Akıl ihtilâl ister, kâlb tevekkül

Tefekkür'e basit şekilde “düşünce“ diyebilir miyiz? Sevgiliyi düşünmekle hakikâti düşünmek aynı şeyler midir? Mâşukunu düşünmez insan; hayâl eder, arzu eder; hakikât  aranır. Tefekkür dediğimiz iman etmek gibi bir şeydir; sonunda teslim olmayı getirecek tatlı bir zorunluluğu muhtevîdir. Renklere, şekillere, geometriye mahkum olan bir zihin yaratmaktan çok keşfedebilir. Keşfetmekse dikkat ve teemmül denilen ve tefekkürün kalbini oluşturan bir tür konsantre oluşla alakalıdır. Kapısını çaldığımız bir saraya girmek, efendinin iznine bağlıdır. Tefekküre niyet etmek, bir kadının doğurmaya olan histerisine benzer; sonuçta neyle karşılaşacağımızı bilemeyiz. Bir yerlerden kopup gelen tedâiler üzerimize boca ediliyormuş gibi; ta uzaklardan dalgaların gelip eteklerimize çarpmaları gibi kadifemsi bir pasiflikle elektrikleniriz.

Bunu, içinde çoğu kez niyetimiz olmadan, şiirsel bir dünyadan ruhumuza yansıyan parıltılarla, yani ilham ile karıştırmamak lazım. Eşyâ arasında cereyân eden bir takım münasebetlere nazar etmek akletmek demekse; bu yolla elde ettiğimiz hükümlere düşünce diyebiliriz. Bilgi ise bu düşüncelerin bir formata göre düzenlenmesi, yani aklın karakterine uygun, hazmedilir bir hap şekline sokulmasından ortaya çıkanlara denmektedir. Tefekkürden elimize geçenler öncelikle hayret, sonra korku ve muhabbettir. Cibril-i Emîn'î ilk defa temâşa eden peygamber tavrı gibidir. İnsana "Örtün, üzerimi örtün" dedirtir. Data ve bilgi gibi kazanımlarımız deneylerden ve gözlemlerden elde edilirler. 2+2'nin 4 ettiğini söylemek bize miras kalan bir akıldan gelir. Bunu tefekkür olarak göremeyiz; çünkü bu, içinde niyetimizin aktif rol oynamadığı bir husustur. Demek tefekkür yeni bir kıta keşfetmek niyetiyle kendini dalgalara veren denizcilerin refleksi gibi birşeydir.

Sadece aklın verilerine ve kabiliyetlerine dayananlar için tek kazanç söz konusudur: Bürhan. Bürhan (delil) ise kâh bizi keser kâh ejderhâyı. Her zaman işimize yaramaz, yani. Neticeleri anlamlı kılan onların hakkında verdiğimiz kararlardır. Delil'e olan ihtiyacımız çoğunlukla hakiki bir İhtiyaçtan, yaralarımızı tâmir niyetinden değil; genellikle haklı çıkmak hırsından kaynaklanır. Aklımız bir muhassıs, bir tercih edici gibi davranmaya kalkar. Çünkü cüz'î irâdenin cevelangâhı aklımızdır. Fakat, biz biliyoruz ki mevcudatı tercih edemeyiz; onların ezelî ve kaderî konumlarını değiştiremeyiz. Sadece onlar hakkında kendimizce bir tanım geliştirebiliriz. Eşyâyı birbirleri arasındaki münasebetlerle açıklarız. Güneş öylece dururken böyle olsun, enerjisini azaltsın, açısal hızını değiştirsin… diyemeyiz. Yalnızca bir durum tasviri yapabiliriz. Var olandan hazırlamak demek olan zanaat ve teknoloji de bizim için bu tasviri bir taklide dönüştürmek demektir. Akıl, rahatsız eden bir tenkitler yumağı yığıverir önümüze. Hâlbuki imandan kaynaklanan bir ahlâkla yapılan tefekkür azarlar gibi düşünmekten, kızar gibi tenkit etmekten ve küser gibi şikâyet üretmekten kaçınır. Kulluğun içinde teslimiyetten maada yoktur. Kul efendisini imtihan ve dava edemez; belki şuunâtının (işlerinin) hikmetini merak edebilir. Tefekkür de zaten böylesi bir suâl edişten ibarettir.

