Ders-i veda

Son devrin son Müceddid’in son dersi...
Bu ders son ağacın meyvesi değildir.
Olsa olsa meyvenin çekirdeğidir.
İçinde bir insanlık destanı saklıdır.
Bir davanın krokisi, hatta kriptoları gizlidir.
Adeta çağa hükmetmenin metodudur.
Bu dersin veriş şekli hep hayalimde canlanır durur.
***
Bediüzzaman Ankara’dadır. Ankara ülkenin kalbidir.
Lümme-i şeytaniye ile latife-i Rabbaniye’yi hatırlatır, bir devrin renk cümbüşünde kapkara bir ortamdan aydınlığa giden ışık huzmelerinin işaret ettiği bir sahrada yaklaşan gölgeler, dikkat çekmektedir.
Önceleri boğucu bir zulümat sonraları gölgeler yaklaştıkça artan ışıklar.
Gölgeler yaklaştıkça karanlıklar ışığa dönmekte etrafta kara dumanlardan oluşan bir sis dağılmaktadır.
Sis dağıldıkça ortada insanlar gözükmekte ve hepsi birden karanlığı delen ışığın içindeki gölgelere bakmaktadır.
Gölgeler yaklaştıkça meydan genişlemekte, meydan genişlendikçe kalabalık çoğalmaktadır.
Önce dağınık bir gurup gözükür sonra peş peşe düzgün saflar oluşturan uçsuz bucaksız bir sahrada sayısız insan manzaraları...

Ve karanlıktan aydınlığa doğru yaklaşan gölgelerin içinde yaşlı bir adam...
Başında sarığı sırtında cübbesi ile sanki yürüyen bir kâinat...
Sahrada çıt çıkmıyor herkes pür dikkat, gözler onu izlemekte kulaklar onu dinlemek için beklemekte...
Etrafında yürüyen bir grup gençle tümseğe doğru yürümektedir.
İşin garip tarafı onu izlerken sanki yanardöner bir manzarayı seyreder gibi farklı iç içe âlemler gözükmektedir.
Sanki kâinat bir havuza dönüşmüş, etrafı yıldızlarla galaksilerle dolu bir adam o havuzun içinde elinde kuranla yürümekte.
Yıldızlara bakıp gülmekte galaksilere el sallamaktadır.
Sanki mele-i alada melekler bu yürüyüşe alkışla eşlik etmektedir.
Ve eminim ki makam-ı Mahmut’ta Resulullah da tebessümle seyretmektedir.
İşte bu tebessümü düşündüğüm an tüm hayal gücüm erimeye başlıyor; Resulullah’ı hayal etmek ne mümkün? Sadece yaşlı adamın etrafındaki bir gurup gençle tümseğe geldiğini görüyorum.
Belki de bu tümsek 19. asrın sonu ile 20. asrın başındaki bir minarenin başıdır.
O sahra bir miting meydanı o sesleniş nesli atiye yönelik bir sesleniştir.
Evet, bu benim hayalimdir.

Üstad o uçsuz bucaksız sahrada sayısız talebelerine en son dersini verecektir.
"Gardaşlarım" diye derinden herkesin ruhuna işleyecek bir sesle hitaba başlar.
"Bizim vazifemiz müsbet hareket etmektir. Menfi hareket değildir."
"Müsbet hareket" derken sanki bu tabir canlanır bütün benliklere nüfus eder, nüfus ettiği her taraf cennet asa bir renge dönüşür.
Derken bu tabir hayal dünyama da girer ve beni çok düşündürür.
Son imamın son dersi buysa; bu dersin çok derinliği olmalı...
 
***

Bu derinlik önce hayatından aranmalı sonra risalelerden…
Onun için şöyle seslenir:
“Meselâ, kendimi misal alarak derim:…”
Ve hayatına bakıyoruz;
Varlık alemine düştüğü çağ, helaket ve felaket çağıdır.
Yeryüzü insanlık tarihinin en dehşet asrını  yaşamaktadır.
İnsanlık bir yol ayrımına gelmiştir.
Batıda yanıp tüm dünyayı istila eden ateş, duygudan ve histen yoksun bir zülümatla vicdanları hapsetmiş tüm ma’nevi değerler inkâr edilmiş insanoğlu mekanistik bir varlık haline getirilmişti.
“Kurun-u ûlanın mecmû vahşetini, bu medeniyet bir defada kusmuştu.”

Nietzsche gibi firavunlar “tanrı öldü “ kusmuğunu yeryüzüne salmış ve bu kusmuk acayip bir şekilde farklı versiyonlarla insanlığın en büyük hezeyanı olarak makes bulmuştu.
İnsanlık iki defa büyük dünya savaşı geçirecekti.
Dünyada tüm semavi değerler hasıraltı edilirken insaniyeti Kübra olan islamı temsil edecek maddi hiçbir güç kalmamıştı.
Öyle ki bu durum maneviyat âlemini bile tedirgin etiği içindir ki Bediüzzaman’a bir “rüyada hitabe” manifestosunu yazdırtmak zorunda bırakmıştı.

