Bediüzzaman’ın iki hayat prensibi: İslâmiyetten taviz vermemek ve müsbet hareket etmek (II)

Prof. Dr. Ahmet Akgündüz'ün yazısı

 Asrımızdaki alimlere örnek olması ümidiyle...

Eski Said ve Yeni Said Şer’-i Şeriften Asla Taviz Vermemiştir: İslamiyet’ten Taviz Vererek İslâm’a Hizmet Edilmez

Bedîüzzaman Hazretleri, Şer’-i Şerifle alakalı bu vazgeçilmez düsturları açıklamanın yanında, günümüz insanının akıllarına gelen bazı soruları da cevaplandırmıştır. Bunlardan bazılarını zikretmeyi zarurî görüyoruz:

1-Avrupa’dan Hukuk Dilenciliğinde Bulunmak

Bedîüzzaman Hazretleri buna şiddetle karşı çıkmıştır.

Biz muhabbet fedaileriyiz, husumete vaktimiz yoktur. Meşrûtiyet ki, adâlet ve meşveret ve kanûnda inhisar-ı kuvvetten ibarettir. Onüç asır evvel Şerî’at teessüs ettiğinden, kanûnlarda Avrupa’ya dilencilik etmek, dîn-i İslâma büyük bir cinâyettir ve kuzeye doğru namaz kılmak gibidir. Kuvvet kanûnda olmalı. Yoksa istibdâd tevzi olunmuş olur.

İnsanlar hür oldular, ama yine abdullahtırlar. Herşey hür oldu, Şerî’at da hürdür, meşrûtiyet de. İslâm’ın meselelerini rüşvet vermeyeceğiz. Başkası­nın kusuru, insanın kusuruna sened ve özür olamaz.[1]

Ey milletvekilleri, sizler büyük bir gün için gönderilmişsinizdir (Ayetteki manasıyla büyük bir günde haşr edileceksiniz). Ey halkın vekilleri, Allah'ın hukuku diye bilinen kamu yararlarını medeniyet bahçesinde, hayat kaynağı olan İlâhî Elçi’nin Şerî’atıyla sulayınız ki, medeniyetimiz bu yaşamla gençliğini ebedîleştirsin, Îlahî adâlet de hakkıyla görünsün. Zira ilahî adâlet, Şerî’at arşında belirir. Oradan inmiş olan hükümleri çalışma kuralı yapınız.

İnsanlar hürdürler, ancak Allah'ın kullarıdırlar. İstibdâd denilen yırtıcı devin acımasız pençesinde, en son din hanımı (İslâm dinini güzel bir hanıma ve istibdâdı da bu hanımı kaçıran canavara benzetmektedir) susturularak alıkonulmuştu. Şimdi ise, medeniyet tahtında oturan ve kamuoyu denilen meşrûtiyet Süleyman'ının mübarek parmağına, her türlü boyun eğdirme özelliğine sahip parlak Şerî’at yüzüğü lâyık görülecektir. Evet, bunu layık görünüz, fiilen de kutlayıp ona boyun eğiniz. Bırakmayınız ki, meşrûtiyetin adâletli eline yakışan Allah'ın o beyaz kılıcına istibdâdın pis pençesi ilişsin ve onu kendi amaçlarına araç ederek o mübarek eli lekelesin.

Milyonlarca dâhînin Kur'an'ın açık ve kesin ayetlerinden çıkardığı, Tûbâ ağacı gibi dal budak salan ve hem siyâset hem de maslahat bakımından hangi Şer’î hükmün hangi meseleyi hallettiğini ve "ve hiç bir yaş ve hiç bir kuru yoktur ki açık ve açıklayıcı olan kitapta bulunmasın" sırrını içtihatlarıyla tasdik etmiş olan dört mezhebe ait kitaplar, o bitip tükenmeyen ve sonu gelmeyen hazine ve cevherlerle doludur. Parlak Şerî’attan adâletli hükümleri ve yüce gerçekleri temel ilke olmak üzere düzenlemek için, İslâm hukukçularının makbul görüşlerine başvurunuz ki, meşrûtiyetteki gerçekleri ve Anayasadaki hükümleri daha eksiksiz, daha açık bir biçimde parlak Şerî’attan çıkarıp düzenlesinler; az himmetle Mecelle-i Ahkâm’ı[2] düzenledikleri gibi. Zira hayatımızın sağlam bağı olan geniş kapsamlı birlik, bununla gerçekleşip güç kazanacaktır. Şimdiye kadar İslâm Güneş'i, istibdâdın karanlık bulutlarıyla ve onun sonucu olan ahlak kötülüğü ve dinde zafiyetle örtülüp tutulduğundan, onun yansıtıcısı olan medeniyet Ay'ı da, bilgisizlik ve vahşetin araya girmesiyle tutulduğundan, haşa İslâm dini'nin istibdâd ve tembelliğe elverişli olduğu yolunda bazıları için boş bir hayal meydana gelmiştir. "Hikmet, inananın kaybolmuş malıdır, onu gördüğü yerde alır" hadisi bir kez Şerî’atta temel olsa, acaba hangi kanıda ve nasıl gelişmeye engel olur![3]

