Dilden dile-2

Gönülden dile aktarma yaparken, dilin yani lisanın dış alemle olan tutarlılığı ile beraber kendi iç mantığını da doğru şekilde kurgulamak lazım. Bu herkesin bildiği bir kural ve temel taş olduğu halde çoğumuz önemsemeyiz, konuşulan günlük dilde dikkate almayız. Hatta edebi metin sayılacak eserlerde bile umursamazca geçildiği görülür.

“Önce kendi terimlerimizi belirlemeliyiz” der dilbilimci Samuel İchi Hayakawa. Yoksa ne olur? Kavram kargaşası olur, iletişim kopar, anlaşmazlık çıkar. “Anlatamadım, ben öyle demek istemedim”le başlayan bir sürü açıklamalar, izahatlar dökülür dilimizden. Terimler üzerinde mutabakat, consensus sağlanmış olsa bile dilin mantığını kuramazsak yine kaos ve karmaşa sarar her yanımızı.

Düşünün ki kullanılan dilin kelimelerinden, cümle kuruluş şekillerine kadar her alanda bir yapı zenginliğine sahip olması gerekir. Mesela, soyut kavramlara dair kelime yapısı yetersiz olan veya uyduruk olup diğer yakın anlamlardan farklı bir anlam taşımayan kelimelerle felsefe yapılmaz, yapılamaz. Tasa, kaygı, endişe, sıkıntı, üzüntü, ızdırap vb. yirmiden fazla olan psikolojik halleri getirip de tek bir “Stres” kelimesiyle ifadeye çalışmak, kelime fukaralığının yanında fikir fukaralığının bir göstergesidir. Öyle her psikolojik, sosyolojik, edebi ya da felsefedeki epistemelojik, ontolojik ve estetik bahislerde geçen bir nesneye sadece hep “Güzel” deyip geçmek tam bir felakettir. Böyleleri bir çiçeğe de güzel derler, bir çorbanın tadına da güzel derler, bir şiire de güzel derler. Her şeye güzel derler. Başka kelime yoktur güzelden başka.

Divan şairi Nedim’in “Mest-i nâzım kim büyüttü böyle bî-pervâ seni” cümlesini tercüme eden lise öğrencisi “Ey sarhoş Nazım, seni kim böyle korkusuz yetiştirdi?” şeklinde günümüz Türkçesine çevirdiğine göre bırakın felsefe yapmayı, edebiyat bile yapamaz hale geliriz. Sevmeyi, âşık olmayı “hoşlanmak” diye dile getiren bir yetişkinden estetik ve edebî dünyada ne bekleyebilirsiniz ki.

Yazımızın üst bölümlerinde “Başucunda mırıldanmak”dan bahsettiğimiz için oradan referans alarak bir örnek verelim. “Adam, büyük bir fısıltıyla haykırdı.” Bu cümle hemen sizi tebessüm ettirir. Hal zarfı olan fısıltı, haykırmak fiilinin/yükleminin nitelemesi olmuştur. Hepimizin bildiği Anlatım Bozukluğu vardır burada. Yapısalcı anlayışa göre, dilbilim açısından bir anormallik yoktur. Cümlenin ögeleri vardır ve yerindedir. Yapısalcılığın piri olan Ferdinand de Saussure, Claude Levi-Staruss veya Jacopson ne der buna ilerideki bölümlerde temas edeceğiz. Onlardan önce var olan Aristo, Abdülkahir Cürcani, Ebu Bişr Metta, Ebu Said es-Sirafî, Yahya bin Adîy, Sibeveyh gibi onlarca dilbilimcilere de zaman zaman uğrayacağız ve referans alacağız.

Ama öncelikle dillerin ortalama mantık kurgulamasına dayanarak biraz felsefî çıkarımlar yapmakta fayda var. Yoksa “Seni bir daha sevdim” ile “Seni daha bir sevdim” gibi ya da  “Zaman hızlı geçiyor” demek yerine “Zaman su gibi akıyor, zaman şimşek gibi geçiyor, zaman rüzgar gibi geçti” ifadelerinin farkını bağlamlarına göre inceleyen Anlambilimsel okyanuslara açılamayız.

(Devam edecek)

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
5 Yorum