Aşk Yorgunluğu

 

‘benden selam söyleyin tüm aşklarıma... ’

Güneş etrafına ısı ve ışık saçar. Milyonlarca canlı cansız varlığın peşinde kandil gibi koşar. Aydınlanır, aydınlatır, yanar, yakar. Güneş gözleriyle kendini her ışık olabilmiş, ışığı emebilmiş, onu göğsünde taşıyabilen nesnede kendini göstermek ister. Bazen bir çiçek olur bu, bazen bir yağmur katresi, bazen de deniz. Bazılarının yağmur damlasında kendini görmek aşkıyla ahmak ıslatan yağmurlarının katrelerinde boğulması gibi denizde boğulmak ihtimali olsa bile aramaya koyulur güneş kendini denizde.

Güneş bazen gözleriyle totaliterleri devirerek beyaz ihtilal çıkaran bir milis gibi dalgalı, bazen varlık coğrafyasını zorlayan ırmağı andıran modern zaman dervişleri gibi dingin ve durgundur.

Güneş bütün içtenliği ile her şeyini denize verir. Kendini o kadar kaptırır ki insanın bedenini gölgesinde seyretmesi gibi deniz üzerinde özünü seyretmek ister. Ağır bir sayrı örneğinde olduğu gibi denizin revirlerinde yaralarını gözlem altına aldırır; sayrılarevine teslim olur.

Deniz için bu müşahedenin köklü bir anlamı yoktur. Sonuçta yüzlerce hastasından birisidir. Ayna insanı kendi çerçevesinde konuklamasından ne kadar etkilenir? Değil mi ki az sonra başka bir sayrının röntgeni çekilecektir orada.

Deniz güneşi umursamaz. Güneş parçalanır, çıldırır, hırçınlaşır. Kendi ekseninde Mevlevîci kavisler çizer. Yörüngesinde dönerken gökyüzündeki diğer semazenlere kirpikleri dokunur. Ay cezbeye gelir. İstiğrakla eşiğini kırar, atar.

... Ay gidip gelmeye başlar. Gâh dalgalanır deniz, gâh durulur.

Bir ileri, bir geri giderek gökyüzündeki dansa el uydurur...

Bir ağlar, bir güler deniz ay gibi. Gider gelir yatağında anlamsız, sıkıntılı, içten ve derinden. Zelzeleye uğramış bir kentin acil servisi gibidir. Kalbinin ince tellerinden biraz önce ‘iyisin’ diye taburcu ettiği hastası hiç geçmez.

Güneş denize aşkıyla şekil vermek ister. Bunu nasıl yapacağını da bilemez. Kendini serbest bırakır. Her şeyi oluruna bırakmaya hazırlanır. Bilir ki hiçbir şey aşk karşısında tutulan çaresizlik ve güçsüzlük gibi insanı zor durumda bırakmaz. Güçsüz elini, kolunu sallamaya başlar. Yıldızlarını birer birer döker. Alevleri kutsal uçuklar misali denizin dibinde göverir.

O an denizin ayaklarının altı yanar. Aysbergler hareketlenir. Güneşin gözyaşları kristalleşerek billur billur denizin yanlarına vurur. Deniz bilmez ki içine bir güneş doğmuştur. Anlamaz ki güneş aşkın aksiyon tarafını sembolize eden usta bir derviş tarafından yüreğinin teknesinde yoğrulmaktadır.

Gönüller çağlayanı Yunus dökülür güneşin göğsünden:

Ol mahiler ki deniz içindedir

Denizi bilmezler

Güneş aşk makamında pervaneleşmiştir. Aşk notalarıyla okur ezgisini. Müziğini ithaf ettiği nesneyi kıskanır seven bütün seyyareler gibi. Denize ölçü ve düzen verdiğini bilir ve bundan dolayı ısrarlıdır. Bundandır meczup dönüşü ve ney üflemesi.

Eski ozanların birbirlerinden alıntı yapıp divanlarının ilk sayfasına ekleyerek şiir söyledikleri gibi o da Yunus’ un deniz mısralarından bir şiir devşirir:

Ol denizler ki güneş içindedir

Güneşi bilmezler

Önemli bir aşk gerçeği olarak güneşin iddialarına bakılırsa deniz güneşin aşk dualarıyla ayakta kalmaktadır. Ne var ki deniz bunun farkında değildir. Hatta ispat edilse bile kabul etmeyebilecektir.

İnsan bir güneştir denizlerin yani sevgililerin bünyesinde.

Yansımayı ve yankılanmayı arzular.

Ne ki tecelliden habersiz sevilenler.

‘Dünyada seven ve sevilmiş boşuna bekler

 Bilmezler ki gidenler geri dönmeyecekler’

Zaman ilerledikçe denizin damarından nahif sızılar gelip geçer. Ama gururundan bir şey kaybetmez. Bunlar sadece küçük tesadüflerdir (?).

