Bilim ve Evrim: Tabiat Risalesi penceresinden manzaralar

Bilim

Evrimin gerçekleşip gerçekleşmediği, gerçekleştiyse de bunun nasıl olduğuna ilişkin tartışmalar bir yana, evrim konusunda gözden kaçırılan temel husus, bu değişimin neye dayanarak gerçekleştiğidir: Evrim –ki gerçek olduğu varsayımı ile- tasarımın, yaratımın bir formu mudur; yoksa tesadüfen oluşun, sebeplerin veya tabiatın mı bir sonucudur?

Göz önünde cereyan eden durum şudur: Canlılığın/hayatın tabiatta husule gelen varyasyonlarını ortaya koymaya çalışan bilimin ürettiği veriler; evrimci felsefenin marifetiyle, “inanç, din, yaratım (güncel tabirle akıllı tasarım), yaratıcı,” nokta-i nazarından değerlendirmeye tabi tutulmaktan men edilmekte; varlıklar yaratıcı olarak kör tesadüfün ve yaratılış süreci olarak tabiat olaylarının bir sonucu olduğu iddiasının bir enstrümanı olarak kullanılmaya çalışılmaktadır. Üstelik modern bilim ile modern felsefe arasında bir bütünlük ve uyumluluk olduğu dayatılmaktadır.  Hâlbuki bilim ve felsefenin işlevleri, konuları, hedefleri ve kullandıkları araçlar birbirinden farklıdır. Bilim adamının yaptığı ile felsefecinin yaptığı birbiriyle sadece ilintilidir. Bilim adamı aynı zamanda teorisyen de felsefeci de olabilir. Fakat bilim adamı olarak yaptığı çalışmalar ile teorisyen ve felsefeci olarak ortaya koyduğu hükümler aynı temele dayanmaz, aynı şekilde değerlendirilemez.

Bu bakımdan evrimbilimin çalışmaları ile, bu çalışmalardan bazı sonuçlar ve yargılar çıkartan evrimci felsefeyi ayrı şekilde değerlendirmek gerekir. Problemimiz esasında evrimbilimin yaptığı çalışmalar değil, evrimci felsefesinin bakış açısı ve yorumlarıdır. Evrimbilim çalışmalarını yapan kişinin aynı zamanda evrimin felsefesini de yapması bilim(sel veriler)le felsef(i düşünc)eyi birleştirmeye yetmez. Zira bilim araştırmakta, deney yapmakta, algoritmalar ortaya koymakta, veri ve bilgi kümeleri üretmekte; Felsefe ise – sanat (zevk) ve edebiyat (duygu) gibi- bu verileri ve bilgi kümelerini soyut alana taşıyarak inanç, paradigma, fikir üretmektedir.

Hüküm ortaya koymak, felsefi düşünce üretmek, teori tesis etmek için başka bilimlerin de verilerinden ve yaklaşımlarından faydalanmak, mantık, gramer ve istatistik benzeri alet ilimlerine de başvurmak gerekmektedir. Bilimin tabiatta elde ettiği bulgular (veri) ile bu bulguların süzgeçten geçirilmesi, düzeltilmesi, doğrulama işlemlerine tabi tutulması ve istatistiki olarak düzenlenmesi ile oluşan (bilimsel) bilgiler, artık sahibini bekleyen kullanılmaya hazır birer emtia gibidir. Bu bilgiler teknoloji üretimi için kullanılacağı gibi düşünsel, sanatsal ve yazınsal faaliyetlerde kullanılmak üzere muhataplarını beklemektedir.

