Bismillah’la başlayan resmi dilekçe verince

Bismillah’la başlayan resmi dilekçe verince

Bediüzzaman Said Nursi’nin talebelerinden Abdullah Yeğin ile yaptığımız röportajın 4. bölümü

4. BÖLÜM

 

Röportaj: Abdurrahman Iraz, Mehmet Ali Bulut, İhsan Atasoy, Nurettin Huyut / Risale Haber

Teknik Yönetmen: Abdülkadir Özsoy

 

 

(1. BÖLÜM için TIKLAYINIZ)

(2. BÖLÜM için TIKLAYINIZ)

(3. BÖLÜM için TIKLAYINIZ)

 

 

ÜSTAD “BEN DE GELECEĞİM” DİYE EŞYALARINI URFA’YA GÖNDERMİŞ

 

Urfa’da ilk hizmeti başlatmanız nasıl oldu?

 

Başlatmamız işte orda kuyumcu Mehmet Efendi ve Gayberi, Ceylan’ın en yakın arkadaşları onlara kitapları bırakmışlar, Üstad Mevlana Halit Hazretlerinin cübbesini, seyyar karyola, yatak vesaire, “ben de geleceğim” diye oraya göndermiş, onlarla beraber başlatmamız bu işte. Ders okuyoruz, toplanıyoruz derse gelen oluyorsa, dinliyorlar veya yazıyorlar, daha çok çocuk okutuyorduk.

 

Çocuklar çok fazla gelince dikkat çekmiş galiba?

 

Evet, çocuklar fazla gelince geldiler, baskın yaptılar, “siz gizli mektep açmışsınız” diye…

 

 

Geçiminizi nasıl temin ediyordunuz?

 

Babam harçlık gönderdiği gibi, Üstad kitap gönderiyordu… Sekizde birini bize veriyordu. Satılan kitapların sekizde birini. 25 kuruş her gün tayinat veriyordu. Hatta dershaneye devam eden çocuklara bile, beş kişi devam ediyorsa, beş kişilik 25 kuruş gönderirdi.

 

BEDİÜZZAMAN’IN ÖZELLİKLE URFA’YI TERCİH ETME NEDENİ

 

Zübeyir abi ne zaman Urfa’ya geldi?

 

Biz oraya gittikten kaç ay sonra geldi bilmiyorum. Tayinini oraya aldırmış, telgrafçıydı İslâhiye’de idi… Kaç ay sonra geldiğini hiç hatırlamıyorum.

 

Türkiye’de o zaman 67 vilayet var. Bediüzzaman’ın özellikle Urfa’ya göndermesinin, Urfa’yı tercih etmesinin sebebi ne olabilir?

 

Bir mektupta izahı var. Diyor ki Urfa hem Türkistan, hem Kürdistan, hem Arabistan’ın merkezi hükmündedir. Oraya Nurlar yerleşse üç memlekete de faydası var.

 

GAP Projesi… Harran Ovasının sulanması… Urfa’da havaalanı da yapılıyor, Japonya’dan bir uçak kalkıyor ta Urfa’ya kadar durmadan uçuyor. Amerika’dan kalkıyor uçak Urfa’ya kadar geliyor. Urfa’yı merkez yapıyorlar. Kocaman bir havaalanı yapılıyor/yapıldı.

 

O zamanlar çok takip var mıydı?

 

Takip vardı polisler ara sıra gelirlerdi.

 

Üstada birini gönderdiğiniz zaman ona ne tavsiye ediyordunuz? Nasıl bir yol izliyordunuz?

 

Herkes gideceği yolu biliyordu, bize sormuyordu ki. Yalnız Abdulkadir Badıllı “ben Üstadı ziyarete gideceğim” dedi, ona dedik “bir kitap yaz, Küçük Sözler’i yazdı onunla gönderdik. Şimdi Üstada sorsak “böyle böyle gelmek isteyen var” desek, “gelmesin” diyecek, “Risale-i Nur okusun” diyecek. O nedenle sormadan gitti, görüşmüş Üstad’la.

 

 

Abdulkadir Badıllı abiye bu konuyu sorduk. Üstadı görmek, ziyaret etmek istediğini size söylemiş, siz de bir kitap vermişsiniz “bunu yazıp gel” demişsiniz. O yazarken siz Üstada sormak niyeti ile bir mektup göndermişsiniz. “böyle bir zat var gelmek istiyor” diye. Abdulkadir Badıllı kitabı hızlı bir şekilde yazıp gelmiş, bu defa siz demişsiniz ki “biz mektup yazdık ama siz cevap gelmeden giderseniz iyi olur, çabuk gidin” deyip göndermişsiniz.

