Diyanet’e Bediüzzaman’ın sözünü hatırlattım

Diyanet’e Bediüzzaman’ın sözünü hatırlattım

Emekli müftü Mehmet Arslan’la (Hacı Hoca) yaptığımız röportajın birinci bölümü

Röportaj: Nurettin Huyut-Risale Haber
 
Mehmet Arslan (Hacı Hoca) Kimdir?
 
1953’de Şanlıurfa'nın Bahçeli köyünde doğar. Doğarken ismi “Hacı” olarak konur, fakat babası nüfus kaydı yaptırırken “memurlar zorluk çıkarırlar” düşüncesi ile Mehmet yazdırır. Fakat aile içinde hep Hacı olarak çağrılır. 1973 yılında imamlığa başlayınca oradan da hoca ismini alır ve ondan sonra nüfustaki adından ziyade “Hacı Hoca” olarak bilinir.
 
İlkokulu köyde bitirdikten sonra bir yıl eğitime ara verir. Daha sonra İmam Hatip okuluna kaydolur. O yıllarda İmam Hatip Okulları ortaokuldan başlamaktadır. O nedenle ortaokul ve liseyi beraber okur. 1973 senesinde İmam Hatip'i bitirir. Aynı yıl Birecik merkez Mahmut Paşa Camii'nde imam olarak çalışmaya başlar.
 
Daha sonra Ankara Üniversitesi İlahiyat fakültesini kazanır ve 1981’de mezun olur. Askerlik dönüşü altı ay Nizip'de Kur'an Kursu hocalığı, Adana'da iki yıl vaizlik, 1986 yılında 2 sene Samsat'ta ilçe müftülüğü, 1989’dan itibaren iki buçuk sene de Adıyaman'da İl müftü yardımcılığı, 6 yıl da Adıyaman İl müftüsü olarak görev yapar. Süresi dolunca 1998’de emekli olur. Üçü erkek, biri kız olmak üzere dört çocuk babası olan Mehmet Arslan Risale-i Nur gönüllüsü olarak Gaziantep’te ikamet etmektedir.
 
NAMAZINI KILDIKTAN SONRA GENÇLERLE KUR'AN OKURDUK
 
Risale-i Nurları ne zaman, nerede ve nasıl tanıdınız?
 
İlahiyat okuyan bir amcaoğlum vardı. Çok muttaki bir insandı. İlk Nur talebelerinden sayılırdı. Çok kitap okurdu. Risale-i Nurları onun vasıtasıyla tanıdım. Biz daha ortaokuldayken vefat etti. Daha doğrusu şehid oldu. Onun İmam Hatip'te okuyan bir kardeşi vardı. Hastaydı. Ona bir not bırakmıştı. Çok enteresan, “Kararan ufkumdan kara haberim gelirse şaşma! Beni sana sorarlarsa şöyle söyle; Onun gönlü her güzelin tutkusuyla tutuşan bir çöldü. Sevdi, sevildi, nihayetinde öldü.”
             
Askerlik yapıyordu. Birinin yerine nöbetteyken trafik kazası geçirdi ve şehit oldu. Onu Urfa'ya getirdiler. O zaman Süleymanpaşa Camisi vardı. Orada iki oda bulunuyordu. Bir odada Mustafa Kılıç Hoca kalıyordu, diğerinde de o amcam oğlunun kardeşleri kalıyordu. İsimleri Mustafa ve Mehmet'ti. Ben bir sene onların yanında kaldım. Orada Mustafa Hocayla beraber derslere gidip geldik. Orta birinci sınıfta Risale-i Nurları okumaya başladık.
arsla_huyut1.jpg
Birecik’e gittiğimde daha önceden bir dershane açılmış, kapanmıştı. Caminin yanındaki lojmanı dershane yaptık. Orada Eczacı Kamil vardı askere gitmişti daha sonra geldi birlikte çalıştık. Yine Allah rahmet eylesin Mehmet Temel isimli bir kardeş vardı, hastaydı ama iki sene onunla da berber olmuştuk sonra vefat etti. Daha başka gençler de vardı, onlarla beraber Birecik’te hizmetlere başlamış olduk.
 
Caminin lojmanında beş sene bekâr olarak kaldım. Daha sonra bir dershane açtık. Camide imamlığım döneminde ikindi namazını kıldıktan sonra gençlerle Kur'an okurduk. Çay içip, ikramlarda bulunurduk. Gençlere gösterdiğimiz bu yakın ilgi onların da hoşuna gitmiş olacak ki, liseden birçok talebe arkadaşlarını da alıp gelirlerdi. Hem bu gelenler lisenin en çalışkan talebelerindendi. Hatta içlerinde ödül alanlar oldu. Mesela onlardan birini biliyorum daha sonra Konya'da çocuk doktoru oldu.
 