2-Zaruret, haram olan şeyleri helal kılar kaidesi [4]

Bu konuda da Bedîüzzaman çok önemli düsturları açıklamaktadır:

Hükm-ü Kur'ana göre, bu zamanda mimsiz medeniyetin îcabatından olarak hacat-ı zaruriye dörtten yirmiye çıkmış. Tiryakilikle, görenekle ve itiyadla hacat-ı gayr-ı zaruriye, hacat-ı zaruriye hükmüne geçmiş. Âhirete iman ettiği halde, zaruret var diye ve zaruret zannıyla dünya menfaati ve maişet derdi için dünyayı âhirete tercih ediyor.

Kırk sene evvel bir başkumandan beni bir parça dünyaya alıştırmak için bazı kumandanları, hattâ hocaları benim yanıma gönderdi. Onlar dediler: "Biz şimdi mecburuz. اِنَّ الضَّرُورَاتِ تُبِيحُ الْمَحْظُورَاتِ (Zaruretler haramı helâl derecesine getirir) kaidesiyle Avrupa'nın bazı usûllerini, medeniyetin îcablarını taklide mecburuz." dediler. Ben de dedim: "Çok aldanmışsınız. Zaruret sû'-i ihtiyardan gelse kat'iyyen doğru değildir, haramı helâl etmez. Sû'-i ihtiyardan gelmezse, yani zaruret haram yoluyla olmamış ise, zararı yok. Meselâ: Bir adam sû'-i ihtiyarı ile haram bir tarzda kendini sarhoş etse ve sarhoşlukla bir cinayet yapsa; hüküm aleyhine cari olur, mazur sayılmaz, ceza görür. Çünki sû'-i ihtiyarı ile bu zaruret meydana gelmiştir. Fakat bir meczub çocuk cezbe halinde birisini vursa mazurdur, ceza görmez. Çünki ihtiyarı dâhilinde değildir." İşte, ben o kumandana ve hocalara dedim: Ekmek yemek, yaşamak gibi zarurî ihtiyaçlar haricinde başka hangi zaruret var? Sû'-i ihtiyardan, gayr-ı meşru meyillerden ve haram muamelelerden tevellüd eden hareketler, haramı helâl etmeye medar olamazlar. Sinema, tiyatro, dans gibi şeylerde tiryaki olmuş ise, mutlak zaruret olmadığı ve sû'-i ihtiyardan geldiği için, haramı helâl etmeye sebeb olamaz. Kanun-u beşerî de bu noktaları nazara almış ki; ihtiyar haricinde zaruret-i kat'iyye ile, sû'-i ihtiyardan neş'et eden hükümleri ayırmıştır. Kanun-u İlahîde ise, daha esaslı ve muhkem bir şekilde bu esaslar tefrik edilmiş.

Bununla beraber zamanın ilcaatı ile zaruretler ortalıkta zannederek bazı hocaların bid'alara tarafdarlığından dolayı onlara hücum etmeyiniz. Bilmeyerek "zaruret var" zannıyla hareket eden o bîçarelere vurmayınız. Onun için kuvvetimizi dâhilde sarfetmiyoruz. Bîçare, zaruret derecesine girmiş, bize muhalif olanlardan hoca da olsa onlara ilişmeyiniz. Ben tek başımla daha evvel aleyhimdeki o kadar muarızlara karşı dayandığım, zerre kadar fütur getirmediğim, o hizmet-i imaniyede muvaffak olduğum halde; şimdi milyonlar Nur Talebesi olduğu halde, yine müsbet hareket etmekle onların bütün tahkiratlarına, zulümlerine tahammül ediyorum.[5]

Diyânet İşleri Başkanı Ahmed Hamdi Akseki’ye[6] yazdığı mektupta ise şu esasları kaydeder:

Muhterem Ahmed Hamdi Efendi Hazretleri!