İşte o hitabede gelecek asırların nihayi teşhisini de şu cümle ile koymuştu:
"Şeriat-ı Ahmediyenin (a.s.m.) tazammun ettiği ve emrettiği medeniyet ise ki; medeniyet-i hazıranın inkişaından inkişaf edecektir.”
Öyle ise zaman, zamanın içinden fethedilmeliydi.
Bunun için bambaşka bir metot gerekecektir.
Bu metodun sağlamasını yapmak için ise tüm zamanlara hükmeden bir nazar gerekmektedir.
Madde ile mana, geçmiş ile gelecek…
Bu nazar ise ancak kur’an da vardı.
O halde oturup yalnız Kur’an’ı “tevhidi kıble etmek” gerekirdi.
Bunun içinde “eski Said ile yeni Said” in dönüşüm ameliyatı gerekecektir.
Nitekim bu ameliyat-ı cerrahiyeden sonra eski Said yerini yeni Saide bırakacaktı.

Ve işte yeni Said'in doğum gecesi sabahında ruhundaki korkunç fırtınalardan sonra sükûnete uğrayan Bediüzzaman şafakla birlikte başını yavaş yavaş kaldırıp seccadesinden diz üstü oturarak taktığı Kur’an gözlüğü ile geleceğe doğru yüzünü döndürdü.
İşte tümseğin başındaydı…
Yine tümsekte, yanında bir gurup talebesiyle Ankara’da idi…
Yine  uçsuz bucaksız kalabalığa hitap ediyordu:
“Meselâ, kendimi misal alarak derim:”
“Ben eskiden beri tahakküme ve terzile karşı boyun eğmemişim. Hayatımda tahakkümü kaldırmadığım, birçok hadiselerle sabit olmuş.”
Ama artık eski Said gibi komutanlara cebbarlara ve onların tüm ölüm düzeneklerine beş para ehemiyet vermeyen hal'den öteye bambaşka bir hal olacaktı.
Bu hal ,“ölüm korkusu hal’i” değildir.
Cemiyetin imanının tehlikede olması, kurdun gövdeye girmesi, bünyenin bu durumu kaldırmaması endişesiydi.

“Evet eski terbiye-i İslamiyeyi alanların yüzde ellisi meydanda varken ve an’anat-ı milliye ve İslamiyeye karşı yüzde elli lakaytlık gösterildiği halde; elli sene sonra, yüzde doksanı nefs-i emmareye tabi olup millet ve vatanı anarşiliğe sevk etmek ihtimalinin düşünülmesi ve o belaya karşı bir çare taharrisi”  idi.(Emirdağ Lahikası:22)

Hedef kitle ise 19. ve 20. asrın insanları değildi.
“Risale-i Nur’un, hem şakirtlerinin bu zamana karşı alakalarını kesmiş; hiç onlarla ne mübareze ne meşguliyet yok…” (Emirdağ Lahikası-I, s. 22)
Dolayısıyla “nesli ati”ye hazırlık yapılmalıydı.
Onun için o çağın tüm değerlerine sırtını çevirmişti.
Artık o zamanda yaşamıyordu.
O zamanın tahribatlarına set çekecek yüz yıl sonrasının hesabını yapıyordu.
O hesap'ta “müsbet harekette” gizliydi.

Artık bir Yüzbaşı Van'a gelip inzivagahında; "kalk seni sürgün edeceğiz" dediğinde tüm Van ahalisi yolara çıkıp;
“Gitme Seyda senin için ölürüz. Seni başka yerlere kaçıralım” dediklerinde:
“Ben kendim gidiyorum” diyecek.
Ve bu hareketle tüm doğu illerinde idam edilen on binlerce âlim insanların düştüğü tuzağa Van düşmeyecekti.

Müsbet hareketin ilk dersi ve ilk verimi işte o zaman başlamıştı.
Teşhis doğruydu.
Artık bir nefer bile kapısında dikilip “hiçbir yere gitmeyeceksin” dese de karşı çıkmayacaktı.
En büyük zulmü yapacak olan müdde-i umumilere beddua bile etmeyecekti.
"Evet, meselâ seksen bir hatâsını mahkemede ispat ettiğim bir müdde-i umumînin yanlış iddiaları ile aleyhimizdeki kararına karşı, beddua dahi etmedim."
Bu noktada uçsuz bucaksız cemaatte biraz itiraz emareleri gözükünce hitabına şöyle devam eder:
 
“Çünkü asıl mesele bu zamanın cihad-ı mânevîsidir. Manevî tahribatına karşı set çekmektir.”
 
“Ve cihad-ı mâneviyenin en büyük şartı da vazife-i İlâhiyeye karışmamaktır ki, "Bizim vazifemiz hizmettir; netice Cenab-ı Hakka âittir. Biz vazifemizi yapmakla mecbur ve mükellefiz."
 
"Evet, mesleğimizde kuvvet var. Fakat bu kuvvet, âsâyişi muhafaza etmek içindir."
 "Bu kuvvet dahile karşı değil, ancak hâricî tecavüze karşı istimal edilebilir."

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
2 Yorum