Barla: Buhurumeryem

Arzu, yıllardır şehrin insanı kendine küstüren boğucu havasında nefeslenecek bir damar arıyordu. O damara tutunarak hayatının kalan kısmını tamama erdirmek istiyordu. Fakat dünya onu öyle bir sarmal içinde yakalamıştı ki, sanki bütün damarlar o sarmal içinde, sanki dünyanın içinde kaybolup gidiyordu.

Yine de her şeye rağmen direniyor, ayakta kalmaya çalışıyordu. Bunun için bir şeyleri sürekli yoklayıp duruyordu. Bazen edebiyatın derin vadilerinde dolaşıyor, bir nur, bir rica arıyordu. Bazen tarihte, bazen felsefede bir soluk arıyordu. Bazen bir şiirde, bazen bir şarkıda, bazen bir meslekte, bazen bir meşrepte çıkış arıyordu. Ne var ki geçen bunca zamana rağmen o damarı bulamamış, o çıkışı yapamamıştı.

Arzu, bir süredir mimarlıkla ilgili eserler okuyordu. Fakat mimarlığa ilgisi bir “damar” bulma heyecanından gelmiyordu. Bu durum olsa olsa biraz zihnini dağıtarak kendi ile baş başa kalmamak için seçtiği geçici bir oyalanma olabilirdi. Fakat okumalar ilerledikçe mimariye, özellikle de Osmanlı mimarisine ilgisi artıkça artıyordu.

Öğrendiğine göre, Osmanlı’da mimarlar hastane yapacakları zaman bulundukları şehrin belli yerlerine etleri asarlar; bunların güneşin altında kurumasını beklerlerdi. İlk önce hangi et kurumuş ise, hastaneyi oraya yaparlardı. Zira burası güneşi en iyi alan yer demekti. Güneş şifa olduğuna göre buraya hastane yapmak en mantıklı şey olmalıydı.

Arzu, bu tür kitapları okurken oyalanmanın ötesinde hiç ummadığı bir gerçekle karşılaşmıştı. Buna “karşılaşmıştı” demek aslında bu durumu anlatmaya yetmiyordu. Belki “çarpmıştı”  demek daha doğru bir ifadeydi.

Evet; tepelere asılan etler Arzu’ya bir et karışımı olan nefsini hatırlatıyordu.Zira nefsi ne doymak, ne de dolmak bilmeyen denizler taşıyan bir kâseydi. İçinde taştı, taşacak dalgalar vardı. Oysa o bu denizi durultmak ve onu tekrar geldiği yere, göklere göndermek gerekiyordu. Arzu, nefsini göklerin gönderine çekmek istiyordu. Arzu, etin suyunun süzülmesini, kalan kısmı ile kabuğuna çekilmeyi istiyordu. Bunun için dökülmeden yanması, yakılması, buharlaşıp göğe çıkması gerekiyordu. O etler ona işte bunları anlatıyordu.

Arzu, “Bu iş böyle olmayacak; kalkıp güneşe çıkmalı, şu harlı nefsi ıslah etmeli” diyerek yerinden doğruldu. Evinin kapısını kapattı.

Yürüdü, yürüdü...

Ne zaman sonra güneşin kapısına vardı. Etrafı seyretti bir süre. Elini göğsüne attı. Göğsünün farklı yerlerinden, farklı renklerde ve biçimlerde üç urgan sağdı. Bunlara birer ad verdi: Siyah, mavi, beyaz.

Sonra tekrar elini göğsüne attı. Bu sefer tarladan çiçek koparır gibi nefsini göğsünden kopardı. Nefsini eline aldı; “Karmakarışık küçük dünyam benim” diye mırıldandı.

Elinde fazla tuttuğunu fark edince telaşlandı “Elimde kalacak şimdi. Bir an evvel elden çıkarmalı” dedi.

Neyse…

Tuttu, nefsini üç urganla bağladı. Kurbanlık koyunlar gibi bin bir zahmetle kaldırıp güneşin ağacına astı. Olmuştu işte… Biraz dinlendikten sonra kapıdan ayrıldı.

Evine doğru yürümeye başladı. Yürüdü; yürüdü. Eve vardı. Kapıya dayandı. İçeri girdi.  Ocağa çay koydu, demlemesini bekledi. Demlenince bir kâse çay aldı; ahşap pencereye yöneldi.

Pencerenin önüne bir şilte çekti. Oturdu. Pencere bir “göz” oldu. O göz, otuz üç pencere oldu. Otuz Üçüncü Söz…Otuz Üç Pencere…Bir cihette Otuz Üçüncü Mektup ve bir cihette Otuz Üçüncü Söz…

Pencerelerden güneşin kapısına astığı nefsini bütün boyutları ile seyretmeye başladı:

Uzaktan bakılınca nefsi bir kâse gibi görünüyordu. Kâse bazen sağa sola sallanıyor, bazen bulunduğu yerden dakikalarca ayrılmıyordu.