Felsefe, sanat, edebiyat gibi faaliyetlerin ilgisini çekecek derecede belirginleşen bu bilgiler; olaylar, olgular ve varlıklar üzerinde yapılacak yorumlama, duyumlama, şekillendirme gibi faaliyetlere kaynak oluşturmaktadır. Tabiat Risalesi’nde bilimin ürettiği bilgilerle ilgili bu durum “Evet, madem mevcudat var ve inkâr edilmez. Hem, her mevcut san'atlı ve hikmetli vücuda geliyor. Hem madem kadîm değil, yeniden oluyor” şeklinde ifade edilir. Ortada duran bu kâinatın varlığı inkâr edilmemekte ve kâinat hakkında bilgi toplayan bilimin verileri de önümüzde durmaktadır. Üretilen bilgilerin doğru şekilde yorumlanması gerekmektedir. İşte felsefe, edebiyat, sanat gibi faaliyetler bu kâinatı ele alırken bir yaklaşıma dayalı olarak değerlendirmelerde bulunacak ve üretilen malzemeler bu yaklaşıma göre şekil alacaktır. Bu bağlamı ifade etmek üzere Bediüzzaman cümlesine şöyle devam eder “Herhalde, ey mülhid, bu mevcudu, meselâ bu hayvanı, ya diyeceksin ki, esbab-ı âlem onu icad ediyor, yani esbabın içtimaında o mevcut vücut buluyor; veyahut o kendi kendine teşekkül ediyor; veyahut, tabiat muktezası olarak, tabiatın tesiriyle vücuda geliyor; veyahut bir Kadîr-i Zülcelâlin kudretiyle icad edilir. Madem aklen bu dört yoldan başka yol yoktur. Evvelki üç yol muhal, battal, mümteni, gayr-ı kabil oldukları kat'î ispat edilse, bizzarure ve bilbedâhe, dördüncü yol olan tarik-i vahdâniyet şeksiz, şüphesiz sabit olur.

Bediüzzama’nın, Risalelerinde bilimi tartışmaya açtığı görülmez. Zira bilim mevcudatın varlığını, onların sanatlı ve hikmetli olduklarını (ölçülü olduklarını ve abes olmadıklarını) gösteriyor, sürekli yenilendiklerini yani kadim olmadıklarını ortaya koyuyor. “Madem mevcudat var ve inkâr edilmez” denilmekle bilimin kavramsal ve edimsel alanının esasında hemen herkes tarafından ortak sonuçları veren “mevcudat” ile sınırlı olduğu ifade edilmektedir. Bu sebeple, bilimsel alandan felsefi alana, doğrudan mevcudatın kökeninin açıklanmasına geçilebilmektedir.

Bilim bilerek ve isteyerek yanlış veri üretmez. Yanlış veriler; kullanılan cihazların, seçilen örneklemin, uygulayıcı insanların vs. eksikliklerinden kaynaklanan hataların ortaya çıkması sonucunda elde edilir. İstatistik benzeri bir takım alet ilimleri yoluyla bu veriler belirli bir düzeltmeye tabi tutularak doğruya en yakın bilgiler elde edilmesi mümkündür. Teknolojinin gelişimi ile veri sıhhatinin arttığı ve böylece daha hassas ve doğru bilgilerin elde edildiği söylenebilir. Kim yaparsa yapsın, aynı yöntemler ve ekipmanlarla elde edilecek veriler ve ulaşılacak bilgiler % 99,999 ile aynı olacaktır. Görüleceği üzere bilim meselesini tartışmak, uygulanılan yöntemleri tartışmaktan öteye gitmez. Bilim, bir şeyin nesnesine odaklanır, o nesne hakkında etraflı bilgi edinmek için çabalar. Nesnenin safahatı (vaka) bilimin konusu iken; nesnenin anlamı, bağlamı, ahlaki değeri vs. gibi konular bilimin değil artık felsefenin, dinin, inancın, düşüncenin kapsamına giren olgulardır. Dolayısıyla iki asırdır iddia edilegelen iman, inanç ve din sahibi bir insanın bilimle uğraşamayacağı, gerçek bir bilim adamı olamayacağı tezi çarpıtmadan ve yalandan ibarettir.