Bir hâdise-i ruhiyemi size beyan ediyorum: Çok zaman evvel zâtınız ve sizin mesleğinizdeki hocaların zarurete binaen ruhsata tâbi' ve azimet-i şer'iyeyi bırakan fikirler, benim fikrime muvafık gelmiyordu. Ben hem onlara, hem sana hiddet ederdim. "Neden azimeti terkedip ruhsata tâbi' oluyorlar?" diye Risâle-i Nur'u doğrudan doğruya sizlere göndermezdim. Fakat üç-dört sene evvel yine şiddetli, kalbime sizi tenkidkârane bir teessüf geldi. Birden ihtar edildi ki:

"Bu senin eski medrese arkadaşların olan başta Ahmed Hamdi gibi zâtlar, dehşetli ve şiddetli bir tahribata karşı "ehven’üs-şer" düsturuyla mümkün olduğu kadar bir derece bir kısım vazife-i ilmiyeyi, mukaddesatın muhafazasına sarfedip, tehlikeyi dörtten bire indirmeleri, onların mecburiyetle bazı noksanlarına ve kusurlarına inşâallah keffaret olur" diye kalbime şiddetli ihtar edildi. [7]

3- Meşrutiyet, Cumhuriyet ve benzeri idarelerde Şer’-i Şerif’e muhalif hareketler ve muhâlif kanunlar konusunda ne yapmalı?

Bedîüzzaman üç devri yani Mutlakıyet, Meşrutiyet ve Cumhuriyet devirlerini yaşamış bir allâmedir. Her üç dönemde de konuyla alakalı tesbitleri olmuştur. Bazı tesbitlerini aktaralım.

Siz de meşrûtiyeti meşrû’iyet adıyla vasıflandırıp öyle kavrayınız ve öyle anlatınız ki, o kötü zannı yalanlayasınız. Yoksa başka vicdanî dinleri ölçü alarak Şerî’atı siyâsetten tecrid ederek, o suizannı tasdik etmeyiniz. Çünkü dinimiz nasıl ki ma’nevî, vicdanî, ahirete yönelik ve naklî hükümlere dayalı ise, maddî, siyasî, aklî ve hayatı tanzim eden hükümleri de vaz’ etmektedir. Bazı Avrupalı araştırmacılar demişlerdir ki: "Bazı mahallerdeki insanların medeniyet sınırları içine girmelerinin tek aracı, İslâmiyet’tir". Müslümanların et ve kanlarına karışmış olan İslâm dini, onların duygu ve düşüncelerinde müessir ve vicdanlarında itaat edilen sultan olduğundan, şimdi gelişmeyi sağlam bir temele dayandırmak için, düşünce ve anlayışlar arasında elektrik akımı gibi akan dinî konularla vicdanlarıyla haberleşip yayılsın.

Bir de çocukların eğitimi zorunludur. Çocuklara benzeyen halkların eğitilip öğretilmeleri de zorunlu gibi olacaktır. Bu hürriyet zamanında zorlayıcı sebep, şevk ve sevgi olacaktır. Ve o gerçek şevki doğurtan, vicdanlarından çıkan dindarlık duygularıdır. Onu coşturup harekete getiren özellik ise, ruhanî bir manyetizmaya sahip olan Ahmedî Şerî’atın işleyen emriyle olacaktır. Kürdistan, Arabistan, Arnavudluğu gezenler, bu iddiada tereddüt etmezler. Onların anlayışlarını ruhani manyetizmayla manyetizlendirmek, ancak Şerî’at adıyla olacaktır. [8]

Hükümet başındaki idarecilerin tutumları, yaptıkları kanunlar İslâm dinine uymazsa durumları nedir? meselesi hakkında Bedîüzzaman’ın fetvâsı:

S: Şimdi çok hilâf‑ı Şerî’at şeyler yapılıyor?..