 

Unutmuşum ben.

 

POLİS HÜSNÜ KARDEŞE TOKAT ATINCA “YAŞASIN CEHENNEM” DEMİŞ

 

Üstad’la iletişimi nasıl sağlıyordunuz?

 

Mahkeme olurdu o nedenle gelen giden oluyordu, mesela Van’dan çıkıyorlardı Üstadı ziyarete gidiyorlardı, giderken Urfa’ya uğruyorlardı, bize misafir oluyorlardı. Takip ediyorlardı amma biz farkında değiliz, polisler sadece derslere mani olmak istediler, birkaç defa bizi böyle korkutup Urfa’dan kaçırmak istediler, baskın yaptılar sonra Müftünün verdiği odalardan çıkarmak istediler, biz direttik. Biz dedik “gitmeyiz.” Kalede boş virane yerler vardı. “Oraya gidelim orada kalalım” dedik, Ashabı Kehf gibi.

 

Sonra bir gün baskın yaptılar. Onun üzerine Müftü de “buradan çıkın” dedi. Müftü değişmişti o zaman, “çıkalım” dedik. Ben bir oda aramaya başladım, “bir han odası falan tutalım” dedik. Aramaya çıktım, polisler gelmiş. Üç-dört kişi vardı orada Hüsnü Bayram, Abdulbaki vardı almışlar götürmüşler karakola. Karakolda Hüsnü kardeşe bir tokat atmışlar, “yaşasın cehennem” demiş. “Siz çıkın oradan gidin” demişler “gitmiyoruz, biz gitmeyeceğiz biz Urfa’dayız” demiş. Bir iri tokat daha atmış Ahmet Kanat diye bir polis vardı, Hataylıydı. Bir daha tokat vurunca, Hüsnü Bayram “yaşasın cehennem” demiş.

 

Ben onları jipe binerken gördüm, “ben de bunlardanım” dedim… Ama bana karışmadılar sadece onları aldılar götürdüler, götürürken, “sen sonra, senin sıran sonra gelecek” dediler. İbrahim İzgör diye bir kuyumcu vardı o da gitmiş karakola “bu talebelere bir daha dokunursanız, karakolu uçururum, billahi de bombalarım” demiş. Cesur bir şey, gayet Üstadı seven birisi, zengin de oldukça, öyle sinirli de birisi, sonra bizi çıkarmak istediler çıkaramadılar. Yani bizi böyle kaç sefer çıkmamız için sıkıştırdılar. Neyse oradan çıktık bir zaman Abdulkadirgilin bir evi vardı, tabakhanede, o evin bir odasını tamir ettirdi, yaptırdı Abdulkadir. Bir iki sene orada kaldık. Abdulkadirgilin evinde kaldık. Halasının, -bibi derlerdi, bibi ne demek, hala demek- yaşlı bir kadın, onun komşusu gibiydik.

 

 

EMNİYETE “BİSMİHİ SUPHANEHU”LU DİLEKÇE YAZILIR MI?

 

Zübeyir abi oradan ne zaman ayrıldı?

 

Biz Kadıoğlu Camiindeydik, yukarıdaydık o zaman, emniyet kitaplarımızı aldı vermiyor. O günlerde bir lahika mektubu gelmişti. O lahika mektubunda diyor ki, “Risale-i Nurun okunması sadaka-i makbuledir. Ne zaman Risale-i Nur okunursa, bela ve musibeti def eder. Ne zaman Risale-i Nura mani olurlarsa okunmasına vesaire mani olurlarsa musibet gelir. Zelzele, sel baskını gibi şeyler olur.” O mektup hoşumuza gitti. “Bunu yazalım emniyete, valiliğe, savcılığa verelim kitaplarımızı bir an evvel versinler” dedik.

 

Kitaplarımızı aldılar vermiyorlar. Mektupları Zübeyir abi daktilo ile yazdı, güzel daktilo yazardı. “Bismihu Süphanehu” ile başlıyordu, yazarken konuşuyoruz. “Bismihi Süphanehu yazalım mı? Yazalım. Suç mudur? Suç değil.” Yazdık. “Urfalı Nur talebelerinden Hüsnü Bayram, Abdullah Yeğin” diye imza attık. Gittik Emniyet Müdürüne, “Selamün aleyküm, Aleyküm selam.” “Niye geldiniz” dedi. Dedik “kitaplarımızı aldılar bize geri vermiyorlar, kitaplar serbesttir. Hiç bir mahkeme bunu yasak etmemiş, şimdiye kadar hep kitaplar iade ediliyor, bunun için istida (dilekçe) yazdık.”