Kişiye göre değişmekle beraber, insanın 5-6’lı yaşlara kadar sadece somut ve nesnel olanı algılayabildiği ve çoğunlukla soyutlama yapamadığı gözlemlenir. Bu dönem yukarıda ifade edilen “bilim yapma” safhasının bireydeki izdüşümüdür. İnsan, gözlemledikçe ve psikolojik özellikleri geliştikçe soyut alana girmeye çalışır. 5-6’lı yaşlardan buluğ çağının sonuna kadar, yani yine kişiye göre değişmekle beraber 13-18 yaşlara kadar soyut kavramların elde edilmesi insanın hayvani boyuttan çıkıp insani sıfatları kazanmaya başlamasını anlatır. İnançların, düşüncelerin, zevk ve duyguların şekillendiği; felsefe, sanat, edebiyat gibi soyut alanı açığa çıkartan ve soyut üreten araçların elde edildiği bu sorgulama ve içselleştirme dönemiyle birlikte insan kendi gerçeğini tanımlamaya ve varlık hakkında hükümler çıkarmaya başlamıştır.

Tabiat Risalesinde “Madem mevcudat vardır” denilerek çocukluk dönemini (yani bilim evresini) geçen Bediüzzaman, soyut alanla tanışan kişiye, kâinatı kendisiyle açıklayabileceğimiz dört yol (teorem) olduğunu ifade eder. Somut olanla soyut olan arasındaki ilişkiyi keşfeden, şekillendiren, dillendiren “akıl” bu dönemde adeta temel fonksiyon konumunu almaktadır: “Madem aklen bu dört yoldan başka yol yoktur. Evvelki üç yol muhal, battal, mümteni, gayr-ı kabil oldukları kat'î ispat edilse, bizzarure ve bilbedâhe, dördüncü yol olan tarik-i vahdâniyet şeksiz, şüphesiz sabit olur”.

Tabiat Risalesinde mevcudatın varoluşuyla ilgili olarak ortaya konulan yollar ile bunlar hakkında serdedilen misaller artık felsefi düzleme ayak basan ve soyut olanı keşfetme dönemindeki dimağa seslenmektedir. Ortada kalmış bir vaziyette tereddüt içindeki bu dimağ devamlı sorgulamakta, çevresinden örnekler alıp değerlendirmekte, yani felsefe yapmaktadır. Felsefe yapmak, sanat zevkini oluşturmak ve hayal dünyasını geliştirmek bu dönemin kaçınılmaz faaliyetleridir.

Bu evredeki dimağın önünde varlıkla ilgili olarak sorgulaması gereken dört akli yaklaşım vardır: Birinci yaklaşım “esbab-ı âlemin içtimaıyla teşkil-i eşya ve vücud-u mahlûkat – yani sebeplerin varlıkları yaratması”, ikinci yaklaşım “teşekkele binefsihî, yani, varlıkların kendi kendine teşekkül etmesi”,  üçüncü yaklaşım  “İktezathu't-tabiat, yani, tabiatın varlıkları yapması”, dördüncü yaklaşım “vahdet yolu, yani kâinatın bir yaratıcıya isnad edilmesi”.

Bu sonuçlardan hiçbirini kabul etmeyen beşinci bir yaklaşım da vardır ki bu konuda çekimser kalmak anlamında “bilinemezci-agnostik” olmaktır. Agnostik olan kişi bir hüküm vermemekte,  düşüncesini bir bağlama bağlayamamakta, kendini ve mevcudatı hükümsüz kılmakta, hiççiliğin yolunu açmaktadır. Mevcut olanı bir bağlamla ilişkilendir(e)meyen agnostikler, yukarıda sayılan ve aklen başka bir yol olmadığı bilinen yaklaşımlardan herhangi birisine dâhil olmamaktadır. Varlığını anlamlandırmaktan vazgeçmek, insaniyeti kabul etmemektir ki, bu bir inanca tekabül etmeyen/edemeyen bir tercih şeklidir.

