Habibi Nacar YILMAZ

Habibi Nacar YILMAZ

Buz parçası-2

İnsan denen meçhûl başlığı ve alt başlığı altında yazılan sayısız incelemeye göz attığımızda, hep bir hakikatin etrafında dönüp durulduğunu ve kaynama şeklinde insana takılan, kulağından giren her cümle, gözüne ilişen her cisimle değişebilen binlerle hissiyatın terapisi etrafında dönüp durulduğunu görürüz. Bu ikinci yazımızda 'bahtiyar' olmanın şartlarından "dünyayı misafirhane-i askerî" kabul etmek, öyle anlamak ve ona göre hareket etmek şartlarından "ona göre hareket" kısmına getirilen, Üstadın bir 'fıtrat okuması' olarak gördüğüm, zamanımızda 'duygu terapisi' de diyebileceğimiz, biraz da nasihatların tesirsiz kalmasına sebep görülen, zamanımızla da çok alakâdar kısmını, atıflar yaparak anlamaya çalışacağız.

"Bir zengin elmasçı insan, çarşıya gitse beş paralık cam parçasına beş altın verse; o elmasçı divâneye herkes en iyi camlarını vermez mi? Hatta cam parçasına beş altın veren öyle bir divâneyi çocuklar bile kandırıp cam diye güzel 'buz parçalarını' birer altın karşılığında ona satamaz mı?" 

İşte insanın fıtratına yerleştirilen bu hissiyatlardan 'muhabbet, (aşk, sevgi) hırs, inat, haset' gibileri birer altın, elmas kıymetinde iken; maalesef o elmaslarımızı, fıtratı gözardı edip ya yok sayıp ya da doğru yönlendirmeyince, onların fiyatı olarak ya omzumuza, her tarafımızı kanatan camlar yükleniyor veya avucumuza kısa sürede eriyen cam görünümlü buzlar tutuşturuyor. 

İnsanın kendi irâdesine sorulmadan fıtratına yerleştirilen ancak yönlendirilmesi kendisine bırakılan binlerle hissiyat, özellikle de 'muhabbet, (sevgi, aşk) inat, hırs, haset' gibi kuvvetlileri ya "küfrün divâneliği ya dalâletin sarhoşluğu ya da gafletin şaşkınlığı" ile doğru yönlendirilmiyor; böylece ebed müşterisi ve elmas, altın kıymeti olan bu latife-i insaniyeler, insanın her tarafını kanatan cam parçaları veya 'güzel cam' görünümünde olan 'buz parçaları' ile değiştiriliyor. Yani "elmasçı divane" durumuna düşülmüş olunuyor.

O zaman, dünyayı 'misafirhane-i askerî' görüp 'ona göre hareket' yani 'ilm-i hâl' anlamına gelen bu hissyatlarımızı, sönük cam parçalarına müşteri etmemek, böylece binlerce kat ziyandan ve gafletin şaşkınlığından kurtarmak için ne yapmalıyız, bunu te'min için hâlimiz nasıl olması gerekir? İbadetlerin bir ilmihali olur da bunun bir ilm-i hâli olmaz mı? İşte Dokuzuncu Mektup ve emsalî dersler, bize tam bir ilm-i hâl dersleri veriyorlar. Bir çeşit duygu terapisi yapıyorlar.

Hoca Nasrettin'e "Hazret niçin keçiboynuzu yemiyorsun, diye sorulunca; yüz gram kemirip bir gram bal alacağıma, bir parmak bal yerim." demesi gibi, binlerce kişisel gelişim kitabının kemirttiği keçiboynuzundan kurtulmak istiyorsanız, bu ve emsâlî kitap ve sohbetlere yönelmenizi, bedenimizi beslemedeki hassasiyetimizin burada da acizâne sürmesini isterim. 

Bu hissiyatlarımız ya mecaziye  ya da hakikîye yönelecek. Dünyevî mal ve makama mecazî diyebiliriz  Çünkü gerçek değiller, ancak bir serap sayılır ve bir gölge hükmündedirler. Faraza senin olan cihazatına yüklenen ve izâfe edilen şeyler gerçekten senin olabilir mi? Hani kartondan ya da kardan bir ev yaparız da bunlar ancak bir müddetliğine  bizim olur, yağmur yağınca ve güneş çıkınca yok olurlar. Öyle de ebed memleketine göre bir müddet bile olmayan şu fâni memleketteki bir müddetliğine taşıdığımız makam ve musallaya kadar bile gelemeyen mal, kabirde beş para etmeyen soy ve ırkımız, ancak meridyen hatları gibi gerçek olmayan mecâzî şeylerdir. Bunu malları mirasçılarına geçtiği için tapulardan silinen adlardan, ölüm raporu alınması için iade edilen cüzdanlardan bile anlayabiliriz.

