Ahmet Nebil SOYER

Ahmet Nebil SOYER

Zelzele

Bu risale zaman zaman ülkemizde vuku bulan zelzele felaketi ile ilgili Bediüzzaman Hazretleri tarafından kaleme alınmış bir metindir. Onu gücümüz yettiği kadar metin şerhi ile indiyat ve kişisel yorumlardan uzak arzetmeğe çalışacağız. Ve minahhaittevfik vel hidaye.

Ondördüncü Sözün Zeyli 
Bismillahirrahmanirrahim
“İzazülziletül ardi zilzaleha /ve ahrecetilardı eskaleha/ve kalel insanı maleha/yevmeizin tüheddisu ahbareha / innerabbeke evhaleha /ilh”

“Şu sûre katiyen ifade ediyor ki, küre-i arz, hareket ve zelzelesinde vahiy ve ilhama mazhar olarak emir tahtında depreniyor, bâzan da titriyor.”

Bu cümle surenin tefsiridir ama adeta bahsin izahıdır, özetidir, mesajıdır. Zelzele olayının taraf-ı ilahiden neden vuku bulduğunu beyan eder. Yeryüzü vahiy ve ilham ile depreniyor,  bazan de titriyor. Herhalde deprem kelimesi böyle doğmuş deprenmekten. Türkçe’de yerinden deprenmek cümlesi vardır, kişi yerinden kalkar ama deprenmek herhalde kalkmaktan farklı. Deprenmek yerleştiği yerden kalkmak manasında herhalde, titremek ise daha farklı. Bediüzzaman iki kelimeye de farklı anlamlar vermiş, hazretin kelimeleri yerlerine göre kullanması bizim karihamızla mümkün değil.

Dünya harekat ve zelzelesinde vahiy ve ilhama mazhar olarak emir tahtında depreniyor. Hayret verici, titretici bir yorum karşısındayız, kulaklarını dört aç ey yazar ve zevat.

Şöyle bir vahye nazar et, Peygamberimize (asm) vahiy gelmiş hangi zaruretlerle. Bir problem en büyük uzman tarafından çözülemezse daha büyük bir uzman getirilir. Alemin muamma-yı müşkül küşası en büyük problemdir, zor açılan bir müşkül. Yaratılış ne anlama geliyor? Şu büyük inşa olan alemin neden yapıldığı insan zihnini büyük zekaları meşgul etmiş. Tales, Aristo, Eflatun vb. Allah, sizin işiniz değil alemin sırrını çözmek onu ben yarattım ben çözerim demiş bir peygamber indirmiş arkasından vahyi indirmiş. Öğretmen ve problem çözen. İnsanlığın altıyüz yıl çözemediği soru bir mağarada Peygamberimize ilka edilmiş, ona oku denmiş ama altı yüz yıl akıl ve zihin ve göz sıkışmış problemi çözmekte. Hakikati mutlaka mukayyed enzar ile ihata edilmez diyor Bediüzzaman. Nerden Aristo çözsün.

Bir küçücük fıçıcık içi dolu turşucuk, aklı tarif ediyor Necip Fazıl üstad-ı sani-i sanatkar. İşte o kadar. Mülkün anahtarı maliki hakikidedir, öyle ya, var mı bunun başka türlü izahı. Altı yüz yıldan beri sıkışan insan zihni melekat-ı akliye ve kalbiye ne olaylar yaptı nice zeki insanlar günlük hayatın kokuşmuş lezzetleri ile iktifa edemediler. Ya bu sırrı çözerim ya da hayatımın bağını demiş öteye göçmüşler. 

İşte vahiy öyle mektup gibi gelmez büyük zorunluklarla semavat harekete geçer malik-i Hakiki vahiy gönderir, yoksa yok.

Şimdi zelzele olmuş ülkemizde demek vahiy ile yerinden kalkan, deprenen dünyayı kalk artık demiş bir mevki-i mualla, o da kalkmış kalkarken etrafı kırılıp dökülmüş ama kalkma zorunluğu titreme zorunluğu var, nedir o zorunluklar?

Hani görevini yapmayan çocuğa yerinden deprenir bir Osmanlı tokatı vurur ya onun gibi, bunca zamandır dediklerimi kulak ardı ettin, al sana al sana.

Dünya da üzerindeki sekenelerine şu kadar emri ulviyi dinlemiyorsunuz, günde beş vakit şehrin yüksek mevkilerinden size sorumluluk hatırlatıyorum, tavla oynayıp duymuyorsunuz haya yok, utanma yok, zulüm kıyamet, bir kişi hakkediyorsa yüz kişi aynı anda tokada müstahak oluyor. Yaşlılar, çocuklar, analar, amel mandeler zulümden hayatı derbeder, ah ediyor, bu ahları duyan Allah yer yüzüne yerinden kalk diyor depren, ihtizaza gel, titre diyor, ya ne desin.