Bediüzzaman, bu dört akli problematiğin üçünün imkânsız oluşunu misallerle ortaya koyduktan sonra dördüncü yolun (vahdaniyet/ilahi tasarım ve yaratım yolunun) hak olduğunu gösterir ve şöyle ifade eder:

Elhasıl: Madem mevcudat var. Madem On Altıncı Notanın başında denildiği gibi, mevcudun vücuduna, taksim-i aklî ile, dört yoldan başka yol tahayyül edilmez. O dört cihetten üçünün –her birinin üç zâhir muhallerle- butlanı kat'î bir surette ispat edildi. Elbette, bizzarure ve bilbedâhe, dördüncü yol olan vahdet yolu, kat'î bir surette ispat olunuyor. O dördüncü yol ise, baştaki وَاْلاَرْضِ السَّمٰوَاتِ فَاطِرِ شَكٌّ اللهِ اَفِى âyeti, şeksiz ve şüphesiz, bedâhet derecesinde, Zât-ı Vâcibü'l-Vücudun ulûhiyetini ve her şey doğrudan doğruya dest-i kudretinden çıktığını ve semâvat ve arz kabza-i tasarrufunda bulunduğunu gösteriyor.

Bediüzzaman bilimin, ilmin, araştırmaların bize şunu gösterdiğini ifade ile şöyle devam eder: “Ey esbabperest ve tabiata tapan biçare adam! Madem her şeyin tabiatı, her şey gibi mahlûktur; çünkü san'atlıdır ve yeni oluyor. Hem her müsebbep gibi, zâhirî sebebi dahi masnudur. Ve madem her şeyin vücudu pek çok cihazat ve âletlere muhtaçtır.”

Artık bilimsel alandan çıkılacak ve felsefi/düşünsel/akli alana geçilecektir. Bilimin ortaya çıkardıklarının sayılmasından sonra aklî hüküm şöyle ortaya konulur: “O halde, o tabiatı icad eden ve o sebebi halk eden bir Kadîr-i Mutlak var. Ve o Kadîr-i Mutlakın ne ihtiyacı var ki, âciz vesâiti rububiyetine ve icadına teşrik etsin? Hâşâ! Belki doğrudan doğruya, müsebbebi sebep ile beraber halk ederek, cilve-i esmâsını ve hikmetini göstermek için, bir tertip ve tanzim ile zâhirî bir sebebiyet, bir mukarenet vermekle, eşyadaki zâhirî kusurlara, merhametsizliklere ve noksaniyetlere merci olmak için, esbab ve tabiatı dest-i kudretine perde etmiş, izzetini o suretle muhafaza etmiş.

Böylelikle Bediüzzaman nesnesi, oluş ve akışı bilim tarafından ortaya konulan mevcudatın ve olayların nokta-i istinadının akli olarak nereye dayandırılacağını/dayandırılması gerektiğini göstermektedir. Risale-i Nurların hemen her sayfasında, metinler içinde bilimin nesneleri (çaylar, ırmaklar, dağlar, feza, gök cisimleri, hayvanlar, bitkiler… vs) ve durumları ortaya konulur. Sonra bu nesne ve olayların bağlamına, yorumlanmasına geçilir; aklî, vicdani, psikolojik, sosyolojik, mantıkî … deliller serdedilir.

Evrim

Evrim konusu, esasında mevcudata ait tâli bir mesele olup yukarıda sayılan dört yoldan başka beşinci bir yola tekabül etmemektedir. Bediüzzaman, esasa yönelik olmayan tali konulardan, dolaylı şekilde ve dört yolun mizanlarına vurarak bahseder. Öncelikli olarak mevcudatın varlığı neye/kime dayandırılacağı en temel ve kritik sorudur; sonrasında mevcudatın meydana gelişi nasıl olmuştur gibi meselelerin çözümlenmesi bu sorunun cevabına göre ele alınacak tali konulardır.

Evrim meselesinde iki sorunun cevaplanması gerekmektedir: 1) evrimin olup olmadığı, 2) evrim var ise bunun yukarıda açıklanan dört mahreçten hangisine istinat ettiğidir. Biyolojik evrimin var olduğunu iddia eden ve ispat etmeye çalışan kesimlerle buna karşı çıkan kesimlerin gözden kaçırdıkları nokta işte bu ikinci sorudur.

