Serdar BİLGİN

Serdar BİLGİN

Din sosyolojisinde bireysel ve toplumsal farklılıklara tearüf yaklaşımı

Konumuzda geçen bazı ifadeleri tanımlayarak sözlerime başlamak istiyorum. Bireysel ve toplumsal farklılıkları; ırk, din, kültür, kalıtsal özellikler, fiziksel ve zihinsel yetenekler, yaş, cinsiyet ve diğer karakteristiklerden doğan deneyimlerin ve bakış açılarının çeşitliliği olarak ifade edebiliriz. Sözünü ettiğimiz farklılıkların toplumlarda ortaya çıkması fıtridir, ayrıca bu farklılıkların bazıları dil, ırk gibi son derece somut farklılıklar iken bazıları ise bakış açısı, inanç ve değerler gibi oldukça soyut farklılıklardır. Aynı yere bakmak ya da aynı anneden doğmak aynı bakış açısına sahip olmamıza gerekçe olamaz. İnsanın özgün ve özel bir yapısı vardır. Kur’an da insanın bu özgün ve özel yapısının korunmasından yana bir tavır belirler. Bir duvara tuğla oluruz ancak pişmiş kilden ya da kiremittendir hammaddemiz, rengimiz ve şeklimiz de farklıdır. Duvar bir sosyal yapıdır, tuğla ise bireydir. Hepimiz bir duvarda aynı tuğlalar değiliz, olamayız da… Toplum, bireysel farklılıklarımıza kapı aralamak mecburiyetindedir.

Her toplumda bireyler; ister biyolojik, ister kazanılmış olsun söz konusu bu farklılıklarına göre sosyal ayırımlarla farklılaşırlar. Bireyler sosyalleşme süreci içerisinde bu farklılıkları öğrenerek hem kendini tanımlar hem de diğer insanlarla olan ilişkilerini bu tanım çerçevesinde şekillendirir. Bireysel farklılıklar bu süreçte sosyal bir mahiyet kazanır ve toplumlara hiyerarşik bir yapı kazandırır. İşte bu hiyerarşik yapının kuşkusuz en genel ve önemli tezahürü ‘tabakalaşma’ olgusu ve bu olguya bağlı olarak ortaya çıkan toplumsal sınıflardır.

Toplumsal farklılaşma dikey ve yatay olmak üzere iki şekilde karşımıza çıkıyor. Bir toplumdaki yatay farklılaşma çoğulculuk göstergesi iken dikey farklılaşma eşitsizliği netice verir. Yatay farklılaşma sembolik değişkenler itibariyle farklı gruplarda yer alıyor olmasını ifade ediyor iken; dikey farklılaşma ise derecelendirilmiş değişkenlerle dağıtılan toplumsal statülere göndermede bulunur. Örneğin spor kulübü ya da siyasi parti taraftarlığı, yatay farklılaşmanın göstergelerindendir ve bu gibi yerlerde çoğulculuk ilkesine göre hareket edilmelidir. Sağlık çalışanları içinde hekim ve hemşire ya da işyerindeki patron, işçi şeklindeki toplumsal konum farklılaşması ve statü derecelenmesi ise dikey farklılaşması olarak tanımlanır ve eşitsizlik bu farklılaşma içinde doğar.

Bireysel farklılıkların dikkate alınmadığı, bir duvarda her bireyin aynı tuğla olarak, tek tip tasavvur edildiği birçok beşeri ve sosyolojik fikirlerin aksine Kur' an, bireysel ve toplumsal farklılıkları olduğu gibi kabul eder, insanın ve toplumun organik yapısını bozmaz. Toplumun görev, statü ve fonksiyon bakımından farklılaşan bütün bireylerine, bütün toplumlara, bütün insanlara hitap eder.

Bu nedenle Kur’ân, sosyolojik açıdan yapısal ve değersel farklılıkları bünyesinde barındıran toplumlarla, içinde dikey ya da yatay olarak farklılaşan sosyal grupların arasında bir ayrım yapmaz. O, mevcut bulunan farklılıklara işaret edip onlarla ilgili teklifini yaparak esasen toplumsal bütünleşmenin esaslarını ortaya koyar. Kur’ân’ın, toplumsal farklılıklara getirdiği izah, hem o farklılığı meşrulaştırmakta, hem de farklılığın nasıl anlaşılması gerektiği konusunda izah getirmektedir. Kur’ân’ın farklılıklar karşısında teklifi “tearüftür.” Günümüz ifadesiyle; kültürleşmeye, sosyalleşmeye tekabül etmektedir.