Güneş devamlılık nispetinin oluşumuna örnek olan ölçüsüyle deniz üstünde yansıyıp aşkın alevleriyle tüterken, deniz umarsızca, selin selin akıp gider. Alevlerin o denize duruluk ve serinlik verdiğini kimse anlayamayacaktır. Gün gelir batmakla kaybolan güneş ufukların ardına anlaşılmamanın etkileriyle oluşan elemlerin, acıların, kederlerin ve hüznün getirdiği asr (ikindi) ve aşk yorgunluğuyla yürür. Güneş yaşı yirmiye erince anlayacaktır kimsenin kendisini anlayamayacağını.

Geceliğini giyinir; kalbini dinlemek ister ufuklarda.

Gök suyun toprağa karışması gibi siner ufukların içine. Deniz arterlerinde kesik kesik kalp spazmları geçirir. Dakikalarca kendi kalbine dökülür, arınır, arınır. Bu arada güneş denize olan aşkından vazgeçmiş, ufuklardaki pikesini hızlandırarak kendini ona bağladığını sandığı ipleri köklerinden kesmiştir. Siyah hüzün rengi elbisesini giymeye hazırlanır.

Güneş her yağmur sonrası yaptığı gibi eleğim sağma perdesini açar. Yanaklarındaki yaşları siler. Her acı çeken ruhun yaptığı gibi inceden bir türkü tutturur:

‘Anam karalar giyip başını bağlama

Yaşın yaşın gözyaşı döküp ağlama’

Akşam güneşin başına bir taç gibi kurulmak üzeredir. Deniz ılıklığı ve dinginliği ile başını kıyıya vurur. Geleceğin dağdağalı yollarına gözü kapalı gitmek ister. İstiğrakın burçlarında savrulur. Aşkın tüllerine, sevdanın başına çarptığında hafızası geri gelir. ‘Bir gün, revirde ruhu sarhoş olmuş yörüngesinde Mevlevî gibi dönüp duran portakal yüzlü biri vardı, ’ der.

Ama artık güneşin altından çok denizler geçmiş, gökkuşağının altından şimdi denizin kıyıya yürüdüğü gibi çok insanlar yüzüp sahile varmışlardır.

Güneş aşkın harıyla başkalaşım geçirir. Kızıl ufuklarda batmaya yüz tutmuştur. Arzular güneşi tahrik eder. İçine küçük bir mum yakar. Mumu söndürüp yatmak cesaretini gösteremez. Oturup yaşlı bir bilge gibi bir ufuktan diğerini seyreder. Gökyüzünün altından sonsuzlukla uğraşan o kadar talihsiz geçmiştir ki. Sonsuzluk yolcularının yaptığı gibi içindeki söze kulağını hediye eder.

Bayezid-i Bestami’den nakledilen bir hatıra canlanır portakal yapraklarında. “Güneşten Derya’ya Mektuplar” mecmuasını açar. Bayezid’le ilgili sayfayı bulur; okumaya başlar:

‘Bayezid 188-261 yıllarında Bağdat taraflarında yaşamış büyük bir erendir. Cafer-i Sadık’tan üveysi olarak ders almıştır. Yalnız bir hayat yaşamıştır... ’

Büyük bir cilt kütlesi halindeki mecmuanın ince sayfalarını karıştırarak 261. sayfaya gelir. Okumaya devam eder: ‘‘Bağdat sokaklarında avare dolaşan bir derviş karşısında sevdiğini görür. Uzunca ona bakar. Birkaç kem gözlü bundan rahatsız olurlar. Onu hayli hırpalarlar. Derviş ise ısrarla sevdiğine bakmayı sürdürür. Biraz sonra zindana götürürler. Dervişin bu teslimiyetini gören kaba softa bir adam dervişe takılır: Sevgiline uzunca bakınca kıskandılar. Seni hayli hırpaladılar. Yine de hiçbir tepki vermedin. Ya gerçek sevgiliyi görseydin ne yapardın?

Gerçek sevgili sözünü duyan derviş oracığa yığılır. Ham adam anlar ki, sevgilinin yüzüne ölünceye dek dayak yense de dayanılır; ama gerçek sevgilinin adını duymaya bile yürek dayanmaz.

Bayezid ile güneşin aşk bezirganında ilişen, çelişen çok yönleri vardır. Yalnız yaşamıştır Bayezid, Güneş de yalnızdır. Biri uçan birinden, diğeri yürüyen birinden sesini almıştır. Biri yerdeyken gökteki birinden, diğeri gökte iken yerdeki birinden rızkını karşılamıştır. Biri aşkıyla yükselmiştir göğe, diğeri inmiştir yere.

Güneş derin bir sükûttan sonra denizin üzerinde bıraktığı yakamozları toplamak, böylece onları sevgililer sevgilisinin üzerine serpmek için kalkar. Ne ki deniz güneşin omuzlarında kireçlenme yapmış, omurgalarından kırılıp kırılıp güneşin köşesinde han tutmuştur.

‘Bir güneşle büyülendim
Battığı zaman
Battığı yer
Gelin odası mahremiyetine bürünür. ’

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
2 Yorum