İslam düşünce geleneğinde mevcudatın iki şekilde ortaya çıktığı söylenir: İbda ve İnşa. Bediüzzaman da bu yaklaşıma paralel olarak varlıkların "ibda ve ihtira ile maddesiz, örneksiz ve benzersiz olarak hiçten icat edildiğini veya inşa ve terkip ile mevcut olan anasır ve eşyadan toplamak sureti ile ona vücut verildiğini" söyler. Her iki şekilde de yaratma faaliyetinin tek faili "Zat-ı Ferd-i Zülcelâl olan Allah"tır. Yani yaratılışın sahibi ve isnadı Allah'tır, tabiat ve tesadüf değildir. Bazı Müslüman âlimlerin ve filozofların evrimci yaklaşımı andıran ifadeleri çoğunlukla “inşa ve terkip”in nasıl olduğuna dair açıklamalarında bulunmaktadır.

Evrim meselesinin doğru olup olmadığı tartışmasına girmeden, bu sürecin isnadının ne olacağı tartışılsa mesele çözümlenecektir.

Sayalım ki evrim gerçek olsun; görüleceği üzere materyalistler evrimi tek Allah inancının (vahdaniyet) karşıt görüşü olarak sunmaya heveslenmektedir. Sıkıntı da esas olarak bu noktadadır.  Akıllı tasarımın (yani bir kâdir-i mutlak tarafından mevcudatın yaratılmasının) karşısına evrimi yerleştirmek elma ile armutu karşılaştırmak demektir. Akıllı tasarımın karşıt görüşü evrim değil, yukarıda bahsi geçen üç muhalif görüştür. Evrim Teorileri Yaratılış Hakikatinin eşdeğer karşıtı değildir.

Evrim konusu bağlam ve muhteva bakımından “ibda ve inşa” kavramları dâhilinde tartışılacak bir içeriğe sahiptir. Bu iddia, ancak ve ancak Allah’ın maddeyi ve canlıları bu şekilde yaratıp yaratmadığı problematiği içinde değerlendirilebilir. Diyelim ki evrim gerçektir; o zaman bu gerçeklik tesadüfe mi tabiata mı sebeplere mi veya bir yaratıcıya mı dayandırılacaktır? Yukarıda bahsi geçen ilk üç istinad noktasının muhal/imkânsız olduğu ispat edilirse, o halde evrim iddiası yaratıcının yaratım formlarından birisi olarak görülebilecek ve tartışılabilecek bir konudan öteye gitmemektedir. 

Birkaç asırdır genel itibarıyla bilim yap(a)mayan ve bilimsel faaliyetlere ciddi düzeyde katıl(a)mayan Müslümanlar, bilimsel faaliyet üzerine bina edilen felsefe ve teorilerin de ortaya konulmasında ve tartışılmasında muhatap alınma şanslarını yitirmiş durumdadırlar. Bilim yapanların, bunun felsefesini de yapacağı, sonuçlarını da belirlemeye çabalayacağı ortadadır. Bilimin birkaç asırdır Batı’da üretilmesi, Batının donuklaşmış skolastik Hristiyanlık yaklaşımı ile olan acı tecrübesi bilimsel bulgular üzerine yapılan felsefenin de -özü itibarıyla maddenin ezeliyetine inanmak demek olan- materyalizme bina edilmesini netice vermiştir. Dünyanın başı bilimle değil, işte materyalist felsefeye dayanan bu yaklaşımın yaşamımızı olduğu kadar bilim dünyasını da baskısı altına almasından mustariptir.

İnsanın evrimi

İnsanlığın evrim sonucunda ortaya çıktığı, kabaca bilindiği şekliyle maymundan geldiği iddiaları ise yine yaratılışın inşa ve terkip boyutuna tekabül etmektedir.   