O zaman, bir nevi parlak cam ve hemen eriyebilen buz parçası mahiyetindeki mal ve makam, uhrevî hayatımızı kazanmak için bize verilen 'elmas' kıymetindeki 'hırsın' fiyatına değer mi? Bu 'hırsı' sadece orada harcamak, bizi 'elmasçı divane' durumuna düşürmez mi? Bu bir nevi altın çekiç ile duvar taşı yontarak kârlı olduğunu zanneden müflis duvarcıya da benziyor. Halbuki altın çekiç ile taşa vurdukça, belki on kuruş değerinde bir şey kazanıyor ama on lira kaybettiğinin farkında değil. O zaman bu değerli ve pırlanta misâl 'hırsın' "merâtib-i manevîye (manevî mertebeler) derece-i kurbîye (Allah'a yakınlık) zâd-ı ahiret (ahiret azığı)" dışında bir fiyatı olabilir mi? En şiddetli şekilde bunlara göstereceğin hırsın, bunların dışındakilere düşeceği hissesi ise ancak 'yüzde on' kadar olması gerekmez mi? 

Hani sahih rivayetlerde "Allah katında ne kadar mûteber olduğunu bilmek istiyorsan, Allah'ın senin yanındaki itibarına bak." deniliyor ya. İşte bu hadis hırsın istikametini tam çiziyor herhalde. Buna endişe, inat, haset gibi hissiyatlarımızı da kıyas edebiliriz.

Daha gelmemiş, geleceği de şüpheli dünyevî istikbalimiz için duyduğumuz endişeyi, mutlaka, ebedî ve geri dönüşü olmadığından da hakikî olan  istikbalimiz için hiç duymuyorsak, tam 'meyyit-i müteharrik (yürüyen ölü) olmuşuz demektir. Yani "Gözü var görmüyor, kulağı var duymuyor, aklı var ama anlamıyor." hitabının mâsadakı olmuş hâldeyiz.

Haset ettiğin malın makamın sonuna bir bakar mısın? Belki seni büyük sıkıntılara düşürecek, belalara çekecek, şimdilik sende olmayan ve olmaması da ihtimal ki hayırlı olan bir mal ve makam, o hasetliğe ve onlar için lakırdıya veya çene çürütmeye değer mi? İnadımız ise tam bir fecaat görünümünde. Bir gün bir arkadaş "Hocam ben eşimle bir aydır küsüm, konuşmuyorum, bu da üç günden fazla konuşmama yasağına girer mi?" diye sormuştu. Tartıştıkları küçük bir meseleden dolayı, inat etmişler, konuşmuyorlarmış. Halbuki eşin de oğlun da kardeşin de olsa, onlar senin sana en yakın mü'min kardeşlerindir. İnadını onlarla konuşmamaya değil, konuşmaya sarf etmeli değil misin?

İnat edip "Sanki yedim." deyip 'Sanki Yedim' mescidini yapan adam gibi, inat edip "Ya İstanbul beni ya da ben İstanbul'u alacağım." diyerek çağlar kapatan Fâtih gibi, inat edip İspanya'yı, Endülüs'e çevirip Avrupa'ya asırlarca medeniyet üstatlığı yapacak devleti kuran Târık Bin Ziyâd gibi olup inadının adını 'hakta sebata' çevirmek varken; inadınızı bir gün bile inada değmeyen şeylere sarfederek, rezîl bir haslete çevirmek, akıl kârı mıdır?  Yine inadımızı on dakika süren vakit namazını hiç aksatmamada, haramı boykotta, her gün en az bir saat okumada,verdiğimiz sözü yerine getirmede kullanınca inat, 'sebat' adını almakta ve bizi rezaletten kurtarmaktadır. 

Günümüzde yüzünü mecazîden hakikîye çevirmekte zorlandığımız en önemli ve en şiddetli hissiyatımız ise şiddetli olunca aşka dönem muhabbet (sevgi) duygumuzdur. Maalesef bu mevzuda en yakınımızdan, en uzağımıza yaş sınırı çok da fark etmeden bir sızlanma görüyor, drâmatik hikayeler görüyor,duyuyor ve dinliyoruz.

Elbetteki muhabbet ihtiyarî değil. Yani biz ister istemez bu manevî cihazımızı kullanmak durumundayız. "Ben artık sevmemeye, ilgi duymaya karar verdim." diyemeyiz. Akan bir ırmağın akmasına engel olamadığımız gibi, muhabbetimize sınır koyamayız ve onu yok edemeyiz, yok etmemize gerek de yok zaten. Bütün dünyayı yutsa tok olmayacak bir kabiliyette olduğu için de muhabbet kapasitem doldu, artık bundan sonra başka bir şeyi sevemiyorum da diyemeyiz. Ancak ona, sevdiği şeyin bu sevgiye layık olmadığını gösterip onu asıl sevilmesi gerekene doğru yönlendirebilirsin. İşte bundan sonrası çok önemli. Çünkü kâinata dağıtılan ve yerinde ve doğru ve lâyıkına yöneltilmeyen muhabbet, (şiddetli olunca aşk) insanlara azap çektirmekte ve insanların çoğunda mâşukundan (sevdiğinden) şikayete sebep olmaktadır. 