C: Bence muhalif‑i hakikat‑ı Şerî’at olan şeyler, Meşrutiyet’e de muhaliftir.. Ya günahlarıdır veya ilca‑i zarurettir. Farz ediniz ki; şu siyaset muhalif olsun, yine telâşa mahal yoktur. Zira Şerî’at‑ı Garra’nın bin kısmından bir kısmıdır ki siyasete taalluk eder, o kısmın ihmaliyle Şerî’at ihmal olunmaz.

Evet, imtisal etmemek, inkâr etmek demek değildir. Hem de Devlet‑i Osmaniye’ye tabi’ olan İslâmların onbeş misli İslâmlar, sırf siyaset‑i ecanib altındadır. Onların dinine zarar gelmez.. Nerede kaldı ki; bir hükûmette, ki kendisi İslâm, millet‑i hâkimesi İslâm, üss’ül-esas siyasetide şudur: “Bu devletin dini, din‑i İslâm’dır.[9] şu esası vikaye etmek vazifemizdir. Çünki milletimizin mâye‑i hayatiyesidir.[10]

Bedîüzzaman’ın şu büyük fetvâsı çok mühim ve muğlak düğümleri halletmektedir. Bedîüzzaman’ın şu fetvâsı, İslâm Âlemi’nin her köşesi için esastır ve İslâm milletlerini neticesiz akim badirelerden muhafaza eden ve istikametli yolu gösteren en büyük ve en doğru bir fetvâdır.

Bedîüzzaman’ın şu fetvâsındaki bu cümle: “Bence muhalif‑i hakikat‑ı Şerî’at olan şeyler, meşrutiyete de muhaliftir.” demek suretiyle, Şerî’at’ın hakikatine muhalif olan şeyler, aynı zamanda meşrutiyete de zıddır, şeklindeki hükmü ki; Meşrutiyet o zaman kanun‑i esasiyle yürütülmekte idi. Kanun‑u Esasi ise, doğrudan doğruya Şerî’at’tan alınmış bir şey değildi. Buna rağmen Bedîüzzaman eski nutuklarının bazı yerlerinde Kanun‑u Esasi için: “Şerî’at‑ı Garra üzerine müesses olan kanun‑u esasî...” şeklinde tabir etmektedir.

Fetvâdaki ikinci mühim husus: “Farz ediniz, şu siyaset muhalif olsun, yine telâşa mahal yoktur.. Zira Şerî’at‑ı Garra’nın bin kısmından bir kısmıdır ki, siyasete taalluk eder. O kısmın ihmaliyle Şerî’at ihmal olunmaz.” Bedîüzzaman’ın şu fetvâlı hükmü ile, idarecilerin takib ettikleri siyaset, Şerî’at’a muhalif de olsa, Şerî’atın tamamen ihmali veya terki demek değildir. Şerî’at, yani İslâm dininin tüm hakikatleri ve mes’eleleri beraber nazara alınırsa; Hükûmetin idare ve siyasetini ilgilendiren kısım, binde birdir diye kat’î fetvâsını vermektedir. Ayrıca da, aynı paragrafta hükûmeti idare eden adamlar olsun, Müslüman milletin ferdleri olsun, Şerî’at’a tam uymamakla onu inkar etme manasına gelmediği için, küfürlerine fetvâ verilemiyeceğine, belki olsa olsa fâsık ve günahkâr olabileceklerine işaret etmektedir.

Fetvâdaki şu gelecek üçüncü hüküm dahi, anlaşılamıyan çok büyük ve muğlak mes’eleleri halletmektedir, şöyle ki diyor: “...Bir hükûmet ki kendisi İslâm, millet‑i hâkimesi İslâm, üss’ül-esas siyaseti de şu düsturdur: Bu devletin dini, din‑i İslâm’dır. Şu esası vikaye etmek vazifemizdir. Çünki milletimizin mâye‑i hayatiyesidir”. Bu paragrafın birazcık izahı icab eder zannederim.. “Bir hükûmet ki kendisi İslâm” diyor. Hükümetin siyaseti İslâm’a dayalıdır, İslâm Şerî’atı’dır demiyor. Belki hükümetteki insanlar şahsen Müslümandır demek istiyor. Ayrıca da milletin ekseriyet‑i mutlakası Müslüman olup, çoğunluk itibariyle hâkim durumdadır. Hükûmetin anayasası, milletin Müslüman olduğu, hükmünü muhafaza edecektir. Fakat İslâm Şerî’atı’na göre idare edecektir, hükmedecektir demiyor. Çünkü İttihad ve Terakki zamanında olsun, biraz önceleri olsun, ta Tanzimat’tan beri Osmanlı hükûmet icraatlarında ve mahkemelerinde sadece İslâm Şerî’atı’nın miras ve hukuk kısmı tatbik edilmekteydi. Ceza hukuku maalesef kalkmış durumdaydı.[11]

4-İdarecilere ve Siyasetçilere Kâfir ve Dinsiz demek Doğru mu?