 

EMNİYET MÜDÜRÜ “BEDİÜZZAMAN’DAN UZAKLAŞIN DEYİNCE” ZÜBEYİR ABİ ÇOK KIZDI

 

Aldı dilekçemizi okudu “Bismihi Süphanehu bu ne yav” dedi. “Sizin tahsiliniz ne?” dedi. Ben “Üniversite talebesiyim” dedim. O (Zübeyir Gündüzalp) dedi “ben telgraf memuruyum”, Hüsnü dedi “ben ortaokul mezunuyum,” bunun üzerine “istida böyle yazılmaz” dedi. “Bismillah yazılır mı? Besmele yazılmaz” dedi. “Peki, yazıldıysa suçu var mı? Biz suçumuza razıyız” dedik. Biraz okudu “sel felaketi olur, deprem olur” falan. “Siz bizleri tehdit ediyorsunuz” dedi.”Yok” dedik “tehdit etmiyoruz.” “Yahu, ben size bir şey tavsiye edeyim mi? En iyisi siz Bediüzzaman’a fazla yaklaşmayın. Çok tehlikeli adamdır” dedi.

 

(Zübeyir Gündüzalp)

 

Bunun üzerine Zübeyir abi, “Müdür Bey sen ne diyorsun, biz Bediüzzaman’dan asla vazgeçmeyiz, bizi parça parça doğrasanız, biz Bediüzzaman’dan ayrılmayız” dedi. Canı sıkıldı, kızdı, çekti gitti.

 

Ondan sonra gittik Vali beye. “Vali Bey yok” dediler yardımcıları var. Gittik Vali beyin yardımcıları aldı dilekçeyi şöyle bir baktı “bu ne” dedi. Dedik “kitaplarımızı vermiyorlar size müracaat ediyoruz.” “Benimle alakası yok savcılığa verin” dedi. Onlar daha evvel konuşmuşlar zaten. Gittik savcılığa, birkaç tane savcı var bizi karşılarına aldılar, hep Risale-i Nur hakkında sual, “Risale-i Nur niye okuyorsunuz? Niye başka kitap okumuyorsunuz? Niye Urfa’da kalıyorsunuz?” Sual sual. Biz bildiğimiz kadar cevap verdik. Ondan sonra kitaplarımızı vermedikleri gibi bizi tevkif ettiler. Üçümüzü de tevkif ettiler.

 

BİZ İSTİŞARE EDERDİK HEPİMİZ KABUL ETTİK Mİ TAMAM, İTİRAZ YOK

 

Kitapları kurtaracağız derken kendinizi de kaptırdınız öyle mi?

 

Evet

 

Kaç yılında olmuştu bu olay?

 

Senesini tam olarak hatırlamıyorum ama 1955’ten evveldi.

 

1951-52 olabilir mi?

 

Evet olabilir. Çünkü 1952’de Üstad İstanbul’a geldi Gençlik Rehberi için. Biz oraya yetiştik. Hapisten çıktık oraya gittik.

 

Bu günün şartlarında bile bazı insanlar Emniyet Müdürlüğüne, Valiliğe derdini anlatamazken o zamanki şartlarda Emniyet Müdürüne valiye çıkmak için serden geçmek lazım değil mi?

 

Biz istişare ederdik hepimiz kabul ettik mi tamam, itiraz yok. Neyse!... İçeri aldılar, bazı gardiyanları tanıyorduk, hepsi bizi çok iyi karşıladılar, misafir ettiler. Macunlu Hoca diye bir hoca cinayet işlemiş, onun odası genişmiş onun odasına verdiler. Orada Macunlu Hocaya kitap verme imkânı doğdu, kitap verdik. Risale-i Nurlardan dolayı içerideyiz ama bir taraftan da kitapları celp edebiliyoruz. Dost gardiyanlar var, dışarıdan yemek getiriyorlar, bize itimat ettikleri için yemeklere bakmıyorlar. Beraberinde kitap da geliyor. Yani içeriye kitapları istediğimiz gibi alabiliyorduk. Velhasıl orada çok rahattık. Macunlu Hocanın iki-üç kişilik odasında kaldık.

 

Hapis arkadaşlar sık sık geliyorlar, gidiyorlar, “Nurculuk nedir? Sizi niye hapsettiler? Niye bu kitapları okuyorsunuz?” gibi sorular soruyorlar biz de onları ikna için devamlı ders yapıyoruz, Risale-i Nur okuyoruz. O ara Macunlu Hoca da derslerin tesirinde kaldı ve o da yazmaya başladı. Şualar’ı içeride el yazısıyla yazdı.