Niçin? Çünkü onun sevmesine sebep olan sevgilisinde gördüğü kemâl, güzellik, menfaat, hayriye gibi şeyler sevdiğinin zâtî malı değil. Sevdiği şey 'mutlak güzele ve mutlak kemâle' ayna olmuş, O'nun güzelliğinin ve kemâlinin çok cüz'i bir tecellisine bir müddetliğine misafirlik ediyor.Onun onu sevmesine medar olan güzellik, kemâl ve şirinlik, bir müddet onda misafir olup sonra gidip kaybolunca; bu sefer aslında 'güzele, kemâle' bağlanan kalp, giden güzelliğin asıl kaynağına yönelemeyince, güzelliği giden maşukundan şikayete başlıyor. 

Bütün kâinatı yutsa tok olmayacak genişlikte olan muhabbetini, gölgenin boyuna, saçına, kaşına, gamzesine, bilmem nesine bağlayan âşıkın, bu muhabbetin yüzünü asıl lâyık-ı muhabbete 'Mutlak Güzele' çevirebilmesi için "Aşık-ı sâdık menem, Mecnun'un ancak adı var"  diyen Fuzulî'nin Mecnun'a söylettiği "Aşk derdiyle hoşem el çek ilacımdan tabip." misâli aşk derdiyle dertlenip gölgenin boyuna, kaşına, saçına, gamzesine, ağız ya da gözüne bir müddetliğine kondurduğu güzelliğin ya da şirinliğin geçici olduğunu, asıl lâyık-ı muhabbetin bunları bu mecaziye takan 'Kemal-i Mutlak' olduğunu anlaması, kavraması, hatta mecaz aynasında mutlak Kemal'in Kemal'ini ve güzelliğini görmesi lazım.

Bu asırda bunları anlamak, kavramak için Fuzulî'nin Mecnun'a yaptırdığı gibi, çöllere düşmeye ne zamanımız ne de tahammülümüz var mı? Öyleyse bunun en kestirme ve en kısa bir yolu  olmalı.  O da bu mecazî geçici, gölge olan mâşukun dünyayı yutsa tok olmayacak muhabbetin fiyatına değmediğini, böyle bir muhabbete ancak Bâki ve zevâle mahkum olmayan bir mahbubun lâyık olduğunu göstermektir. Muhabbetin halktan hakka değil, Hak'tan halka yönlendirilmesidir. Halka dağıtılan muhabbetin yüzü, bazen mahbubun saçına, kaşına, ya da bilmem nesine takılıp kalması, orada boğulması muhtemeldir. İşte aşk denince, karşı cinse olan şiddetli ilgiyi akla getirenler, güneşi bırakıp zerre ile yetinenlerdir. Elbette ilgi olabilir. Meşru dairedeki ilgi 'Samet' aynası olan kalbin içine girmeyince, elbette sahibini elîm bir azapta bırakmayabilir, buna kimsenin bir diyeceği olmaz zaten.

"Bir dilbere dil ver ki cemâli ola bâki 
 Meyleylediğin sureti dilber mi sanırsın" diyen Tanzimat şairi de bunu terennüm ediyordu. Asıl dilberi unutmadan ilgi duyduğunu, tecelli-i kemâl görürsen, senin ilgin seni asıl 'Kamil-i Mutlaka' yaklaştıracaktır herhalde. 

Kâinatın sinesinde hükmeden ve bir hakikat-i câzibedârı gösteren aşk ve incizabı ise, ancak hüşyar olan bir kalp ve akıl görebilir ancak. İşte kâinatın sinesindeki bu aşk ve cezbeyi keşfedebilen bir akıl ve kalp sahibi, biz "muhabbet fedâileriyiz" derken aşkın zirvesini, iki minare yükseklikten düşerken de "davam" diye bağırmasıyla da aşktan da ileri 'saf, temiz ve karşılık da beklemeyen şefkatini' ilân ediyordu.

Yazımı başka bir hüşyar akıl ve kalbin aşk terennümü ile bitirelim.

"Cihânı hiçe satmaktır adı aşk
 Döküp varlığı gitmektir adı aşk

Elindeki sükkeri ayruga sunup
Aguyu kendi yutmaktır adı aşk

Bela yağmur gibi gökten yağarsa 
Başını ona tutmaktır adı aşk

Bu âlem sanki oddan bir denizdir
Ana kendini atmaktır adı aşk"

Evet dostlar, hakikî aşkı ne kadar duyabiliyor, yaşayabiliyor, bunun daha ilerisi şefkatimizi ehl-i imanın üzerine ne kadar salabiliyoruz acaba?

Selam ve dua ile.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
1 Yorum