O gençler arasında bugün Risale Haber’de yazı yazan Mehmet Nuri Bingöl vardı. Hüseyin Soysal vardı. Bunlar bölgede birinci seçildiler. Gelenler içinde İbrahim Sözmen adında bir genç vardı. O camiye gelmeye başlayınca babasının iyi bir sol görüşlü arkadaşı çayhanede kâğıt oynarken, “Senin bu oğlun Nurcuların yanına gidiyor. Onu bozacaklar” demiş. O da hiç çekinmeden, “Bırak gitsin, bak oradan çıkanların hepsi doktor veya eczacı oldular. Kültürlü insan oldular. Onlardan zarar gelmez” demiş. O adam bizim gibi düşünmemesine rağmen, oğlunu bırakıyordu. Hakikaten kısa bir zaman içinde dediği gibi oldu o çocuk gayet başarılı oldu.
 
Diyebilirm ki, o dönemde bizim oraya uğramayan genç yoktu. Çok güzel hizmetler oldu. Dershaneyi zamanla büyüttük. Hala da o hizmetler devam ediyor. Birecik küçük bir ilçe olmasına rağmen büyük hizmetler oldu.
 
Ankara Üniversitesi İlahiyat fakültesinin İlk üç senesini devam etmeden okudum, fakat daha sonra “devam etmen gerek” dediler. Buna rağmen çalıştığım için çok fazla devam etmeden idare ettim ve bitirdim. Anlatsam uzun hikâye, Allah'ın bir lütfu, Risale-i Nurların kerameti sayesinde telefonla eğitim gibi bir şey oldu bizimkisi. Çok enteresan bir maceraydı. Allah da yardım etti, sene kaybı olmadan 1981 yılında bitirdim.
 
Resmi olarak çalıştığım yerlerde Allah nasip etti hep hizmetle iç içe bulundum. Ancak bir müftünün fiili olarak cemaatin içinde olması zordu. Hizmete engel oluyordu. O sebeple emeklilik süresinin dolduğu gün dilekçe verdim ve 1998’de emekli oldum.
 
AĞABEYLER ÇOK ŞEFKAT GÖSTERİYORDU GENÇLERE
 
Yetmişli yılların hizmetlerinden biraz bahseder misin? O zamanki hizmetler nasıldı?
 
O zaman hizmetlerdeki şevk bence daha farklıydı. Piknikler, geziler gençleri çok şevklendiriyor ve hizmete bağlıyordu. Aynısını biz Birecik'te de uyguluyorduk. Bir de ağabeyler çok şefkat gösteriyordu gençlere. Mesela Mustafa Hoca bana ortaokul ikide Lem'alar kitabını vermişti. Ben anlamıyordum ama Hocam vermiş diye okuyup bitirdim. Ağabeyler çok ilgileniyorlardı. Mesela İsmail Şentürk vardı. Onlar da her zaman dershaneye gelir giderlerdi.
arslan1.jpg
O dönemde Abdülkadir Badıllı ağabey'de vardı değil mi?
 
Evet vardı. Bazen biz Badıllı ağabeyin yanına giderdik. Orada Zehraiye camisinde Mustafa Sungur ağabey gelmişti ben de orada kalıyordum. Cemaatin bir birlik ve beraberliği vardı. Badıllı ağabeyin ağırlığı vardı. Hem de kendini yetiştirmişti. Büyük bir ilmi vardı. Üstadla görüşmüş olmanın da bir etkisi vardı. Mesela biz Urfa’da öğrenciyken Badıllı ağabeyi görürdük. Yolda giderken başında külahı, elinde risalesi... Bir şeyh gibi, bir aşiret reisi gibi, dik dik yürürdü. Hakikaten çok farklı bir insandı. Hala da öyledir.
 
Mustafa Kılıç Hocayla ilgili hatıralarınız var mı?
 
Onunla beraber kalmadım tabii. Onun odası yandaydı, benimki ayrıydı. Daha sonra kendi evime geçtim. Ama irtibatı kesmeden her sabah namazından sonra Dergâh’a yakın olan büyük yolun oradan kalkıp gelirdik. Tahminen iki kilometreden fazla bir yolu yürüyüp gelirdik. Bir iki arkadaş daha vardı yanımda onları da getirirdim. Mustafa Hoca gelip ders yapardı. Cemaatten de çok arkadaş gelirdi. Hakikaten hizmetlere bağlanmamız için o derslerin devamı bize çok şevk ve gayret vermişti. İmamlık yapana kadar böyle devam etti. İmamlık yaptığım o beş yıl talebelerle birlikteliğimiz bizi hayli yetiştirdi. 
 