Bedîüzzaman Hazretleri bu konuda da düsturlar koymuştur. Bunlardan bazılarını aktarmakta yarar verdır:

S: Neden bazılarını dinsiz zannettiğimizden bize zarar gelsin?

C: Bence bir Müslüman neslinden gelen adam, akıl ve fikri İslâmiyet’ten tecerrüd etse bile, fıtratı ve vicdanı hiç bir vakitte İslâmiyetten vazgeçemez. En ebleh, en sefih bile, sedd‑i rasin‑i istinadımız olan İslâmiyet’e bütün mevcudiyetiyle taraftardır...

Ey insafsızlar! Umum âlemi yutacak, birleştirecek, besliyecek, ziyalandıracak isti’dadında olan hakikat‑ı İslâmiyet’i nasıl dar buldunuz ki; fukaraya ve mutaassıp bazı hocalara tahsis edip, yarı ehlini dışarıya atmak istiyorsunuz.. Hem de umum kemalâtı cami’, bütün nev‑i beşerin hissiyat‑ı âliyesini besliyecek mevaddı muhit olan o kasr‑ı nuranî‑i İslâmiyet’i ne cür’et ile, matem tutmuş bir siyah çadır gibi bir kısım fukara ve bedevilere ve mürtecilere has olduğunu tahayyül ediyorsunuz.

Evet, herkes ayinesinin müşahadetına tabi’dir. Demek sizin siyah ve yalancı ayineniz size öyle göstermiştir.[12]

Ben 31 Mart hâdisesinde şuna yakın bir hal gördüm. Zira İslâmiyet'in meşrutiyetperver ve hamiyetli fedaileri, cevher-i hayat makamında bildikleri nimet-i meşrutiyeti Şerî’ata tatbik edip, ehl-i hükûmeti adâlet namazında kıbleye irşad ve nam-ı mukaddes Şerî’atı meşrutiyet kuvvetiyle i'lâ; ve meşrutiyeti Şerî’at kuvvetiyle ibka; ve bütün seyyiat-ı sâbıkayı, muhalefet-i Şerî’at üzerine ilka etmek için bazı telkinatta ve teferruatın tatbikatında bulundular. Sonra, sağını solundan farkedemiyenler, hâşâ Şerî’atı istibdâda müsaid zannederek, tuti kuşları taklidi gibi "Şerî’at isteriz!" demekle, hakikî maksad ortada anlaşılmaz oldu. Zâten plânlar serilmişti. İşte o zaman yalan olarak hamiyet maskesini takınan bazı herifler, o ism-i mukaddese tecavüz ettiler. İşte cây-ı ibret bir nokta-i siyah![13]

Hakikaten bence, Müslüman neslinden gelen bir adamın akıl ve fikri İslâmiyet'ten tecerrüd etse bile, fıtratı ve vicdanı hiç bir vakit İslâmiyet'ten vazgeçemez. En ebleh ve en sefih bile, sedd-i rasîn-i istinadımız olan İslâmiyet'e bütün mevcudiyetiyle tarafdardır; lâsiyyema siyasetten haberdar olanlar.[14]

Halbuki Said'i bilenler bilirler ki, mümkün olduğu kadar tekfirden çekinir. Hattâ sarih küfrü bir adamdan görse de, yine tevile çalışır. Onu tekfir etmez. Her vakit hüsn-ü zan ile hareket ettiği halde ona bu ittihamı yapan elbette kendisi o ittiham ile tam müttehemdir.[15]

