Deizm ve eşeklik

Ateizm direk küfürdür. Allah’ı inkârdır. Kâinatı tahkirdir. Mahlûkata zulümdür.

Ve de direk “âdem-i kabuldür.”

Ateizm ebedi bir cehennemi gerektirir.

Peki ya deizm?

Hani son yılların modası…

Neymiş efendim;

-“Tabi ki bir yaratıcı var da…”

-“Eeee…”

“Yani sadece var işte. Başka herhangi bir müdahalesi yok.”

-“Yaaa..”

-“Yani aklımız var. Kurulu bir düzen var. Aklın kabul etmediği bazı şeyleri, günümüzde ısrar etmek pek mantıklı gelmiyor.”

-“Eeee…”

-“Vahiy diye bir şey de yoktur. Tanrıyı biz aklımızla buluruz. Aracıya vahye gerek de yoktur.”

Bir sürü herzeler…

Bu tanımlamalara baktığımızda, Risale diliyle bu anlam çıkıyor:

-“Kabul-u âdem.”

***

Sizce, Allah nezdinde bunların hangisi daha çok azabı hak ediyor?

Soruyu şöyle açalım:

Ateizm yani âdem-i kabul; direk Allah’ı inkâr ediyor. Allah’ı inkâr edince bütün kâinata hakaret ediyor. Bütün mahlûkata zulmediyor.

Deizm veya kabul-u âdem ise; Direk Allah’ı inkâr etmiyor. Lakin Allah’ın vasıflarını hiçe saydığı için direk Allah’a hakaret ediyor. Dolayısıyla bütün kâinatın ve mahlûkatın kemalatını hiçe sayıp adi derecesine indiriyor.

Bütün mahlûkatın görevlerini ubudiyetlerini, netice-i hilkatini ıskat ediyor.

Ateizm, direk inkâr edip yırtıp atmaktır. Belki bilmemektir. Cehaletten kaynaklanıyor olabilir.

Lakin Deizm, bilgiden kaynaklanıyor. Cehaletten gelmiyor.

Ateizm reddetmekse, Deizm küçültmektir. Değersiz hale getirmektir.

Yazının gidişatını bozmaması için bundan sonraki kısımlara Ateizmi kenara koyup öyle devam edelim.

Zira Deizm bu aralar öyle bir hale getirildi ki, âdeta haşa kurtuluş reçetesi gibi lanse edilmeye başlandı.

Onun için Deizmin ne kadar aptalca bir fikir olduğunu ortaya sermek gerekir.

Önce başlıktaki Deizm-Eşek mantığını anlatmalıyım.

Gençliğimizde arabalar fazla yokken yük taşımak için her evin bir bineği vardı. Ve tabi çoğunlukla bu binek eşek olurdu.

Eşeğe yük yükleyip yaylalara çıktığımızda, hep dikkatimi çekerdi, eşek yolun ucunu tercih ederdi. Yani en az bir metrelik yolun ortasını değil de uçurum kenarında yürürdü. Yanlış bir adım atsa veya tökezlese uçurumu boylayacak.

Ben de hep içimden “Eşek işte ne diyesin” diye geçirirdim.

İşte bizim bu deistler de bu eşek gibi, o kadar geniş bir Cadde-i Kübra olan Sıratı Müstakim dururken illaki uçurum kenarını tercih edip, uçurumun dibini merak ederler.

Neymiş; “Acaba uçurumun dibinde ne var?”

Yahu ne olacak; orda başta Şeytan var. Sonra seni oraya çeken nefis var, heva var, ilmi enaniyet var, ene’nin firavniyet boyutu var. Ve en dipte cehennem vardır.

Bunlardan Peygamberler bile Allah’a sığınmışken peki, sana ne oluyor?

Bu arada bütün nur talebelerine bir sözüm var.

Bizler bu çağın en torpilli insanlarıyız. Ne kadar şükretsek azdır. Allah’a şükür ki elimizde Risale-i Nur gibi bir hakikat var.

Risale-i Nur’u tam anlamıyla okuyan bir insan kolay kolay yalpalamaz.

Şundan eminim ki kesinlikle Deist olamaz.

Sadece eğer koparsa ateist olur. Bir daha hiçbir hakikati kabul etmeyecek bir dinsiz olur.

Zira Risale-i Nur aklı, mantığı, kalbi ve bilumum duyguları ihata eder ve hiçbir gedik bırakmaz.

Yani şunu demek istiyorum:

Günümüzde Risale-i Nur’u okumayan bir insan allame-i cihan da olsa istikametini şaşırabilir.

İşte görüyoruz; Adam günümüzün belki de en çağdaş medresesi olan İsmail Ağa medresesinde okumuş, sonra Pakistan’daki İslami ilimler medreselerinde de tahsilini görmüş, sonra Mahmut Efendi cemaatindeki gençlere müderrislik yapmış, sonra zamanımızın en saygın alimlerinden biri olan Ebubekir Sifil hocayla birlikte "İslami ilimler merkezini" kurmuş. Ayrıca çok değerli hocalarla birlikte “Rıhle“ dergisini çıkartmış. Ardından çağdaş üniversiteleri bitirmiş, doktora derecesine kadar gelmiş, çok sevilmiş, karizmatik olmuş, belki yüzlerce gence ders vermiş, camianın en popüler insanı olmuş, zirveyi yakalamış ve “ben Deist oldum” demiş.

