Birinci Söz, sadece Besmele hakkında mıdır?

Küçük Sözler Risalesi notları, 4. yazı.

Bir önceki yazımı da kıymet verip okuyanlar birçok sual sordular benden. Bunlardan bir kısmı yazıya dairdi, bir kısmı ise bambaşka (ve benim dışımda) meselelere aitti. Yazıya dair olan suallerin büyük bir kısmı, kategorizasyona yaptığım suçlamayı neye dayandırdığımı soruyordu. Böyle cüretkâr bir eleştiriye girişmek için sağlam dayanaklarımın olması lazımdı, onlara göre. Haklıydılar, hakikaten böyle büyük laflar edebilmek için sağlam dayanaklarım olmalıydı. Ben de bu yazıda, yine Küçük Sözler ekseninde kalarak, kategorizasyon meselesine eğileyim istedim. Kategorize etmenin, öğrenmenin tek yoluymuş gibi dayatıldığı bu zamanda, ona karşı direnmenin her hür fikirlinin vazifesi olduğunu düşünmekteyim. Bundan kaçmayacağım.

Benim kategorizasyonu eleştirirken merkeze aldığım kusuru; kategorize ettiği bilgiyi, tekrar anlamlandırmak için rafından bir daha almaması yönüyle ilgiliydi. Yani modern bilim, bir nesneyi bir kez keşfettikten; onun perdesini tamamen açtığını düşündükten sonra bir daha aynı meseleye eğilmiyordu. Kutusunu kapatıyor, üstüne etiket vuruyor ve kaldırıp rafa koyuyordu. Bunu daha evvelki yazıda kullandığım arı örneğiyle değerlendirmiştim, hatırlarsınız. Ama bu yazı için daha geniş bir değerlendirme yaparsak; bir zamanlar çelikten daha sağlam olduğu düşünülen Newton fiziğinin, Kuantum fiziğinin ortaya çıkışıyla nasıl gözden düştüğünü konuşabiliriz.

Aynı durum, ileride Kuantum fiziği için de geçerli olabilir. Fakat bir dahi çıkıp bunu bize söyleyinceye kadar, her nedense insanlık, malumatının sorgulanamaz olduğunu konusunda hemfikir takılıyor. Malumunun, kendi bildiği şeklin, tek geçerli ilim olduğunu düşünüyor. Ta ki, aksi yönden gelen bir kayaya çarpıncaya kadar.

Bu yönüyle bugün kategorize ettiğimiz bilgilerin, yarın o kategorilerin dışına çıkmayacağını kim söyleyebilir? Mesela; bugün on bir civarında olduğu söylenen güneş sistemi etrafındaki gezegenlerin (ders kitaplarımızda hâlâ dokuz olarak geçiyor maalesef) yarın daha fazla sayıda olmayacağını kim garanti edebilir? (Bediüzzaman, bir eserinde bu rakamı on iki olarak söyler.) Hal böyleyken, ucu açık bir şekilde değil, kesin kaideler şeklinde öğretilen bilgilerin öğrencileri eğitmekten çok, endoktre ettiğini söylemek abartı olmaz. Bu rakamlar, öğrencileri açılıma değil; açılımlara kapalılığa yönlendirdiği malumdur. Tarifler ve tanımlamaların da tamamı böyledir.

İşte bu gözlük gözümüzde şimdi Birinci Söz’e bakalım. Birinci Söz’ün ne hakkında olduğunu sorduğumda hemen herkesin vereceği cevap bellidir: “Besmele hakkında...” Evet, Birinci Söz, hakikaten Besmele hakkındadır; bu doğru... Ama dikkatinizi çekerim; kesinlikle yalnızca Besmele hakkında değildir. İkinci Söz, iman hakkındadır, bu da doğru. Ama İkinci Söz de kesinlikle yalnızca iman hakkında değildir. Bu sözlerin ve sair sözlerin ana merkezde duran bir konuları olmakla birlikte, içten içe işledikleri pek çok konu daha vardır. Bu yönüyle onları bir isim takarak malumata dönüştürme; “Besmele hakkındadır” diyerek açılımlara kör bir hale getirme yanlıştır. Diğer anlam mertebelerine açık kapılar bırakmak lazımdır ki; ülfet gelip cemaatin üstüne sökün etmesin. Hem de maddeci bilimin isim takıp malum sanma yanlışına düşülmesin.

