B. Said ÇİFTÇİ

B. Said ÇİFTÇİ

Bitmeyen şarkı…

Eskilerden, çok eskilerden gelen bir tınıdır özgürlük; yanık yüreklerde, buruk kalplerde, acılı vicdanlarda ve insanlığın ortak kültüründe silinemez bir damgadır o; insan olmanın dayanılmaz duygular damgası…

İnsan türünün insanileşmesindeki en büyük ve en önemli faktördür özgürlük.
İradenin, seçme gücünün motoru, dinamiği ve estetiğidir…
İnsanı, dünyada tüm canlı türleri içinde kral koltuğuna oturtan, kendisine en yakın olanla bile arasında müthiş boşluklar oluşturan İlahi iradenin en ayırıcı yansımasıdır özgürlük.
Bireysel ve toplumsal yaşamda, uğrunda yaşanılası ve mücadele edilesi gereken ve hatta onun için ölünen bir gizli aşk hikâyesidir…

Bizim de siyasal tarihimizde Namık Kemal’in “Hürriyet Kasidesi” ve Said Nursi’nin “Hürriyete Hitap”ı ile başlayıp düşe kalka süregelen Demokratların, Ahrarların, bizim hepimizin yüz yıllık şarkımızın adıdır özgürlük…

Nice makaleler döşendi özgürlük yollarına; nice yazılar dizildi onun için kadim gazete veya kitap sayfalarında ilmik, ilmik…
Nice canlar verildi fidye olarak, nice sürgünler yaşandı uğrunda; nice gurbetler, nice özlemler çekildi sessiz ve derinden…
Nice kahramanların mezar taşlarına isim yazdırmaksızın bıraktıkları miras için verilen mücadeledir özgürlük…

Sahi böylesine değerli bir ruh ikizimiz; daha doğrusu ruhumuzun tamamlayıcı faktörü olan özgürlüğümüzün ne kadarını ve ne yönlerini biliyorduk?
Masum ve bir o kadar da ateşten bir gömlektir özgürlük kavramı; giyen de rahatsızdır sorumluluk duygusu taşımaktan; giymeyen de sorumludur mücadelesini vermemekten…

Sahi hiç sordunuz mu kendinize, “Ne kadar özgürüm?” diye.
Sorun, haydi durmayın sorun kendinize, “Ne kadar özgür hissediyorsunuz?”
“Başkalarını ne kadar özgür hissettiriyorsunuz?”
Babasınız sözgelimi; çocuklarınıza karşı ne kadar özgür olmalısınız; çocuklarınız da size karşı ne kadar özgür olmalılar?
Hayat arkadaşınız sözgelimi, eşiniz, can yoldaşınızla aranızdaki özgürlük sınırı yüzde kaç, kimin lehine dersiniz?
Hem sonra, sınırları nedir bu özgür bırakma denilen kavramın?
Çocuklarımızın bize saygı gösterisi mi? Laf dinlemeleri mi? Verdikleri sözde durmaları mı? Bizi kızdırmamaları mı? Asabiyetimizi, hıncımızı onlardan almamız mı?
Veya çalıştığımız insanları çalışma hayatında, iletişimde ve işbirliği yapmada ne kadar özgür bırakabiliyoruz?
Kendimiz için istediğimiz özgürlüğü başkaları için, sözgelimi en yakın çalışma arkadaşlarımız için de istiyor muyuz?
Başkasının baskısı altına girmekten nefret ettiğimiz halde başkalarını da egemenliğimiz altına almaya çalışmayıp, onları özgürleştirebiliyor muyuz?

Bu soruların net cevapları herkesin kendi vicdanına…
Ama göstergeler şunu fısıldıyor:
Siyasi ve yönetsel özgürlüğün olmadığı ülkelerde hiçbir özgürlük türü gelişemiyor.
Freedom House’ın (www.freedomhouse.org) tespitine göre özgürlükler ortalamasında 10 üzerinden 4-5 arasında bir notta geziniyoruz.
Onun için birinci sınıf, tam özgür ülkeler arasında sayılmıyoruz ne yazık ki.

Nedenleri çok açık:
Biz, hepimiz, özgürlük havarisi kesilsek bile, erkek-hanım her birimiz bir şekilde “baskıcıyız!”
Baskı kurmayı da, baskı altına girmeyi de, gizli yöneticiliği de seviyoruz.
İki kişi bir araya gelse “sözümüzü dinletmek için” her türlü gizli baskıyı yapıyoruz.
“Neden?” diye sorduğumuzda kendi vicdanımıza, yanıtını almak aslında zor da değil.
Çünkü bizim özgürlük anlayışımız hep “başkaları” üzerine kurulu. Yani kendi kendimize karşı özgür olma konusunda fikrimiz yok.

Aslında kendi nefsine karşı özgür olabilenler, kendisiyle barışık olanlar, başkasına ve kamuya karşı da tam bir hürriyetçidirler. Çünkü özgürlüğün tanımı sadece başkasına zarar vermemek değil, kendine de zarar vermemeyi içeriyor.
Ama özgürlüğün başı yönetimsel-siyasal özgürlüklerdir.
Yönetimsel özgürlükler tam demokrasiyle sağlanabiliyor günümüzde.
İnsan hak ve hürriyetleri, karada, havada, denizde, ailede, sokakta, okulda, işyerinde, otobüste, dolmuşta… Hayatın her anında, nerede yaşanıyor ve yaşatılıyorsa orada özgür olabilmek, özgür kalabilmek ve özgür bırakmaktır.
Bunu ne kolluk gücüyle, ne de başka bir kanunla, yani zorla sağlayabilirsiniz.
Bunu, bireylerin kalplerinden gelen inanç dalgasının beynin kıvrımlarında dolaştıktan sonra dimağ ve vicdanın ortak çalışmasından elde edilebilen kimyevi bir ilaçla sağlayabilirsiniz.

“Akıl nuru ile kalp ziyası”…
Akıl ve kalp birlikteliği…
Biz ne tam Doğulu, ne de tam Batılıyız. Biz, biziz…
Aklı da dışlayamayız, kalpsiz de yaşayamayız.
Özgürlüğümüz bu ikisi arasındaki paslaşmalardadır.
İşte formül:
İçsel özgürlük + Dışsal özgürlük = Tam özgürlük.

Başarılı olmak isteyen bireyler kendi içsel özgürlüklerini sağlamadırlar.
Gelişmek isteyen firmalar, kurumlar, yaratıcı düşünmeyi destekleyen yönetimler kurumsal içsel özgürlüğü sağlamak zorundalar.
Gelişmek, ekonomik ve sosyal yönden büyümek isteyen ülkeler toplumsal, siyasal ve düşünsel özgürlüklerini bir değer olarak görmek mecburiyetindedirler.
Allah’ın irade vererek kendisine karşı tam özgür bıraktığı insanları, Kendisini inkar edene bile yaşama, beslenme, konuşma, dinleme vb. hürriyetleri tanıyan Yaratıcı’dan daha mı kudretliyiz ki bizi dinlemeyenlerin, bize itaat etmeyenlerin hemen canına okumayı marifet sanıyoruz.
İnsanları bizim gibi düşünmüyor diye, kendi dar kalıplı ideolojik yaklaşımlarımızın esiri yapmaya zorluyoruz.

Özetle: Özgürlüğümüz kendimize; bana, sana, ona, bize, hepimize bağlı. Hatta diğer yaratıkların özgürlüğüne bağlı. Öyleyse kıymetini bilin!

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
2 Yorum