Maatteessüf sû'-i tesadüf ile hükûmete itiraz edenlerden ehl-i ifrat ve ehl-i tefrite rast geldim. Ehl-i ifratın bir kısmı, Arab'dan sonra İslâmiyet’in kıvamı olan Etrak'i tadlil ediyorlardı. Hattâ bir kısmı o derece tecavüz etti ki, ehl-i kanunu tekfir ederdi. Otuz sene evvel kanun-u esasî ve hürriyetin ilânını tekfire delil gösterirdi, وَمَنْ لَمْ يَحْكُمْ بِمَا اَنْزَلَ اللّٰهُ ("Her kim Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse..." Mâide Sûresi, 5/44) ilâ âhir hüccet ederdi. Bîçare bilmezdi ki: مَنْ لَمْ يَحْكُمْ (Her kim hükmetmezse) bimana مَنْ لَمْ يُصَدِّقْ (Her kim tasdik etmezse) dır.[16]

Bu tebayün-ü efkâr ahlâk-ı İslâmiyenin esasını sarsmış, ittihad-ı milleti çatallaştırmış, terakkiyat-ı medeniyeden geri bırakmıştır. Zira biri ifrat ile diğerini tekfir ve tadlil ediyor. Öteki tefrit ile onu techil ve gayr-ı mutemed addediyor. Bunun çaresi, tevhid ile ve efkârlarının mabeyninde teyid ile münasebet ile musalahadır. Tâ itidal noktasında musafaha ile birleşmeli ki, aheng-i terakkiyi ihlâl etmesinler. [17]

Bazı âyât ve ehadîs vardır ki; mutlakadır, külliye telakki edilmiş. Hem öyleler vardır ki; münteşire-i muvakkatadır, daime zannedilmiş. Hem mukayyede var, âmm hesab edilmiş.

Meselâ: Demiş bu şey küfürdür. Yani o sıfat imandan neş'et etmemiş, o sıfat kâfiredir. O haysiyet ile o zât küfür etti denilir. Fakat mevsufu ise imandan neş'et ettikleri gibi ve imanın tereşşuhatına da hâize olan başka masume evsafa mâlik olduğundan, o zât kâfirdir denilmez. İllâ ki, o sıfat küfürden neş'et ettiği yakînen biline. Zira başka sebebden de neş'et edebilir. Sıfatın delaletinde (şekk) var. İmanın vücudunda da (yakîn) var. Şekk ise yakînin hükmünü izale etmez. Tekfire çabuk cür'et edenler düşünsünler!. [18]

 

[1]    Volkan, No: 83, 11 Mart 1325/23 Mart 1909; Bu makale, Volkan 83 ve 84.

[2]    Mecelle-i Ahkâm-ı Adliyye, Osmanlı Medeni Kanûnudur. İslâm hukukunun bir kısmını yani Borçlar Hukuku, Eşya Hukuku, Usûl Hukuku ve Şirketler Hukuku hükümlerini ihtiva eden Mecelle’nin; yeni bir kânun tekniği, veciz bir şekilde hâzırlanmış olması ve ihtiyâçlara cevap vermekteki pratikliği en mühim husûsiyetlerindendir. Mecelle, her Müslümanın bilmesi lâzım gelen biri fıkhın târîfi, doksan dokuzu kavâid-i külliye (genel hükümler) olmak üzere yüz maddelik bir mukaddime (önsöz-giriş) dâhil, on altı kitâbdan meydana gelir. Tamâmı birbirini tâkib eden 1851 madde olup, 1877 yılında Abdulhamîd Han zamanında tatbik edilmeye başlanmış, 1926’da yürürlükten kaldırılmıştır. (Ahmed Akgündüz, İslâm ve Osmanlı Hukuku Külliyâtı, c. III, sh. 212 vd.).

[3]    Makalenin Orijinali (Kürd Te’âvün ve Terakki Gazetesi, 6.12.1324/19.12.1908, 3/20-22)

[4]    Azimet: azm (gayret etmek) masdarından olup, kat'i olarak verilmiş bir karar ile bir hususun icrasına başlamaktır. İslâmî ıstılahta; "Allah-û Teâlâ (cc) tarafından vaki olan teklifi, hiçbir özür ileri sürmeksizin, usûl ve kaidesine göre, tam ve mükemmel şekilde eda etmektir." şeklinde geçer.