Daha sonra Eczacı Kamil Bey askerden geldi. Onun arabası vardı. Biz her hafta bir ile, bir ilçeye gidiyorduk. Ta Elbistan'a, Maraş'a kadar, Adıyaman'a, Urfa'ya kadar gidiyorduk. Yılda bir iki defa üç beş kişiyle Türkiye turu yapıyorduk. O da ben de bekârdık. Rahatça geziyorduk. Böylece etrafımızda çok gençler toplandı. Yani eğer mesai dışında biraz daha gayret sarf ederse insan, hakikaten çok güzel hizmetlere vesile oluyor.
 
URFA’DAKİ BEDİÜZZAMAN MEVLİTLERİ
 
Biraz bize o günkü Bediüzzaman Mevlitlerinden bahseder misin? O günkü şartlarda mevlitler nasıl oluyordu?
 
Urfa mevlidi, Üstad hazretlerinin vefat yıldönümü olarak yapılmaya başlandı. Yani Ramazan ayının 25. gününü, 26. gününe bağlayan gece... Her sene o mevlit yapılıyordu. Hakikaten ilk başlarda, öğrenciyken ve daha sonra memurken, çok şevkli ve çok heyecanlı oluyordu. Cemaatin çoğu da birbirini tanıyordu. Bir buluşma gibi oluyordu. Büyük bir muhabbet zemini oluşuyordu. Daha önce Ulu Cami'de yapılıyordu. O sokaklar insanla dolup taşıyordu.
 
Tahiri Mutlu ağabey geldi mi hiç?
 
Tahiri ağabeyi ben İstanbul'da ziyaret ettim. İstanbul'da görüştük. Orada Mustafa Sungur ağabey, Bayram Yüksel ağabey, Abdullah Yeğin ağabeylerle görüştüm.
 
Urfa şimdi de söylendiği gibi kardeşlik merkezi gibi “Haliliye” adıyla da anılıyor.
 
Hakikaten öyle. Bizim cemaatlerimizin ayrı kulvarlarda hizmet etme olayı başladığında bile Urfa bir platform gibi bir araya gelme, görüşme, birleşme yeri olmuştur. Hatta şu son dönemlerde bile, 1980’lerden sonra özellikle mevlide destek vermek için bir araya geliyorlar. Üç dört tane Nur cemaati birleşip hizmeti göğüslüyor. O “Haliliye” anlayışı gerçekten oraya sirayet etmiş. Risale-i Nurla ilgisi olmayan halk bile evinde misafir ağırlıyor. Sonuçta Bediüzzaman’ı herkes tanıyor, biliyor. Gelenleri iftara davet edip, evlerinde yatırıyorlar. Bu büyük bir hizmete vesile oldu/oluyor inşallah. Hatta dışarıdan gelenler için büyük bir şans oldu bu mevlitler.
 
Hz. İbrahim'in dostluk anlayışı Urfa’da hemen her evde var demek ki?
 
Evet var.  Bu çok farklı bir şey… Ben 1984 yılında karayoluyla hacca giderken şahit oldum. Karayolu ile Hacca gidenler orada birkaç gece konaklıyorlar. Mesela diyelim ki Karadeniz’den, Orta Anadolu’dan, batıdan gelmiş bu hacılar. Önce Urfa’ya uğrayıp, ardından hacca geliyorlardı.
 
Öyle bir gelenek mi varmış?
 
Evet, işte o karayolu ile gelen hacıları da Urfalılar evlerinde misafir ederlerdi. Akşam ağırlayıp, yemek yedirirlerdi. Urfa’nın öyle bir özelliği var. Üstad’ın dediği gibi Türkiye’nin Medine’sidir. Ve Alem-i islam’ın da ileri de merkezi olacak inşallah.
 
Üstad Medresetüzzehra projesi için, Arapça vacip, Kürtçe caiz, Türkçe lazım demiş ya, birleştirmiş. Mesela Urfa’nın merkezinde bu durum var. Yerli halk bir kısmı Kürtçe bilmezler ve Kürt değiller. Esnaf oldukları için köylülerle falan konuşurken bir miktar öğreniyorlar. Bir kısmı da Kürt, bir kısmı da Arap... Bu üç millet var Urfa'da. Mesela, Harran, Akçakale, Viranşehir'in bir kısmı, Suruç'un bir kısmı Arap. Diğer ilçelerde Kürt, merkezde de Türkler var.
 