Tearüf, insanların, toplum olarak karşılıklı biçimde birbirlerini yakından tanıyarak yardımlaşmaları anlamına gelir ki, bunun karşıt anlamı; karşılıklı olarak birbirlerini inkâr etmek, yadırgamak, küçümsemek ve tanımamak anlamında tenâkürdür. Allah, farklı toplumlar üzerinden evrene yaydığı farklı hikmet ve rahmet esintilerini tearüf fiili ile insanlara hissettirmek istemektedir. Daha açık ifade ile Allah insanlardan Kur’ân’da sunulan bakış açısından hareketle birbirleriyle iletişime geçmelerini, birbirlerini dinleyerek kendi eksiklerini görüp tamamlama noktasında hareket etmelerini, kaynaşmalarını istemekte, tearüf kavramını evrensel bir paradigma olarak bize sunmaktadır.

Bu evrensel paradigma çerçevesinde cinsel, ırksal, dilsel farklılıkların çatışmaya neden olduğu bir dönemde nazil olan Kur’ân; bireysel ve toplumsal farklılıkların ilahi bir iradeye beşeri maslahata ve faydaya matuf olduğunu vurgulamakla işe başlamıştır. Kur’ân’ın bu evrensel mesajı, fizikî ayrılıklar sebebiyle insanlar ve toplumlar arasında derin kastların oluştuğu, bireysel ve toplumsal eşitsizliğin sosyal hayatta en etkin belirleyici öğe olduğu, “irtica ve cehalet” içerisinde kıvranan bir döneme rastlaması, sosyal yapının inşası sürecinde bize önemli bir mesaj vermektedir. Yüzyıllar öncesi bize verilen bu mesajlardan habersiz yaşıyor, Müslüman olarak sosyal yapının inşa sürecinde sunulan çözüm önerilerini yanlış yerde aramanın sancılarını çekiyor, Kur’an öncesi topluma iltica ediyor, zamanı ve fikri sabitliyor, irticaya kapı aralıyoruz.

Malumunuz Kur’an, kâinatı anlamanın rehberi ve beşeriyetin el kitabıdır. Her asırda, her cemiyette İslami temel kaynakları yeniden okumamız ve oradaki esas değerlerden hayatımızı yeniden inşa etmemiz gerekiyor. Ama ne yazık ki bu inşa sürecini İslam’la yapamadığımızdan sosyal hayatımızda boşluklar meydana geliyor, eksikler ortaya çıkıyor. Zaman ve hayat bir nehir gibi durmadan akıyor. Sürekli yeni ihtiyaçlar doğuruyor, yeni meseleler ortaya çıkıyor ve bunları çözmek gerekiyor. Medeniyetimiz uzun zamandır keşifler yapamıyor. Hakikati araştırmada, ilimlerde, iktisatta, devlet idaresinde, hatta sivil toplum (cemiyet) inşa etmekte esası tayin edemiyor, usul ihdas edemiyor, model ortaya koyamıyor. Bu yüzden de yeni bir şey üretemiyoruz, değerlerimizden kopuyoruz.  Mesleki ve beceri anlamda yetkin olmayan insanlar yetiştiriyor, tükeniyoruz, tüketiyoruz; sadece maddi olarak değil manevi ve kültürel mirasımızı da tüketiyor, atalarımızı ya da dünya hayatını düzenlemekte bizden ileri medeniyetleri taklit ederek yaşıyoruz. Hayatımızı devam ettirmekte keşfin yerini taklide bırakıyoruz. Böylece ya Batı’ya bağımlı hale geliyoruz ya da geçmişte yaşamaya mahkûm oluyoruz. “İrtica ve cehalet”  işte tam bu noktada başlıyor. “İrtica ve cehalet ” ruhuyla inşa ettiğimiz sosyal yapı; İslami ve insani değerler ışığında ıslah edilmeyi bekliyor.