İşte koca yeryüzü peygamberi gönderen bir zorunluk ile sayısız yerinde olmayan durumlara yeter diyor, ya ne desin.

Korkunç bir durum ile karşı karşıyayız, değil mi?

”Mânevî ve ehemmiyetli bir cânibden, şimdiki zelzele münâsebetiyle altı yedi cüz’î suâle karşı, yine mânevî ihtar yardımıyla cevapları kalbe geldi. Tafsîlen yazmak kaç defa niyet ettimse de, izin verilmedi. Yalnız icmâlen, kısacık yazılacak.”

Bediüzzaman’a da manevi ve ehemmiyetli bir canipten ilham gelmiş, neresi orası ne bilelim herkes ilgi ve ilişki ağı ile konuşur. Manevi ve ehemmiyetli bir canip neresi, demek Bediüzzaman’a da şu kargaşaya bir cevap ver denmiş, mesele büyükten daha büyük adaletli değil mi? Bediüzzaman’ın manevi ve ehemmiyetli canipleri yerleri neresi bilen bize anlatsın, ne kadar metafizik ve fantastik ve maveravi bir durum değil mi?

Cevaplar kalbine gelmiş ama uzun uzadıya yazmasına izin vermemiş o canip. Ne adam ya, vellezi nefsi muhammeden bi yedihinin vadisinde bir adam, Allah’ım bize acı, tafsilen birkaç defa niyet etmiş izin verilmemiş, Allah Allah.
 
“Birinci suâl: Bu zelzelenin maddî musîbetinden daha elîm, mânevî bir musîbeti olarak, şu zelzelenin devamından gelen korku ve me’yusiyet, ekser halkın ekser memlekette gece istirahatini selb ederek, dehşetli bir azab vermesi nedendir?

Yine mânevî cevap: Şöyle denildi ki:…” 

Yukardaki cümlede iki önemli fiil var, korku ve meyusiyet. Siz Allah’tan korkmazsanız sizi öyle korkutur ki camiye uğramaz ama zelzeleden korunmak için sığınırsınız. İyiki mekanların aklı yok, kalkın çıkın dışarı gafiller, ehli dalalet diyebilir, demesi gerekmez mi? Devletin en yüksek yetkilileri sanki materyalist bir ülkenin sorumlusu gibi konuşmasında arkadaşlar Allah’tan korkalım korkmazsak olacağı budur diyor mu hayır, nereye geldik nereye, onun için cevapta Bediüzzaman Allah’tan korkmayan bir muhitin resmini çiziyor. 

“Ramazân-ı Şerîfin terâvih vaktinde, kemâl-i neş’e ve sürur ile, sarhoşçasına, gayet heveskârâne şarkıları ve bâzan kızların sesleriyle, radyo ağzıyla bu mübârek merkez-i İslâmiyetin her köşesinde câzibedarâne işittirilmesi, bu korku azabını netice verdi.”

Mahremiyet yok, günahı zikretmek günah, en muhafazakar aileler bile en mahrem anlarını sinema yapıp yayınlıyor. Normal akademik yaşamımız bile tehdid altında. Bir doçent arkadaş sınava geldi ona bir ilmi kitap verdim korktu aman hocam beni fetöcü diye tutuklarlar dedi. Dedim benim öyle bir yanım yok ama neylersin, dini hizmetlerin en ılımlıları bile gücünü kaybetti, ahın hesabı yok ahın hesabı yok, üniversitelerin kıralı solcular, ateistler, naziler ve ılımlı ırkçılar. Vahiy ile dünyayı tokatlayan iradenin gerekçeleri bir semavi gazete ile gönderilseydi keşke.

“İkinci suâl: Niçin gâvurların memleketlerinde, bu semâvî tokat, başlarına gelmiyor; bu bîçare Müslümanlara iniyor?

Elcevap: Büyük hatâlar ve cinâyetler, tehir ile büyük merkezlerde ve küçücük cinâyetler, tâcil ile küçük merkezlerde verildiği gibi; mühim bir hikmete binâen, ehl-i küfrün cinâyetlerinin kısm-ı âzamı, mahkeme-i kübrâ-i haşre tehir edilerek, ehl-i imânın hatâları, kısmen bu dünyada cezası verilir. 

Üçüncü suâl: Bâzı eşhâsın hatâsından gelen bu musîbet, bir derece memlekette umumi şekle girmesinin sebebi nedir?

Elcevap: Umumi musîbet, ekseriyetin hatâsından ileri gelmesi cihetiyle, ekser nâsın o zâlim eşhâsın harekâtına fiilen veya iltizâmen veya iltihâken taraftar olmasıyla, mânen iştirak eder, musîbet-i âmmeye sebebiyet verir.”