     Azimet farz, vacip, sünnet ve müstehab niteliğindeki bir davranışın yapılmasını; haram, mekruh gibi davranışların da yapılmamasını ifade eden bütün teklifî hükümleri içine alır. Meselâ namaz, oruç, hacc başta olmak üzere, Allah'ın kullarını yükümlü tuttuğu bütün dinî vecibeler genel manada her mükellef kişi için konulmuş birer azimet hükmüdür. Aynı şekilde şarap içme, domuz eti yeme, zina etme gibi haram olan fiiller de her mükellefi bağlayıcı nitelikteki genel hükümlerdendir. Bunların haricinde; alış-veriş, kira, mudârebe (köle ile yapılan sözleşme) ve kısas gibi toplumsal menfaati dikkate alarak meşru kılınmasını gerektiren hükümler dahi azimet cümlesindendir. Bundan başka; hükmü ortadan kaldıran emir de azimetten sayılır. Şatıbî der ki: Eğer daha önce bir hüküm bulunur, fakat önceki hüküm bu sonuncusuyla neshedilmiş [hükmü ortadan kaldırılmış] olursa, bu neshedici olan sonuncusu da başta konan hüküm gibi kabul edilir. Örneğin; "Allah nefsinize güvenemeyeceğinizi biliyordu. Bu sebeple tevbenizi kabul edip sizi affetti; artık eşlerinize yaklaşabilirsiniz." ayetinde olduğu gibi.

     Keza, genel ifadelerden yapılan istisnalar ve diğer tahsis görmüş hükümler de baştan konulmuş küllî hükümlerden sayılmaktadır. Mesela; ayette "Müşrikleri öldürünüz." buyrulmuşken, hadiste kadın ve çocukların öldürülmeleri yasaklanmıştır. Bütün bu tür emir, yasak, istisna ve tahsis yoluyla getirilen hükümler azimet kapsamı içerisinde bulunmaktadır. Bu itibar ile azimet, asıl ve genel olan bir hüküm olup umumu (geneli) ilgilendiren, her mükellefin uymak zorunda kaldığı esastır. Zira Allah'ın hükmü asıldır ve onu değiştirecek kimse de yoktur.

     Ruhsat, kulların şer'i özürleri neticesinde, tam ve mükemmel olarak eda edemediği teklifleri, Allah-û Teâlâ'nın (cc) nazarı müsamaha görmesi dolayısıyla insanların fiillerine tatbik edilmesi gereken hükümlere verilen isimdir. Kulların özürlerine binaen kendilerine kolaylık olmak üzere, ikinci derecede meşru kılınan şeydir. Yapılması caiz yani müsaade edilip, zorluğu ortadan kaldırmayı amaçlar. Nitekim sözlüklerde "kolaylık ve müsaade" anlamlarına gelir. Ruhsata başvurmak, ancak İslâmî bir emir ve hükmü tam ve mükemmel olarak yerine getirme hususunda dikkat ve sağlam irade kullanılmadığı takdirde olur. Örneğin; mükelleflerin oruç tutması bir azîmet hükmüdür. Fakat hasta ve yolculara -karşılaştıkları güçlük sebebiyle- oruç tutmama kolaylığı tanınmış ve bunlardan tutamadıkları oruçlarını normal hale dönünce kaza etmeleri istenmiştir. Domuz etinin yenmesi ve şarabın içilmesi haram olduğu halde, susuzluktan veya açlıktan ölme tehlikesiyle karşılaşan kimseye bu azîmet hükmünü terk edip domuz etinden veya şaraptan hayatî tehlikeyi atlatacak miktarda yemesi-içmesi mubah kılınmıştır.Yine ruhsat sayesinde; seferîlik halinde, ayağında bulunan mestler üzerine (24 saat yerine) 72 saat mesh edilebilir, Ramazan orucu bayramdan sonraya tehir edilerek gününe gün tutulabilir, cuma namazı terk edilerek yerine öğle namazı kılınabilir. Sonra; canına veya herhangi bir uzvuna zarar gelmesinden korkularak farz namazlar oturarak veya yatarak ima ile eda edilebilir.

     Özür; ızdırar (bir işi yapmaya mecbur kalmak), sefer meşakkati veya bir rahatsızlıktan dolayı cemaatle namazı terk etmenin caiz olması gibi bir takım zorunlu hallerdir. Tehdit altında küfre götüren bir söz söylemek, açlık tehlikesi halinde murdar et yemek gibi hükümler bu sebeple ruhsata addedilir.