Kur'anda ilk insanın ve ilk canlıların yaratılışı çeşitli ayetlerde ele alınmaktadır. İlk olarak topraktan ilk canlı hücrenin yaratılması, sonrasında da onun tekâmül ederek ergin forma ulaşmasından bahsedilir. Böylece her türün ilk atasına ait temel formlar ibda tarzında yaratılmıştır. Daha sonrasında da türler ve sınıfların tekrarlı ve benzer şekilde üremeleri yani inşa ve terkip bakımından bugünkü canlı embriyolojisinin açıkladığı şekilde devam edişi gerçeklemiştir. Bugünkü insan türünün ilk atası olarak Âdem aleyhisselamın, daha önceki formasyonlarından farklı olarak, Kur’an’da geçtiği şekliyle “isimler”i bilmesidir ki âdemin soyutlama kabiliyetinin geliştiğini ve kitab-ı kebir-i kâinatı okuyabilecek ve iradi olarak Allah’ı takdis ve tenzih edecek olgunluğa ulaştığını, bu olgunluğun da ilahi kelamın açılımlanmasını netice verdiğini göstermektedir.

Âdemin temel formunun –buna arketipin veya prototipin (ilk örneğin) oluşması da diyenler vardır- gelişmesi ve dünyada halife olacak bir kıvama gelmesi hengâmında, meleklerin tabiri ile “yeryüzünde kan dökmüş” yani vahşet ve bedeviyet halinde, ilahi kelâma muhatap olmadan yaşamış “insansı”ların gelmiş olması akıldan da kutsal metinlerde de uzak değildir. Tabiat, tesadüf ve sebeplerin yaratıcı olamayacakları ispatlandıktan sonra Âdem ister toprakta meydana gelen bir hücrenin gelişiminden oluşan “insansı” formun, tarihsel gelişim sürecinde “soyut kavramları algılayabilecek” düzeye gelmiş bir evre-modelidir denilsin; ister tek prototipe dayalı olarak aniden oluşmuş olan bir modeldir denilsin, ister maymundan evrilmiş olduğu söylensin isterse başka şekilde oluştuğu iddia edilsin; üstelik bu oluşuma “evrim” ismi de verilmiş olsun; bu isimlendirmeler ve açıklamalar insanın oluşumunu yaratılışın bir şekli olmaktan kurtaramayacaktır. Cenab-ı Hakkın birbirinden farklı anlamları olan ve hepsi de yaratımın bir boyutuna işaret eden “Haleka, Bede’e, Fatara, Bera’e, Zera’e, Enşe’e, Felake, Ce’ale, Sevve, Savvera, Ehyâ ve Bedi” gibi isim ve fiillerinin insan modeli üzerindeki faaliyetleri ile; insanoğlunun biyolojik, psikolojik, sosyolojik vs yönden gelişimi/tekâmülü mümkün olmaktadır.

İnsanın ana rahmindeki gelişimini anlatan “nutfe, alaka, mudğa, azm (kıkırdak, kemik), lahm (kas –ve yağ-)” gibi evrelerden sonra insan yavrusunun oluşması, doğum sonrasında somut olandan soyut olana doğru psikolojik gelişimi; ilk insan olan ademin prototip olarak yaratılması, halife olması, peygamber olması ile şaşırtıcı derecede benzerlik göstermektedir. İnsan ana rahminden çıktığında ancak eğitim ve öğretimle (isimlerin ve kavramların öğretilmesi ile) soyut alana geçebilmektedir. Eğitim almayan ve soyut kavramı elde edemeyen insanın diğer hayvanattan farkı kalmamakta; biyolojik olarak kodlanmış bulunan savunma, yeme, içme gibi ihtiyaçlarını karşılamak üzere içgüdüsel olarak yaşamaktan kurtulamamaktadır. Bu ise, Âdem aleyhisselamdan önce ve onunla birlikte pek çok insansı (soyut boyutuna geçememiş, beşer) varlığın bulunduğu düşüncesini kolaylaştırmaktadır. Durum böyle değil de başka şekilde de gerçekleşmiş olabilir. Hâsılı, insanın ortaya çıkışı ile ilişkili olarak pek çok düşünce, yaklaşım, teori mevcuttur. Bunlar yapılacak araştırmalarla, kutsal metinler üzerinde gerçekleştirilecek çözümlemelerle ve akıl yürütmeyle ortaya konulacak ikincil, üçüncül derecede tali konulardır ve hakikatte bu yaklaşımlar karşısında tamamen teslimiyetçi veya reddiyeci olmanın bir anlamı yoktur.

