Biz onu yeryüzünde büyüklenmeyi ve fesâdı istemeyenlere veririz

Biz onu yeryüzünde büyüklenmeyi ve fesâdı istemeyenlere veririz

Ayet meali

Bismillahirrahmanirrahim

Cenab-ı Hak (c.c), Kasas Suresi 78-84. ayetlerinde meâlen şöyle buyuruyor:

78 . (Kārun:) “Bu (servet) bana ancak, bende bulunan bir bilgi sâyesinde verildi” dedi. (*) Ama (o) bilmedi mi ki şübhesiz Allah, kendisinden önceki nesillerden, ondan kuvvetçe daha güçlü ve (mal) toplama cihetiyle daha çok (varlıklı) olan kimseleri gerçekten helâk etmiştir. (Allah, onların ne yaptığını bildiği için) o günahkârlara, (azarlayarak sorgulanmalarının dışında öğrenmek üzere) günahlarından sorulmaz.

79 . Derken, ziyneti içinde (ihtişâmla) kavminin karşısına çıktı. Dünya hayâtını isteyenler dedi ki: “Keşke Kārun’a verilen (servet) gibi bizim de olsa; şübhesiz o elbette büyük bir nasib sâhibidir.”

80 . Kendilerine ilim verilenler ise dedi ki: “Yazıklar olsun size! Îmân edip sâlih amel işleyen bir kimse için, Allah’ın sevâbı daha hayırlıdır. Ona da ancak sabredenler kavuşturulur.”

81 . Nihâyet, onu da sarayını da yere geçiriverdik; (**) artık Allah’a karşı ona yardım edecek bir topluluk da olmadı. Kendi kendini kurtarabilecek kimselerden de değildi.

82 . Dün onun yerinde olmayı temennî edenler, (ertesi sabah): “Vay! Demek şu gerçek ki Allah, kullarından dilediğine rızkı genişletiyor ve (dilediğine de) daraltıyor. Eğer Allah bize lütufta bulunmuş olmasaydı, elbette bizi de yere batırırdı. Vay! Demek şu gerçek ki, kâfirler kurtuluşa ermeyecek!” demeye başladılar.

83 . İşte âhiret yurdu! (Biz) onu yeryüzünde büyüklenmeyi ve fesâdı istemeyenlere veririz. (Güzel) âkıbet ise, takvâ sâhiblerinindir.

84 . Kim iyilikle gelirse, artık ona ondan daha hayırlısı vardır. Kim de kötülükle gelirse, kötülükleri yapanlar, artık ancak yapmakta olduklarıyla cezâlandırılırlar.

(*) “İşte insan dahi Hâlıkının (yaratıcısının) rahmetini inkâr ve hikmetini ittihâm edecek (suçlayacak) bir tarzda küfrân-ı ni‘met (nankörlük) sûretinde Kārun gibi: اِنَّمَآ اُوت۪يتُهُ عَلٰي عِلْمٍ Yani: ‘Ben kendi ilmimle kendi iktidârımla kazandım’ dese elbette sille-i azâba (bir azab tokadına) kendini müstehak eder. Demek şu meşhûd (görülen) saltanat-ı insâniyet ve terakkıyât-ı beşeriye (insanlığın yükselmesi) ve kemâlât-ı medeniyet (medeniyetin gelişmeleri) celb ile (kendine çekmekle) değil galebe ile (kazanmakla) değil cidâl (mücâdele) ile değil belki ona onun za‘fı için teshîr edilmiş (hizmetkâr kılınmış). Onun aczi için ona muâvenet (yardım) edilmiş. Onun fakrı için ona ihsân edilmiş. Onun cehli (câhilliği) için ona ilhâm edilmiş. Onun ihtiyâcı için ona ikrâm edilmiş.

Ve o saltanatın sebebi kuvvet ve iktidar-ı ilmî değil belki şefkat ve re’fet-i Rabbâniye ve rahmet ve hikmet-i İlâhiyedir (Allah’ın şefkati ve hikmeti) ki, eşyâyı ona teshîr etmiştir (emrine vermiştir). Evet bir gözsüz akreb ve ayaksız bir yılan gibi haşerâta mağlûb olan insana bir küçük kurttan ipeği giydiren ve zehirli bir böcekten balı yediren onun iktidârı değil belki onun za‘fının semeresi (meyvesi) olan teshîr-i Rabbâniye ve ikrâm-ı Rahmânîdir.” (Sözler, 23. Söz, 117)

(**) “Ehl-i dalâletin (hak yoldan sapanların) şerrinden kâinâtın kızdıklarını ve anâsır-ı külliyenin (hava, su, toprak, ateş gibi büyük unsurların) hiddet ettiklerini ve umum mevcûdâtın (varlıkların) galeyâna geldiklerini, Kur’ân-ı Hakîm mu‘cizâne (mu‘cize sûretinde) ifâde ediyor. Yani: (...) Kavm-i Semûd ve Âd’ın inkârından hava unsurunun hiddetini ve Kavm-i Fir‘avun’akarşı su unsurunun ve denizin galeyânını ve Kārun’a karşı toprak unsurunun gayzını (öfkesini) (...) ve sâir mevcûdâtın ehl-i küfür ve dalâlete karşı hiddetini gösterip i‘lân ederek, gāyet müdhiş bir tarzda ve i‘cazkârâne (mu‘cize olarak) ehl-i dalâlet ve isyânı (kâfirleri ve fâsıkları) zecrediyor (isyanlarından men‘ ediyor).” (Lem‘alar, 13. Lem‘a, 85)