Kâsenin tutunduğu üç urgan, insan vücudunda büyüdükçe sünnet edilmesi gereken tırnakları ve saçları hatırlatıyordu. Güya urganlar insan hayatının küsuratından yapılmıştı. Nasıl insanın yaşı ilerlerken an be an hücreleri ölüyor ve bu ölü hücrelerden saçlar ve tırnaklar oluşuyorsa ve bunlar insan ne kadar çok yaşlanırsa o kadar çok uzuyorsa,  Arzu’nun kalbini taşıyan urganlar da gün geçtikçe onda oluşan hallere göre uzuyor, kısalıyor, inceliyor, kalınlaşıyordu.

Urganlardan siyah olanı devlet memuru gibi ne uzuyor, ne de kısalıyordu. Bir zühre çiçeğiydi. Kendi ısısına, ışığına, rengine, kokusuna teslim olmuştu. “Akıl yaşta değil, baştadır” derler ya, Arzu, kendini hep aklın kemal yaşında hissediyordu ve onu her zaman beğeniyordu. Bir defa olsun “Ah benim şu akılsız başım!” dediği duyulmamıştı. Bu sözü söyleyebilse, belki onu da uzarken, kısalırken görecekti; kim bilir.

Mavi urgan kâinat kabına dökülmüş bir su katresi gibiydi. Kâinat hangi şekle bürünse, o şekli alıyordu. Bazen inceliyor, zayıflıyordu. Bazen kalınlaşıyor, kabarıyordu. Bazen uzuyor, bazen kısalıyordu. Bazen rengi koyulaşıyor, bazen açılıyordu. Bazen dik durmaya, eğilip bükülmemeye çalışsa da, bir süre sonra vazgeçiyordu. Sözün özü, bir kalp gibi nereye meyledeceğini bilemiyor, bir ayarda duramıyordu.

Beyaz urgan netti. Kendi gerçeğinden başka hiçbir şey onu etkilemiyordu. Reşha reşha kendine ağıyor, cüz cüz kendini kendine çağıyordu. Kendi renginden başka hiçbir renk ona bulaşamıyordu. Kendi gerçeğinden başka hiçbir güç ona secde ettiremiyordu. Onun için yörüngesinde hep bir ayarda, sağlam bir şekilde, hikmet ve ahenkle devinip duruyordu. Uzadığı, kısaldığı olmuyor muydu? Elbette oluyordu. Kâse dökülecek olsa hemen, müdahale ediyor, duruma göre uzayıp kısalıyor, eğilip, bükülüyordu. Nasıl ki dağlar taşmaya meyilli denizlerin önünde dalgakıran vazifesi görürlerse, beyaz urgan da kâseyi taşkınlardan koruyan bir dağ olmaya çalışıyordu. Buradan bakıldığında kâse için en fazla titizlenen sanki beyaz urgandı. Sanki kâseye ruh veren o idi.

Arzu, hayret makamında olanları izliyordu. Derken beyaz kıyafetler içinde bir adam yaklaştı kâseye. Bir süre kâseyi ve tutunduğu urganları seyretti. Beyaz urganı eline aldı. Sıvazladı, sıvazladı. Sonra maviye çalan urganı parmaklarının arasına aldı.

Tuttu, tuttu, tuttu…

Neden sonra bıraktı. Mavi urgan rengini buldu, ayarını yakaladı. Doğduğu günkü kadar kendi oldu. Sonra siyah urganı parmaklarının arasına aldı. Eğdi, büktü. Değişik şekiller verdi. Urgan bir süre rükû ve secde etti ellerinde. Siyah urgan maviye yakın bir renk aldı.

Bir zaman sonra urganlar birbirlerine yaklaştılar. Hep beraber kıyam ettiler. Başlarını güneşe kaldırdılar. Güneş ne söylediyse yaptılar. Ne zaman sonra, kâse yavaş yavaş kaynamaya başladı. İçindeki etler kurudu. Kâsenin içinden mavi bir buğu göklere doğru yükseldi. Kâse buhurumeryem çiçeğine döndü.

Beyaz elbiseli adam buhurumeryemi aldı, yakasına taktı. Arzu’nun evine doğru yürümeye başladı. Pencereye yaklaştı. Arzu, şaşkındı. Pencereyi açtı. Beyaz elbiseli adam buhurumeryemi yakasından çıkardı, Arzu’nun göğsüne taktı. Göğsünden kırmızı bir kitap çıkarıp ona uzattı. Bir süre konuşmadan birbirlerine baktılar.

Beyaz elbiseli adamın yüzüne güneş vuruyordu.

“Dökülen gölgendi, kendinle gölgelenmek yerine, gölgesiz olmayı ve güneşle birleşmeyi dene”, dedi.

Arzu, tek kelime edemedi. Beyaz elbiseli adam Arzu’nun şaşkınlığını yenip de konuşabileceğine inanmamış olmalı ki “Ben gidiyorum”, dedi.

Kendini güneşe vurdu. Yürümeye başladı.

Arzu, eline bir hazine gibi bırakılan kitaba baktı. 

“Mesnevi Nuriye, Müellifi: Barla”

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.