     Zaruret; "yasak bir şeyi yapmadığı takdirde helâkı veya helâka yaklaşmayı gerekli kılan şeydir." Burada esas olan şey; zaruretin ciddî ve ölümle neticelenebilecek bir durum olmasıdır. Zaruret halindeki kişiye bu sebeple bir kınama söz konusu değildir; o, kendisine tanınan kolaylığı mecburiyet gereği yapmaktadır.

     Mesela; “bir tabip, doktorluk noktasında bir nâ-mahremin en nâ-mahrem uzvuna bakar ve zaruret olduğu vakit ona gösterilir. Hilaf-ı edeb denilmez. Belki, edeb-i tıb, öyle iktiza eder, denilir. Fakat o tabib, recûliyet unvanıyla yahut vâiz ismiyle yahut hoca sıfatıyla o nâ-mahremlere bakamaz. Ona gösterilmesini edep fetvâ veremez. Ve o cihette ona göstermek, hayâsızlıktır." Lem’alar, sh. 54.

     Zaruretin şartları ikidir; Mecelle madde-21'de şöyle kayıt olunmuştur: "Zaruretler memnu [yasak] olan şeyleri mubah [serbest] kılar." Ve yine madde-22'de: "Zaruretler kendi miktarlarınca takdir olunur." şeklinde geçer. Yani zaruretler ancak nass (açıkça belirtilen hükümler) ile sınırlandırdığı kadar takdir edilmiştir; keyfî uygulamalar ile bu sürenin yahut miktarın arttırılması caiz değildir.

[5]    Emirdağ Lâhikası, Iı, sh. 242 vd.

[6]    Ahmet Hamdi Akseki (d. 1887, Akseki - ö. 9 Ocak 1951, Ankara), büyük bir İslâm âlimidir. 1947'den vefatına değin Diyânet İşleri Başkanlığı yapmıştır. Akseki, Güzelsu'da 1302 (1887) yılında doğdu. Babası Mahmud Efendi, annesi Hatice Hanımdır. Kuran'ı Kerim'i babasından öğrendi, Mecidiye medresedinde okudu. Ödemiş'teki din ilimleri tahsil ettikten sonra İstanbul'a geldi. Fatih'te öğrenimine devam etti. Darülfünun Ulumi aliye-i Diniye'yi, Darülhilâfetil Aliye'yi, Medresetül Mütehassısîn'i birincilikle bitirdi. Dersiam oldu. Sebilürreşad, Selâmet, Mahfil, Yeşilay, İslâm-Türk Ansiklopedisi gibi mecmualarda yazdı. Kürsü Şeyhliği, muallimlik, medrese hocalığı yaptı. Balkan savaşı öncesi Sebilürreşad dergisinin muhabiri olarak Bulgaristan'a gitti, oradan mektuplar yazdı. Millî mücadele döneminde görevini bırakarak destek olmak için Ankara'ya geldi. 1923'de Darülhilafe'leri ıslah etti. İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi hadis müderrisi ve diyânet azas ve Rıfat Börekçi'nin yardımcısıydı. 1947'de üçüncü Diyânet İşleri Başkanı oldu. 9 Ocak 1951'de görevi başında vefat etti. BCA, 12/5/1947, Fon Kodu: 51..0.0.0 Yer No: 4.30..21, A. Hamdi Akseki'nin Diyânet İşleri Başkanlığı görevine başlaması dolayısıyla gönderdiği genelge. Çok sayıda eserleri vardır.

[7]    Emirdağ Lâhikası, Iı, sh. 10.

[8]    Makalenin Orijinali (Kürd Te’âvün ve Terakki Gazetesi, 6.12.1324/19.12.1908, 3/20-22)

[9]    1876 Kanun-ı Esâsî’sinin 11. Maddesi.

[10] Âsâr-ı Bedî’iyye, sh. 439.

[11] Badıllı, Mufassal Tarihçe, I, sh. 600 vd.

[12] Âsâr-ı Bedî’iyye, sh. 443.

[13] Münâzarât, 43.

[14] Tarihçe-i Hayat, sh. 83.

[15] Şu’alar, sh. 423.

[16] Münâzarât, sh. 82.

[17] Divan-ı Harb-ı Örfî, sh. 80.

[18] Sünûhât-Tulû’ât-İşârât, sh. 16-17.. 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.