Abdullah YILMAZ

Abdullah YILMAZ

Altınoluk, Gözyaşı ve Tavaf

2012 yılının Şubat ayıydı. Daha önce "Bir Müptedinin Umre Notları"nda yazdığım türlü maceralar ile gittiğimiz ilk umrede çocuklarla beraber bir öğle namazı sonrası meşhur Altınoluk'un karşısında oturmuştuk.

Seyri de ibadet olan mukaddes Kâbe'ye hayran hayran bakarken; gözlerim ve kulaklarım gayr-ı iradî âlem-i İslam'ın ve dünyanın dört bir tarafından oraya gelmiş; bir olan Allah'a, onun habibi olan Peygamberine ve mukaddes Kâbe'sine müteveccih olmuş; her yaştan her baştan umrecileri -kimini hüzünle, kimini gıpta ile- rasat ediyorlardı.

Gördüğüm manzara beni müthiş etkiledi. Zira sağ tarafımdaki yaşlı teyze hüngür hüngür ağlıyordu, solumdaki genç delikanlı avuçlarını semaya açmış hıçkıra hıçkıra ağlıyordu, arkamdaki kırklı yaşlardaki -Malezyalı olduğunu tahmin ettiğim- vakur görünümlü kardeşim yanaklarından süzülen gözyaşlarına eşlik eden sessiz hıçkırıklar içinde boğuluyor gibiydi.

Sonra döndüm kendime baktım. Onlardaki gözle görülür, neredeyse elle tutulur seviyedeki his yoğunluğunun zerresi benim semtime uğramamış gözüküyordu.

-Allah'ım! Dedim. Bendeki bu kalp kasaveti ne kadar fazla ki kaç gündür burada, bu mukaddes beldedeyim, şu karşımda bütün haşmetiyle arz-ı endam eden Kâbe-i Muazzamada, vakit namazlarında ve sair vakitlerde etrafımdaki yüzlerce, binlerce insanın hatalarından, kusurlarından, günahlarından arınmak için döktükleri gözyaşlarından bu günahkâr, isyankâr kulun nasipsiz mi kalacak? diye sessiz ama derinden, çığlık çığlığa Rabbimle konuşuyordum.

En âmî bir mü'minin büyük bir veli gibi dergah-ı uluhiyete kabul edildiği o Mukaddes Kabe'de geçirdiğimiz günlerin ruh ve his dünyamda meydana getirdiği inkılap ve inkişafın neticesi miydi ya da kalpten geçirdiğiniz, yürekten gönül diliyle yaptığınız duaların o en kutsal mekanda kabule karîn olmasından mıydı? Bilemiyorum!

Bir anda göğsümün tam ortasında sanki bir volkan vücuda geliyormuş gibi; yüreğimin en derin yerlerine on yıllardır gizlediğim, bastırdığım bütün gözyaşlarım hariç âleme çıkmak için bir menfez bulmuşçasına koştura koştura sanki bir volkanın dehşetengiz patlamasıyla küre-i arzın derinliklerinden zemin yüzüne kadar kilometrelerce yolu, duyanları sağır eden haşyetli, gürültülü sesler çıkararak ışık hızında geçen lavlar misali, tam göğsümle karnımın birleştiği yerden çıkıp önce boğazımda kocaman bir düğüm yapıp sonra oradan da geçip gözlerimden şarıl şarıl akmaya başladılar.

Ben o lâhutî ânın ihtişamından, bir taraftan hıçkırıklara boğulurken diğer taraftan sevinç ve mutluluktan hem ağlıyor hem de gülüyordum. Duaların kabul olduğunu bizzat yaşadığım o anda yılların birikmiş gözyaşlarını bedenimden, gönlümden, kalbimden, ruhumdan çıkarabilmenin verdiği huzurla dakikalarca hıçkırıklarla ağladım.

O sıralar 10 yaşında olan kızım dönüp bana; “baba sen ağlıyor musun? Ömrümde ilk defa senin ağladığını görüyorum” dedi. 14 yaşındaki oğlum ise faltaşı gibi açılmış gözlerle, jest ve mimikleriyle benim o halime inanamadığını söylüyordu.

Biraz önce niye ağlayamıyorum diye dertlenen ben bu defa hıçkırıklarımı, akan gözyaşlarımı niye durduramıyorumun telaşına düştüm ve çocukların ellerinden tutup annelerinin olduğu tarafa doğru seğirttim. Bir taraftan ağlıyor diğer taraftan da; "Sekinet Ya Rab! Sekinet Ya Rab! Sekinet Ya Rab!" diye dua ediyordum!

Duanın manevi ikliminde ğaşy olmuş bir vaziyette bir nevi sekir hâliyle yürürken birden cüssesi benim iki katım cesametinde bembeyaz ihrama bürünmüş, büyük ihtimalle Malezya veya Endonezya taraflarından olduğunu tahmin ettiğim bir umreci yanımda belirdi ve birden elimi tutup avucumu açtı, içine bir şey bırakıp tekrar kapattı ve geldiği gibi bir anda sırra kadem bastı.

Avucumu açıp baktığımda, meşhur tavaf tesbihini gördüm, geriye dönüp adam nereye gitti diye bakmak için seğirttiğimde kalabalığın içinde çoktan kaybolmuştu.

O an anladım ki, sekinetin yolu tavaftan geçiyordu. Koştura koştura çocukları annelerine emanet edip tavaf alanına döndüm. Sevincin, hüznün ve umudun karması bir his yoğunluğuyla haşir provası yapan topluluğa dahil oldum ve emin olun her tavafta göğsümdeki ağırlık hafifledi ve gözlerimdeki yaşlar önce azaldı sonra durdu. Ve en nihayetinde, son tavafımı bitirdiğimde; benim de kasavetinin bir sınırı olan bir kalbimin, yaşarabilen gözlerimin ve eşrat ve esbab-ı kabul dairesinde kabule karîn dualarımın olduğunun farkına vararak Rabbime zerrâtım adedince şükürler eyledim!

Ne mutlu gözyaşı dökebilenlere, ne mutlu hüznünü şikayetsiz yaşayabilenlere, ne mutlu kalbi ve hissiyatı şefkat, merhamet ve -gerektiğinde- gözyaşlarıyla yıkanabilenlere!

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
3 Yorum