Tefekkür yolculuğuna niyet edip seyahate çıkan insan, eğer bir nevi iltica tavrı ile acz ve fakrını ifade eden bir tarzda gitmez ise; mevcudâtla aynı ilâhın kulları olmaktan kaynaklanan akrabâlığın sonucu olan şefkât damarını dahi kopartıp onları kendinden aşağıda görecek, şükür makâmından fahr makâmına inecektir. Hakikât'i devşirmek için kevn ve mekâna salıverdiği nazarı bir bumerang gibi dönüp kendi başını kesecektir. Çünkü “hakikât enâniyet ile beraber yaşamaz”. Sofestâiler'in akıl dürbünüyle devam edemeyip sonunda her şeyi inkâr edişleri bu sırdan olmak gerektir. İşte insan acz ve fakrının farkına varmak ve kabul etmekle aynı zamanda tefekkürün de hakikâtına râm olmaktadır.

Filozoflar insandaki acz ve fakr hakikâtından değil enâniyet tarafından gittiklerinden, ancak aklı kullanıp sebep ve sonucun arasını birleştirmek suretiyle bir neticeye varabilirler. Tabiki onlara da tefekkürün muhtevasında bulunan ilhamdan bir pay vardır. Ama bu ruhu habisten bir üflemedir. Çünkü Allah ancak inananlarla beraberdir. Kalbini kâinatın tılsımına bandıran adam, karşısında hayret ve övgüye kapılacağı muhteşem bir sinemayı alkışlamaktan kendini alamaz. Kâinât hakkında bir takım mülâhazalarda bulunması o alkışlamanın bir terennümüdür. Kendinde acz ve fakrdan başka, naks ve kusurdan maâda bir hususiyet görmediği oranda tefekkürün derinliğine dalabilir insan. Tefekkür etmekle rasyonel anlamda akletmenin arasını ayıran işte bu ince çizgi; bu Acziyyet Ahlakı'dır.

"İmkân’dan fışkıran esbâb ve müsebbebât mütesaviyy'üt tarafeyn'dir" (1). Kâinâtın salkımlarına asılmış taneler zâtî bir vücûda sahip olmadıkları halde, bunlar niyet ve nazarla bir renge boyanırlar. Cenâb-ı Kibriyâ'nın âleme serpiştirdiği gayelerden sonuçlar çıkarmaya başladığımızda artık imani tercihimizi yapmaya başlamışız demektir. Tefekkür Hakim-î Mutlak'ın muhâl ve butlândan delil ve inâyeti sıyırışına seyirci olmaktır. Sebebleri kudretin bir perdedarı olarak görmek ve rabbin sinemalarına bir temâşâger ve seyirci olmak demektir. Şüphesiz tefekkür de bir neşvü nema kanununa, bir gelişme, bir dallanıp budaklanma disiplinine tabidir. Her yakaladığımız hakikât bir üsttekine mazruf ve bir alttakine zarf olur. Bu, tefekkürün adâbındandır. Akıl ise kâinatın tuğlaları olan küçük hakikât leri onbaşı vaziyetinden bir müşir durumuna sokar. Onları emir tahtında hareket eden neferler gibi değil kendi başlarına hareket eden kişiler olarak düşünür. Fıtratın çeperlerini yırtıp bir gül goncası gibi açar tefekkür; etrafını kokulandırır. Onu hissedebiliriz. Formüllerin böylesi hissedilir derecede kokuları yoktur. Tek katmanlıdırlar ve hafif ekşimtırak tadlarını alabiliz, o kadar.