Ahir zaman olarak ifade ettiğimiz asrın bu buhranları karşısında   “Eski hâl muhal; ya yeni hâl veya izmihlâl..." nidası ile imanı ve ilmi yeniden ihya etmeye, “irtica ve cehalet”  içinde kıvranan bir asrın dirilişine kapı aralamaya çalışan bu asrın müceddidi Said Nursi’nin mücadelesine hepimiz şahidiz. Risale-i Nur okuyucusu olarak hem kâinatı hem de insanı okuyor, anlamaya çalışıyoruz. Farklı renkte çiçeklerin tozlaştığı, farklı dillerin bir arada hayat bulduğu ve meyvelerinin insanlığın hizmetine adandığı bir bahçeye tanıklık ediyoruz. Kâinatın büyük bir insan; insanın ise kâinatın bir özeti, minyatürü olduğunu görüyoruz. Kâinattaki tüm farklılıkların, zıtlıkların birbiriyle örülüp uyumlu hale geldiğini görüyor, farklılıklara tebessüm ediyoruz.

Güneşten başlayarak pireye kadar yaratılan tüm unsurların, ölçülülüğün ve ince bir hesabın yansıması olan adalet ve tenasüp içinde bir çalışma prensibine sahip olduklarını görüyoruz, sosyal yapı içerisinde de aynı çalışma prensibinin geçerli olduğunu anlıyoruz, farklılıktaki birliğin hayatın kaynağı olduğunu idrak ediyoruz. Sosyoloji ilminin Fizik, Kimya, Biyoloji vb. ilimlerle olan tenasüp ilişkisi tam da bu noktada ortaya çıkıyor. O halde sosyal yapıyı meydana getiren unsurlar, tıpkı Kâinattaki gibi bir araya gelip örülüp birbiriyle uyumlu hale gelmedikçe bir toplum değil, karmakarışık bir birikinti meydana getirirler.  Bir musiki eserini/besteyi mümkün kılan, farklı notaların varlığıdır.  Tek başına bir müzik notasının bir besteye imkân vermemesi gibi, farklılıkların değerli görülmediği bir yerde de toplum fikrinden bahsetmek mümkün değildir.

Allah, her yarattığı varlığa bir hakikat vermiştir. Bu hakikatin aslı da kendi isim ve sıfatlarıdır. Esmanın farklılıkları, unsurlardaki çeşitliliği ortaya çıkardığı, bu çeşitli ve farklı unsurların da hayatı netice verdiği gerçeği, farklı kabiliyet ve kimliklerdeki insanların bir araya gelerek toplumsal hayatı ortaya çıkarmalarına benzemektedir.

Toplum fikrinin en önemli tanımlayıcıları, farklılıkların ‘doğal’ karşılanması ve ‘bütün’lük fikrinin gelişmiş olmasıdır. Toplum temelde farklı bireyleri, kültürleri, dinleri, vs. içinde ‘doğal olarak’ barındıran bir ‘bütün’dür. O nedenle Kur’ân, toplumun fıtri düsturlarını, toplumsal bütünleşmenin esaslarını ortaya koyar, zıtların rekabetinden ve mukabelesinden istifade etmenin yollarını anlatır. Her farklılığın ilahi bir inşa sonucu varlık bulduğunu ifade eder, bireysel ve toplumsal farklılıklara bundan öte bir değer yüklemez. Bu bağlamda ırk, dil, etnik ve kültürel farklılıklara, Allah’ın esma ve sıfatlarını, varlıkta tecelli ettiren birer ilâhî işaret (ayet) olarak bakar ve kulağımıza “tualin de tualdeki bütün renklerin de Allah’a baktığını.“ fısıldar.

Kâinattaki her şey Allah’a bakar. Bu noktada Kur’an, bireyleri vahdet ve tevhit idraki ile terbiye edilmiş bir cemiyet tasavvur eder, alt-üst tezadını, sen-ben-sınıf-grup kavgalarını ve bireysel ve toplumsal farklılıklardan doğan bütün ayrılıkları yok edildiği, bireyin ve toplumun hiç kimsenin, hiçbir grubun ya da ırkın;  zulüm, şiddet ve ayaklanma hareketinden korkmadığı, korkulmadığı ve mahzun olmadığı bir emniyet ve saadet atmosferi oluşturur.