Risale-i Nurda evrimle ilgili olarak Mahlûkatın her nev’ine, her ferdine ve o nev’e ve o ferde münasip bir vücudun verildiği belirtilmektedir. Hiçbir canlı türünün zincirleme olarak geçmişi ve geleceği kuşatacak şekilde sonsuza dek devam etmesinin aklen mümkün olmamasından; mahlûkatın her bir türüne mahsus bir vücut verilmekle birlikte, bu türlerin başka türlere değişim sağlamasının, yani evrimin temel yaklaşımının gerçek olamayacağı vurgulanmaktadır. “İnkılâb-ı hakikat (bir gerçeğin zıddına dönüşmesi)  olmaz” denilmekte, çünkü “nev-i mütevassıtın (iki farklı türün birleşmesinden türeyen yeni bir türün) silsilesi (soyu) devam edemeyecektir. Tahavvül-ü esnaf (türlerin temel fiziksel, kimyasal, genetik özelliklerinin köklü şekilde değişime uğraması), inkılâb-ı hakaikin (bir gerçeğin zıddına dönüşmesi gibi olacağından) gayrısıdır (mümkün değildir) (Muhakemat-Üçüncü Makale/Unsuru'l-Akîde). Bu bakımdan Bediüzzaman’ın evrimci biyolojinin “türler arası geçiş” şeklindeki yaklaşımını (mesela insanın maymundan, kuşların dinozorlardan türemesi gibi) kabul etmediği anlaşılmaktadır.

Bediüzzaman her bir nev’in bir âdemi ve bir büyük pederi olduğunu belirtmekte; hikmet (felsefe), fenn-i tabakatü’l-arz (jeoloji) ve ilm-i hayvanat (zooloji) ve nebatat’ın (botanik) bildirdiği iki yüz bini aşkın canlı türünün âdemleri hükmünde olan mebde-i evvellerinin (ilk başlangıçları/prototipleri) her birinin müstakil şekilde ortaya çıktığını ifade etmektedir.

Sonsöz

Evrimci felsefenin öne sürdüğü tezlerden daha çok, bu tezleri neye dayandırdığı çok daha önem arz etmektedir. Müslüman bir bilim adamı, evrim bilimin bulgularını alıp doğrudan yaratılışın bir formu olarak takdim edebilir; zira her şeye kadir olan ve varlığı aklen ispatlanabilen bir yaratıcıya inanmaktadır. Ateist bir bilim adamının ise evrim bilimin bulgularına dayanarak kadir-i mutlak bir yaratıcının bulunmadığını ispat etme şansı ise bulunmamaktadır; zira yaratıcının kabulü veya reddi ancak mevcudatı var edenin kim ya da ne olduğu aklen ispat edilmesi ile mümkün olmaktadır. Evrimin tamamıyla doğru kabul edilmesi ile dahi tesadüf, tabiat veya sebeplerin yaratıcı oldukları aklen ispatlanamadıkça;  evrim yine kadir-i mutlak bir ilahın yaratışını ifade edecektir. Dolayısıyla bir kadir-i mutlak zorunlu olarak müsebbib’ül esbab olarak görüldükten sonra, mevcudat şöyle veya böyle oluşmuştur şeklindeki tezlerin bir diğerinden kıymetçe ve kemmiyetçe farkı olmayacaktır.

Görüleceği üzere evrim konusu esasında bir teferruatın tartışılmasından ibarettir.  İnsanın bir meniden veya topraktan yaratıldığına inanıp, herhangi bir canlı formdan tekâmül ettiğine inanamamak ve abes görmek bilgisizlikten kaynaklanmıyorsa karşı tarafın yanlışından beslenen bir inattan güç alındığı düşünülmelidir. Canlılığın kökenini araştıran iki bilim adamından birisinin yaratılışa inanması ve diğerinin inanmaması pek ala mümkün ve mantıklıdır. Mantıklı olmayan ve kabul edilemez olan ise, bilimin ve bilim adamının, dolayısıyla insanlık âleminin baskı altına alınıp dinsizliğe mecbur edilmeye çabalanmasıdır.

Vesselam.

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
4 Yorum