 

 

BU TALEBELERE DOKUNURSANIZ EĞER, SİZİ MAHVEDERİZ

 

Böyle devam ederken savcılar haber almışlar “mahkûmlara ders yapıyoruz” diye. Bunun üzerine savcılar, gardiyanlara “bunları mahkûmlarla temas ettirmeyin, iki-üç kişi sığacak bir oda verin ve o odadan da çıkmasınlar, her zaman çıkamasınlar, izinle çıksınlar” demişler.

 

Küçük bir oda verdiler, alt katta, biz o odaya geçtik. Fakat hapishanede öyle mahkûmlar var birkaç adam öldürmüş, onlar hepsi öyle bizi seviyor ki, gardiyanlara demişler ki “bu talebelere dokunursanız eğer, sizi mahvederiz. Bizi biliyorsunuz, biz burada cinayet çıkarırız. Kapılarını kilitlemeyeceksiniz. Kilit koyun fakat kilitlemeyin” demişler. Kilit koydular ama açık, istediğimiz zaman girip çıkıyoruz. Bu şekilde her akşam bir koğuşa gidiyoruz ve ders yapıyoruz. Bu akşam filan yerde, diğer akşam diğer yerde hep davet ediyorlar, yani her akşam ders. Bu şekilde çok büyük hizmete vesile olmuştu.

 

MENDERES ISPARTA SAVCILIĞINDAN NURCULARLA İLGİLİ RAPOR İSTEMİŞ

 

Bir de onlar bizi mahkeme etmekten çekinmişler, 27 Mayıs’tan sonra Mahkeme etmekten çekindiler. Ankara’ya havale ettiler mahkememizi oraya gönderdiler. Hüseyin Üzmez, Malatya’da Ahmet Emin Yalman İslamiyet aleyhine bir yazı yazmış, bunun üzerine “onu öldüreceğim” diye… Hüseyin Üzmez Lise talebesiymiş Elazığ’da okuyormuş, her halde Hulusi abiye de devam ediyormuş… İşte o Ahmet Emin Yalman’a kurşun atmış, yaralamış. Bunun üzerine Halk Partili muhalifler yaygarayı basmışlar. “İrtica var irtica hortluyor” diye. “Menderes irticayı körüklüyor” falan diye.

 

Sonra Menderes -Allah rahmet eylesin- emir vermiş Isparta Savcılığına, “Nurcular bir cemiyet midir? değil midir? Araştırıp bir rapor yazıp vereceksiniz” diye talimat vermiş. “Nerede irticai faaliyetler varsa, bunların evrakı sana gelecek, sen hepsini okuyacak araştıracaksın rapor yapacaksın.” O nedenle bizim de evrakımızı istemişler, Urfa bizi başından defetmek için sadece evrakımızı değil de bizi de göndermiş.

 

JANDARMA BİZE KELEPÇE VURMADI

 

Isparta’ya gönderirken bir Rizeli jandarma onbaşı, bizi üç kişiye teslim ediyor. Biz de üç kişiyiz. Isparta’ya sevk ediyorlar. Yani savcıların gayesi bizi oradan kaçırtmaktı. Yani hapsedip oradan kaçırmak istiyorlardı. O yüzden evraklarımızla beraber bizi de gönderiyorlar. Urfa’dan ayrıldık. Antep’e geldik. Yola çıkarken jandarmalar birbirlerine diyorlar ki, “bunlar din yüzünden hapse girmişler bunlar cinayet işlemez bunlara biz kelepçe vurmayalım.” Kelepçe vurmadılar, bizi serbest Antep’e götürdüler. Antep’ten tren gidiyor Isparta’ya, Konya’dan geçiyor.