İlahiyattan sonra müftülüğe nasıl başladınız?
 
1984 yılında Osmaniye Bahçe'de göreve başladım.
 
DİYANET’E BEDİÜZZAMAN’IN SÖZÜNÜ HATIRLATTIM
 
Diyanetin Risale-i Nurlara bakışı nasıl? Bildiğimiz kadarıyla çok fazla ilgili değiller. Bu kurumdan emekli olduğunuza göre bunun nedenlerini biliyor musunuz?
 
Bu bir devlet politikası olarak belki de Diyanet'e yansımış. Bediüzzaman ve Risalelere karşı biraz daha resmi bir duruş var. Ama şahsi ilişkilerimizde o duruşu kırmaya çalışıyorduk. Hatta bazı toplantılarda İl Müftüleri ve Din İşleri Yüksek kurulu üyelerinin katıldığı toplantılarda açılım o zaman da konuşuluyordu. İşte; “Bazı hizmetleri nasıl götürürüz” diye. Tabii guruplara ayrılmıştık. Selahaddin isimli biriydi bizim gurup başkanımız. Ben ona, “Herkes bir fikir öne sürüyor. Bediüzzaman diyor ki mealen, ‘Her milletin kendi dilini bilen birisiyle yönetilmesi daha iyidir’ gibi şeyler söyledim. Hemen kapattı orayı. Umumi toplantıda da gene o şekilde bir şeyler konuştum. O zaman Yaşar İşcan vardı. Ben lavaboya gittiğimde arkamdan gelmiş, ‘Hocam senin o söylediğin şey nedir?’ diye sordu. Çok dikkat çekmişti yani.
arslan2.jpg
Güneydoğu ve Doğu illerinde oradaki halkın dilini bilen insanların hitap etmesi daha uygundur diyorsunuz öyle mi?
 
Tabii ki. Mesela şu an Şırnak'ta Abdullah Hocamız var. Halen orada müftü… Bu Hoca oradaki insanlarla hemhal olmuş. Zaten oralı... Kültürünü biliyor. Dilini de biliyor. Diğer dışarıdan gelen insanlar eğer oranın dilini, kültürünü bilmiyorsa orada çok etkili olamıyor. Onlarla kaynaşması sorun oluyor. O noktada Bediüzzaman’ın tavsiyesi var. Ki, Diyanetin de buna dikkat etmesi lazım.
 
Son zamanlarda kısmen buna dikkat ediliyor ama yeterli değil. Şu an mesela Urfa'ya hiç Kürtçe bilmeyen bir Müftünün atanması uygun değil. Özellikle Arapça bilecek biri olması lazım. Orada alim insanlar çoktur. Yine Batman'a, Şırnak'a vs. diğer illere oraların diliyle konuşan müftüler, hocalar atanması uygun olur kanaatindeyim. Örf ve adetleri iyi bilmeleri lazım…
 
Şunu da söyledik onlara, “Risale-i Nur asrı saadeti tam olarak yansıttığı için, İslam kardeşliğini pekiştiren bir hakikattir.” Yani maahaza ırkçılık Risale-i Nur'da hiç yok. Vatanını, milletini, akrabanı sevmek, o ayrı. İslamiyet insanları bir vücudun azaları gibi kaynaştırmış. Risale-i Nur bu asırda İslamiyet’in tam tecellisi desek yerinde konuşmuş oluruz.
 
Yani Edirne'deki bir Nur talebesi ile Van'daki bir Nur talebesi birbiriyle kaynaştığı gibi, Van'daki bir Nur talebesiyle Edirne'deki bir tarikat ehli birbirini kucaklıyor. Tüm Türkiye birbiriyle dost, düşmanlık hissi yok. Mesela İstanbul'daki, Afyon'daki bir Türkle, şarktaki ehli iman bir Kürt kardeş oluyor. Bu şuuru Risale-i Nur veriyor. Mesela Doğu'da bakıyorsun bir çok alim var. Adam Kürtçü... Menfi ideolojileri savunan bir duruma gelmiş. Yani acıyor insan. Risale-i Nur'dan haberi olan insan o yanlışı düzeltiyor. Devlet Risale-i Nur'u, Üstad da öyle söylüyor ya, Risale-i Nur hizmetini Diyanet kendi eliyle yayması lazım. Eğer birliği, beraberliği, kardeşliği istiyorsa, bu anarşinin ortadan kalkmasını istiyorsa bu hakikatleri yayması lazım. Devletin bunu Diyanet eliyle yaptırması lazım… 

(Devam edecek)