Örneğin; ben bu gözle Birinci Söz’e baktığımda, onun aynı zamanda bir cesaret dersi olduğunu görüyorum. Düşünün ki; (serinin ikinci yazısında üzerinde ağırlıklı olarak durmuştuk) Kemalist devrimin en sert zamanlarında yazılıyor bu Birinci Söz. Takrir-i Sükun kanunu gibi, İstiklal Mahkemeleri gibi, İskilipli Atıf Hoca’nın şahadeti gibi pek çok ciğer yakan olay gerçekleşmiş. Yeni idare, en acı zulümlerini işlemeye başlamış o yıllarda. Rize’de bilmem kaç kişi şapkaya muhalefetten, Kayseri’de yine bilmem kaç kişi haksızlıklara isyandan dolayı idam edilmiş. Şeyh Said isyanı nedeniyle yaşanan idamları ve ölümleri saymıyorum bile... Zaten sayamıyorum, hele bir de sürgünleri hesaba katarsınız. Tam anlamıyla bir devlet terörü yaşanıyor yurdun her bir yanında. İnsanlar korkuyor, dindarlar korkuyor, toplumun her kesimi ve özellikle malum zihniyete muhalif olanlar şiddetli bir şekilde korkutuluyorlar.

Böyle bir ortamda yazılmıştır Birinci Söz... Ve enteresan bir şekilde, satır aralarında; korku dolu, sindirilmiş bir topluma cesaret aşılamaktadır. Nemrut’un ateşinin karşısında bir İbrahim gibi dayanan yeşil dallardan; Firavun’un karşısında direnen Musa’nın (a.s.) asası gibi kayaları delen incecik köklerden bahseder. Onların Allah’a dayanarak başardığı mucizeleri ortaya koyarak bir millete, bir ümmete, bir yüzyıla (fakat gizliden gizliye) cesaret aşılar. Tıpkı İstiklal Marşı’nın başında söylendiği gibi “Korkmayın” der, “onların en güvendikleri salabetleri ve hararetleri ne kadar şedit olsa da; onlardan güç alarak sertlikle ve ateşten işkencelerle sizi yıldırmaya çalışsalar da; siz Allah’a dayanıyorsunuz; o kayayı da deler, o ateşi de söndürürsünüz. Allah buna şahittir, kâinat delilleriyle buna şahittir, Kur’an buna şahittir, peygamberler buna şahittir. Siz Malik-i Hakiki’nin ismini alırsanız, hiçbir eşkıya size ilişemez.”

Birinci Söz’ü bu gözle okursanız, öyle yoğun bir cesaret vurgusu hissedersiniz ki; sanırsınız bu söz tam bir cesaret dersidir. Cesaret vermesi için yazılmıştır. Baştan sona kadar, hatta örnek olarak seçtiği peygamberlere ve ayetlere kadar her yerine cesaret sinmiştir. Bu sözle bir müceddid, istikbalin talebelerine korkmamanın, her hadisatın karşısında titrememenin sırrını öğretmektedir. Görebilenlere, tadabilenlere, okuyabilenlere ne mutlu... Yine Üçüncü Söz de böyle bir cesaret dersini vermez mi? Üstelik telif tarihi, Birinci Söz’le aynı yıldır: “Evet, her hakikî hasenât gibi, cesaretin dahi menbaı imandır, ubûdiyettir. Her seyyiât gibi cebânetin dahi menbaı dalâlettir. Evet, tam münevverü’l-kalb bir âbidi, küre-i arz bomba olup patlasa, ihtimaldir ki, onu korkutmaz.”

Bediüzzaman’ın iman eksenli eserlerinde neden bu denli yoğun cesaret vurgusu yaptığını anlamak da, işte, müceddid ve zaman ilgisini kurabilmekle mümkün olur. Ayrıca kategorizasyonlar içinde kör olmamakla, Besmele hakkındaki Birinci Söz’ün sadece Besmele hakkında olmadığını fark etmekle açılır böyle kapılar... Hz. Ali’nin (r.a.) de buyurduğu gibi: “İlim bir noktaydı, onu insanlar çoğalttı.” Tefekkür de bunun aracı değil midir zaten? Neden bir noktada, ülfetle bir ilmi bitirelim?

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
2 Yorum