 

(Hüsrev Altınbaşak)

 

BURADA BİR DE HÜSREV ABİMİZ VAR

 

Antep’te “gece dörtte tren gelecek” dediler “siz şu otelde yatın, istirahat edin. Biz silahları bırakalım size. Dışarı gezmeye gideceğiz” dediler. Silahları başımıza astılar çekip dışarı gittiler. Dörtte geldiler bizi uyandırdılar. Yani biz istirahat ettik, sonra gittik trene bindik, Konya’ya da uğradı tren, Konya’da biraz durduk, Zübeyir abinin tanıdıkları geldiler orada istasyonda konuştular. Sonra tekrar yola çıktık ve öğleden evvel Isparta’ya vardık. Şimdi jandarmalar bu kadar müsait bizimle de dost oldular biz bunlara Risale-i Nuru anlatıyoruz, Zübeyir abi konuşuyor, jandarmalar dindar hepside, biz ne desek yapıyorlar. Isparta’ya varınca biz dedik “kaç gündür hapisiz, doğru düzgün yıkanamadık, müsaade edin bir banyoya gidip yıkanalım. Burada bir de Hüsrev abimiz var, Hüsrev abiyi de ziyaret edelim, biz sonra geliriz bu otelde buluşalım, ondan sonra siz bizi adliyeye götürürsünüz.” “Peki” dediler biz gittik Hüsrev abiyi ziyaret ettik, yıkandık, temizlendik, geldik.

 

 

JANDARMALARI BAŞIBOŞ BIRAKMAMAK LAZIM BUNLARA ZARAR GELİR

 

Bu kadar serbestiyete rağmen hiç kaçmayı düşünmediniz mi?

 

Yok. Ne yapabiliriz, hükümet emretmiş hem biz müspet hareket ediyoruz, hiç kanuna aykırı hareket olur mu? Hatta Hüsrev abi Zübeyir abiye demiş ki “Yahu!.. Bu jandarmaları başıboş bırakmamak lazım bunlara zarar gelir. Siz bir an evvel gidin adliyeye teslim olun.” O da jandarmaları düşünüyor.

 

Biz öğleden sonra ikindiye doğru gittik savcılığa. Savcı aldı evraklarımızı “ben sizin evraklarınızı istedim, sizi istemedim” dedi. “Sizi niye gönderdiler? Hem sizi niye hapsettiler? Ben kitapları biliyorum. Bunda suç yok. Deccal Mehdi gibi bölümleri çıkarın basın bunları herkes istifade etsin bunlardan. Suç yok, ben sizin tahliyenizi isteyeceğim” dedi.

 

Onun üzerine Telgraf çekti Urfa’ya “bunların suçu yoktur, bu kitaplar suç değildir. Bunları tahliye edin” diye. Fakat onlar gene de uzattılar. Bir ay mı ne uzattılar. Ramazana on beş gün kala savcı hapishaneye geldi, sormaya geliyor. Demiş ki “bunları ayrı bir yere verin.” Hapishane müdürü de Nurcuları sevmezmiş, “ayrı bir yer” deyince ağır suçlu birisinin yanına, tek başına hapis, yani hücre hapsi, lağımın geçtiği, gündüz devamlı elektriğin yandığı karanlık bir odaya veriyor. Orada onbeş gün yattık. Ama çıkınca “Yahu, burada insan on beş gün kalsa hasta olur oysa size hiçbir şey olmadı” dedi gardiyanlar.

 

BAŞIMIZDAN GEÇENLERİ BİR BİR ÜSTADA ANLATINCA…

 

Savcı gelmiş demiş “nerde bizim aydıncılar.” Onlar da “bir teğmen var komünistlikten dolayı ordudan kovulmuş, onun yanına verdik” demişler. Savcı da “ben size öyle yere verin demedim ayrı ama serbest iyi bir yere verin dedim” demiş.

 

Sonra Ramazan geldi, tam tevafuk oldu. Ramazanın birinde bizi ayrı bir odaya verdiler, içinde abdest alacak imkânı var, tuvaleti var, yani her şeyi var. Üçümüz orda serbest orucumuzu tuttuk, icabında herkesle ders yapabilecek imkânı buluyorduk, kitap veriyorduk, okuduklarında tekrar alıyoruz. Böyle güzel bir ortama kavuşmuştuk.

 

O ordudan atılan teğmen Allah hakkında şüphesi var, bize sual soruyor biz de anlatıyoruz. Daha sonra işitiyoruz ki, şöyle demiş meğer, “bunlar dindar, bunlar beni öldürürler.” O nedenle korkudan uyuyamıyormuş. Hulasa bir ay sonra telgraf geldi Urfa’dan bizi tahliye ettiler. Bayramda çıktık. Biz oradan tahliye olunca doğru Bursa’ya gittik Üstadı sorduk. Dediler “Üstadın Gençlik Rehberi davası var o nedenle İstanbul’a gitmiş.” Bunu öğrenince hiç durmadık biz de hemen İstanbul’a geldik. Üstadın yanına gittik ve bu yaşadıklarımızı bir bir anlattık. Üstad bunları duyunca sevindi memnun oldu tebrik etti.

(Devam edecek)