada?” diye espri yaptım. Onlar da “İhtiyaç kredisi alacağız da onu bekliyoruz,” diye cevap verdiler. Ben de “İki profesör maaşı yetmiyor mu?” diye sordum. Onlar, “Yetmiyor!” diye karşılık verdiler. Öte yandan bir asgari ücretli işçiye, “Asgari ücretle nasıl geçiniyorsun?” diye sorulduğunda, “Allah’a şükür geçinip gidiyoruz; hatta biraz da kenara bırakıyorum,” demişti. Şimdi bu duruma ne diyeceksiniz. İki profesör maaşı yetmezken, bir asgari ücretten tasarruf ediliyorsa, bunda kazanma problemi değil; harcama problemi var demektir. Gereksiz ve tamahkâr isteklerle olur-olmaz şeylere sahip olma duygusu iki profesör maaşını yetmez hale getirebilmektedir.

Bediüzzaman ise Kastamonu Lâhikası’nda hırs ve tamahkârlık konusunda çok önemli bir noktaya temas etmektedir: “Hırs ve tamah, za'f-ı fakr noktasında teveccüh-ü nâsı celbine medar riyâkârâne vaziyet almaya sevk ediyor." Bir başka ifadesinde, "Risale-i Nur'un şakirtleri, iktisat ve kanaat ve tevekkül ve kısmetine rıza gibi, Risale-i Nur'un dersinden aldıkları izzet-i imaniye, İnşaallah onları riyadan ve dünya menfaatleri için hodfuruşluktan men eder," diyerek hırs ve tamahkârlığın insanı, bir nevi şirk-i hafi; yani gizli şirk olan riyakârlığa sevk edeceğini vurgular. Riyakârlık ise insanın düşeceği en gayri ahlâkî tutumlardan biridir.

Peygamber Efendimiz (SAV) Ebu Nuaym’dan rivayetle, hırs ve tamahkârlığın tersi olan kanaatkâr olma konusunda şöyle buyurmuştur: “Ey insanlar! Çalışma da güzel davranın! Çünkü hiçbir kul için kendisine takdir edilenden başka bir şey yoktur ve kul kendisine yazılan rızık eline geçmeden, dünyadan göç edip gidemez.”  Bu konuda Cenab-ı Hakk da Talâk Suresi 2/3. Ayetlerinde şöyle buyurur: “Kim Allah'tan korkarsa Allah ona bir çıkış yolu ihsan eder ve onu ummadığı yerden rızıklandırır. Kim Allah'a tevekkül ederse O, ona yeter.” Hal böyle olunca bize düşen hırs ve tamahkârlıkla doyma bilmeyen nefsin hilesine düşmeden, Cenab-ı Hakkın bize takdir ettiği rızkımıza ve nimetlerimize kanaat ve tevekkül etmektir.

Sonuç olarak biz dünyada misafiriz. Misafir olan kimse Bediüzzaman Hazretlerinin tabiriyle beraberinde getirmediği şeylere gönül bağlamaz; dünyayı kesben değil; kalben terk ederek helâl dairesinde kalır. Zira Helâl dairesi geniştir, keyfe kâfi gelir; harama girmeye hiç lüzum yoktur. Aksi takdirde hırs ve tamahkârlıkla dünyaya dört elle sarılıp helâl haram demeden gasp edercesine celp etmeye çalışmanın sonu hüsrandır ve mutsuzluktur. Mutsuz olduktan sonra bütün dünya senin olsa neye yarar? Böyle bir halet ölümü insana güzel göstermez; aksine dehşet alır. Bu kadar variyeti terk edip o dar kabire girmenin telaşı ve endişesi o insanı yer bitirir. Daha Cehenneme gitmeden cehennem azabı çeker.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.