Dağdağanın sıkıştırdığı bir kalbin akla söylettirdiği ve zihnimize kelimelerden boyayarak resmettiği bir ruh halidir tefekkür; El-Fettâh'ı zikreder. Akıl yağmacıdır; sahiplenmeye, bir harâmi refleksiyle hırsızlamaya kalkar. Kalb "Bunlar benim değil, benden sudûr etmedi" diyor gibi dervişâne bir râbıtâda yaşamayı tercih eder. Böylelikle kendini rahmet ve hikmetin bârigâhı eyler.

Akıl küçük ve sönük hakikâtleri parlak ve büyük gösterir, mücâzefe eder, mübalağaya kaçar. Mübalağa ise ihtilalcidir, sınır tanımaz. Bal arısının ilhamını Kerrubiyyun'a (2) eş tutan elbet mübalağa ediyordur. Bilim çoğu zaman çok sınırlı sayıda insana gerekli olacak bilgileri, eğitim birimleri vasıtasıyla herkese dikte etmeye kalkar. O, artık bir fikri idmanı olmaktan çok kuru odun yığınları tabir edilebilecek bir sürü faidesiz malûmatı bize aktaran bir düzlem haline gelmiştir. Tefekkür ile Tevaggûl'ün (oyalanma) arasını açmak gerektir. Meşguliyetten kasıt çoğunlukla unutmaktır. Tefekkür insanı teyakkuza, uyanıklığa sürükler. Tefekkürün neticesinde insan kendini Hayret'in ikliminde bulur. Hayret "hamd"i getirmiyorsa duyulanlar "ene"nin ayak sesleridir. Asa'ya değil Musa'ya bakmak lazımdır. Tefekkür Asa'dan Musa'ya bir yol aramaktır.

Kur'an-ı Kerim'in, ayetlerinin inayetiyle, bizi kevn ve mekânda gezindirdikten sonra "Efelâ yetefekkerûn-Efelâ Yeğgılûn/ Hâlâ akletmiyor, hâlâ fikretmiyor musunuz?" diye nokta koyuşu bu sırdan gelmek lazımdır. Akıl tahayyül ve tasavvur makinaları vasıtasıyla hakikâte delikler açar. Hayatını endişeye ve Tu'lî Emel'e bina eder. Yani istikbale ait bir takım mülâhazalarda bulunmakla planlar yapar. Hâlbuki hayat mucize olduğundan bütün planları altüst eder. Enfüsi tefekkür, kendi içimize eğilip kulübeciğimiz olan vücûd gemisinden dışarıya uzanan ihtiyaç ellerinin seslerini dinlemeye ve âh u enîn eden hislerimizin ne talep ettiklerini öğrenmeye yönelen bir dinletiye çekilmektir. Kendisine bir dağ gibi kesif, câmid, cismanî bir vaziyet veren aklımıza uyup koca gövdemizle tembel ve faaliyetsiz olarak hayata kuruluvermek de var; ışıklarını kimseden sakınmayan güneş misali her bir şeyle münasebet kurabilen kalb ile sancılı bir tefekküre girişmek de. Tefekkür kesafetten nurâni olana, vehimden rikkât ve vahdete bir kaçıştır.

Kuran'ın tabirindeki akleden kalb iman edip teslim olan kalbi işaret eder. Aklediş risklidir. Eğer iman ile olmazsa, yani bir tür tefekkür rengine bürünmezse, kendi yanmak maddesine güvenen koca koca yıldızların içlerine çöküp karadeliğe dönüşmeleri gibi bir hale düşmemiz kaçınılmaz bir durum olacaktır. Akıl canı kendisinden sıyrılan vücûd misali seğirir; yaşıyor zannederiz. İman ve teslimiyet bulunmaksızın tefekkürün olsun akletmenin olsun her ikisinin sonucunda hakikât değil muğalata başlar. Hakikât de şüphe cephesinde ve gaflet gölgesinde kalır; bir nevi azaba dönüşür. Çünkü "Neticenin kayyûmu iman iledir" (3).

DİPNOTLAR:
(1) Sözler,33.Söz 30.Pencere,
(2) Allah’a (c.c) en yakın oldukları kabul edilen meleklerin en büyükleri.
(3) Mesnevi-i Nuriye" Şemme'nin 19. İlem'i

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
3 Yorum