Bu adam (eğer ortada bir hinlik yoksa…) gerçekten bütün ilimlerin yanında birde Risale-i Nur okusaydı, hatta sadece ikinci Şua’yı okusaydı böyle mi olurdu?

İddia ediyorum, bu adamı bizim dershanelerimizdeki liseli gençlerimizle tanıştırıp, boğulduğu konuları tartışsaydı belki kurtulurdu.

Zira Risale-i Nur’u birazcık anlayarak okuyan şunu bilir ki;

“Bu kâinatın Hâlık-ı Zülcelâli Kayyûmdur, yani, bizatihî kaimdir, daimdir, bâkidir. Bütün eşya O'nunla kaimdir, devam eder ve vücutta kalır, bekà bulur. Eğer kâinattan bir dakikacık olsun o nisbet-i kayyûmiyet kesilse, kâinat mahvolur.“ (Lemalar 30. Lema)

Yani Cenab-ı Hak bu kâinatla her an her salise alakadadır.

“Zerrattaki tahavvülât-ı muntazama içinde hallâkıyet-i İlâhiye ve kudret-i Rabbâniye” her an işlemektedir.

Oysa Deist şunu iddia eder; Yaratıcı kâinat saatini kurdu kenara çekildi...

Risale-i Nur’u birazcık anlayarak okuyan şunu bilir ki:

“Azamet ve kibriya ve nihayetsizlik noktasında, ya gaflete veya mâsiyete veya maddiyata dalmak sebebiyle darlaşan akıllar, azametli meseleleri ihata edemediklerinden, bir gurur-u ilmî ile inkâra saparlar ve nefyederler.” (7. Şua)

Hem şunu da bilirler ki;

Ey deist! Eğer bir yaratıcıyı kabul ediyorsan (ki bunu inkâr edemiyorsun. Çünkü akıllısın ve âlimsin(!), bu yaratıcı bütün bu kâinatı yaratmış. Yani böyle bir varlık olmalı diyorsun (Vacibu’l- vücut). Öyle ise bunu kudreti ile yaratmış ve bu kudret her şeyi ihata etmiş, zira fenn-i mantık tabirince “zaruriyet-i naşie” [Her şeyin kendisinde bulunması zaruri olan ve ondan ayrılması mümkün olmayan] bu zat-ı vacibu’l vücuda lazımdır vaciptir.

Öyle ise bu kudrete zıtlık, acizlik arız olamaz.

Öyle ise bu kudretin nezdinde az-çok, küçük-büyük fark etmez. Yani ha bir çiçek, ha bir bahar, ha bir cennet...

Ey Deist!

Mutlak bir kudret varsa, mutlak bir Rububiyet de vardır. Mutlak bir Rububiyetin ise kâinatı yaratılış gayesi vardır.

Dolayısıyla bu kâinatın bir meyvesi de vardır.

Bu meyveler ise; “daire-i mümkinatın ve kesretin en müntehâsında bulunan cüz'iyatta, belki o cüz'iyatın cüz'iyat-ı ahvâlinde ve keyfiyatında makàsıd-ı rububiyet temerküz ettiği” yerlerde vardır.

“Hem de mâbudiyete uzanan ve Mâbuda bakan minnettarlıkların ve teşekküratların ve perestişliklerin menşeleri onlar olduğundan[meyveler], elbette onları başka ellere vermez ve vermekle hikmetini iptal etmez. Ve hikmetini iptal etmekle ulûhiyetini iskat etmez.”

“Çünkü mevcudatın icadındaki en mühim makâsıd-ı Rabbâniye, kendini zîşuurlara tanıttırmak ve sevdirmek ve medh ü senâsını ettirmek ve minnettarlıklarını kendine celb etmektir.” (İkinci Şua)

Ve sen ey Deist!

Diyorsun ki; “yaratıcı kâinatı yarattı kenara çekildi. Bu muazzam kainatın içinde bir insanın hiçbir değeri olamaz. Hele basit şeylerin, olayların hiçbir değeri olamaz. Yaratıcının işi yok gelip bu basit şeylerle uğraşsın.”

İşte en büyük yanılgın burasıdır. Burayı anlasaydın bu kadar şenn-i bir aptallığa düşmezdin.

Bir kere şunu aklına kaz:

“Şu kâinat denilen ağacın dalları olan unsurlar ve unsurların uçlarında bulunan ve çiçekleri ve yaprakları hükmünde olan nebatat ve hayvanat ve o yaprakların ve çiçeklerin en yukarısındaki meyveler olan insanlar ve o meyvelerin en mühim meyveleri ve semereleri ve netice-i hilkatleri olan ubudiyetlerini ve şükürlerini ve bilhassa o meyvelerin cemiyetli çekirdekleri olan kalblerini ve zahr-ı kalb denilen kuvve-i hafızalarını başka kuvvetlere hiçbir cihetle kaptırmaz ve kaptırmakla saltanat-ı rububiyetini kırmaz ve kırmakla mâbudiyetini bozmaz.” (İkinci Şua)

Ha Allah’a şirk koşmuşsun, onu inkâr etmişsin, ha Allah’ı haşa aciz göstermeye çalışmışsın, hiç fark etmez, belki ikincisi daha vahim daha büyük bir azabı celbeder.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
10 Yorum