Böyle bir cemiyet tasavvurunda hiç bir kutuplaşma, dağılma ve istismar kalmaz. Birey; göz, kulak gibi uzuvlarla ziynetleşmiş yüzünü, Hakk’a yöneltir; gözündeki, kulağındaki perdeleri kaldırarak, kendinden ayrı-farklı gördüğü diğer insanları kendisi ile birlikte Hak vücuduna mensup görür, aynı vahdet realitesinde kaynaştırır.

O nedenle Kur’ân, sosyal yapıyı tevhit ve vahdet ekseninde inşa eder. Tevhit; Allah'tan başka ilâh olmadığına şahitlik etmek O'nun her şeyi yaratan tek Yaratıcı, her olayın ilk sebebi, her şeyin en sonu, yani ezelî ve ebedî olduğunu tüm varlığıyla benimsemek demektir. Kâinattaki her şey insan için; insan da Rabbi için yaratılmıştır. Tevhit ve vahdet olmadan sosyal yapının inşası mümkün değildir. Tevhit, farklı unsurları birbirine bağlarken, onlara kendi kalıbıyla tesir eder. Çeşitlilikleri ve farklılıkları büyük bir kazanım ve zenginlik olarak kabul eder; bir bütün haline dönüştürür; en yüce varlık olan Hâlık'ın vahdaniyetinde toplumunu birbirine bağlar ve kenetler. Tevhit; Allah için, Allah adına sevginin neşvünema bulduğu insanı;  hak ve hukukunu önceleyen birlik toplumunu modelleştirir, âlemşümul bir düzeni tasvir ve tasavvur eder.

Kur’an’ın âlemşümul bir düzeni tasvir ve tasavvur içerisinde;  din, milliyet ve görüş farklılığı gibi hususlar engellenmez, aksine Kur’an var olan realiteyi olduğu gibi kabul eder. “Allah’ın gökleri ve yeri yaratması, dillerinizin ve renklerinizin farklılığı da O’nun mucizevi işaretlerindendir. Şüphesiz bu farklılık ancak âlimler için bir değer taşımaktadır. “ ayeti farklılıkları ilahî iradenin bir tecellisi olarak tanımlamakta ve bir değer yükleyerek bize sunmaktadır. Aynı şekilde ayet;  farklılıkların çatışmanın değil işbirliğinin ve dayanışarak daha iyi bir yaşam inşa etmenin zorunlu şartı olduğunu, bunu da ancak bilgin bir zihnin fark edilebileceğini beyan eder, evrensel kardeşlik ruhu ile her türlü ayrımcı duygu ve düşünceyi yok eder.

“Ey insanlar; doğrusu Biz, sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışasınız diye sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Gerçekten Allah katında en değerliniz; Oʹndan en çok korkanınızdır. Şüphesiz ki Allah; Âlim’dir, Habirʹdir. ”

Kur’an, insanlar arasındaki bireysel farklılıkları ayrılık ve çatışmadan ziyade insanların birbiriyle tanışması zemininde ele almaktadır.  Dolayısıyla birbirleriyle çatışma yerine tanışma ve hayır konusunda birbiriyle yarışma İslâm’ın insana yönelik temel bir yaklaşımıdır. Bu bağlamda evrendeki farklı farklı unsurlardan tevhide çıkması için insanı, evrendeki ayetleri okumaya davet eden Kur’ân; farklı farklı toplumların hem kendi içlerindeki hem de kendileri haricindeki sosyal farklılıkları görüp tearüf yoluna gitmelerini istemektedir. Söze başlarken “irtica ve cehalet” çerçevesinde çizdiğimiz olumsuz genel portrenin nedeni İslam dünyasının sadece kevnî ayetleri okuyamaması değil; aynı zamanda toplum hayatında tearüf ufkuna çıkamaması olduğunu da ifade edip sözlerimi bitirmek istiyorum. Dinî ve ahlakî ilkelerimizi Kur’an hazinesinden asrın idrakine sunmamıza Allah’ın bizi, bizleri vesile kılması duasıyla…

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
1 Yorum