Bu cümle zelzelenin muhitini neden sadece Allah’ı kale almamak değil bu hareketlere, bir fiilen katılanlar, içinde olanlar, diğeri iltizamen yani bırak yapsınlar kardeşim sanane, hakkı söylemek diye bir tavrı yok Müslümanların hepsi hakim ideolojinin bakış açısına göre ağzını ezip büzüyor. Başkasına tavır yok, devrin en hakim adamına “namaz kılmayan haindir” diyen adamın talebeleri başını eğ kimse görmesin. Öğrenci çok şeyi görsün tercihlerini ona göre yapsın demek en başta idareyi zora sokar iltihaken ona katılmak onun gibi yapmak. Veya mahsursuz görmek, yani zelzeleyi sadece o bölgenin halkı değil bütün ülkenin davranışlarındaki sapma davet eder ama bir tokatta yıkmıyor, bir yerini incitiyor.

“Hem, Rus gibi olanlar, mensuh ve tahrif edilmiş bir dini terk etmekle, hak ve ebedî ve kàbil-i nesh olmayan bir dine ihânet etmek derecesinde gayretullaha dokunmadığından, zemin şimdilik onları bırakıp, bunlara hiddet ediyor.”

Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla.

Ne zaman ki yer müthiş bir sarsıntıyla sarsılır. • Ve yeryüzü bütün ağırlıklarını dışarı çıkarır. • Ve insan "Ne oluyor buna?" der. • O gün yeryüzü, üzerinde herkesin ne iş yaptığını haber verir. • Çünkü Rabbin ona konuşmasını emretmiştir. (Zilzâl Sûresi: 1-5.)

Dördüncü suâl: Mâdem bu zelzele musîbeti hatâların neticesi ve keffâretü’z-zünubdur. Mâsumların ve hatâsızların o musîbet içinde yanması nedendir? Adâletullah nasıl müsaade eder?”

Hatalar ve günahlar, dünyayı sarsan iki kelime ve davranış. Hz. Ömer yağmur duasına çıkmış, demiş tevbe edin, etmişler etmişler, hani dua ya Ömer demişler tamam demiş felaketler günahların rahmet ile insan arasındaki iletişimi kapatır, karanlık bulutlar yerini alır, tevbe edince o bulutlar erir rahmet güneşi görünür. Yine bir eazım-ı ümmet yağmur duasına çıkmış o da Cenab-ı Ömer gibi yapmış tövbe edin demiş, ya dur demişler tamam demiş karanlık rahmet vadisini açtınız şimdi rahmet gelir demiş. Tevbeyi unuttuk. Resullullah günde yüz kere tevbe edermiş, bilemem günahından değil rahmet aynasını parlatmak için. Herkes kendisine sorsun günde kaç kere tevbe ediyorum. Dün bunu bir ders olarak dinledim, kendimi yedim ama ne çare. Metni anlatamayan, bağlantılarını bulamayan insanlar, onların kabahati yok ki. Okuma teknikleri diye bir ders olmalı, biri bir bahsin kapanış closing cümlesini okudu, Kur’an’ın kapanış cümlelerine Bediüzzaman dikkat çeker Mucizat-ı Kur’an’iyede. O cümleyi öyle hızlı geçti ki hayret ne hayret, ey Üstadım nerdesin metinlerin hukuku sana ait, sen bilirsin.

“Yine mânevî cânibden elcevap: Bu mesele sırr-ı kadere taallûk ettiği için, Risâle-i Kadere havale edip, yalnız, burada bu kadar denildi:
 
Yani, "Bir belâ, bir musîbetten çekininiz ki, geldiği vakit yalnız zâlimlere mahsus kalmayıp, mâsumları da yakar."

“Şu âyetin sırrı şudur ki: Bu dünya bir meydan-ı tecrübe ve imtihandır ve dâr-ı teklif ve mücâhededir. İmtihan ve teklif, iktizâ ederler ki, hakikatler perdeli kalıp, tâ müsâbaka ve mücâhede ile, Ebû Bekir’ler âlâ-yı illiyyîne çıksınlar ve Ebû Cehil’ler esfel-i sâfilîne girsinler. Eğer mâsumlar böyle musîbetlerde sağlam kalsaydılar, Ebû Cehil’ler, aynen Ebû Bekir’ler gibi teslim olup, mücâhede ile mânevî terakkî kapısı kapanacaktı ve sırr-ı teklif bozulacaktı.

“Mâdem, mazlum zâlim ile beraber musîbete düşmek, hikmet-i İlâhiyece lâzım geliyor; acaba o bîçare mazlumların rahmet ve adâletten hisseleri nedir?

“Bu suâle karşı cevaben denildi ki, o musîbetteki gazab ve hiddet içinde, onlara bir rahmet cilvesi var. Çünkü, o mâsumların fânî malları, onların hakkında sadaka olup, bâkî bir mal hükmüne geçtiği gibi, fânî hayatları dahi bir bâkî hayatı kazandıracak derecede, bir nevi şehâdet hükmünde olarak, nisbeten az ve muvakkat bir meşakkat ve azabdan büyük ve dâimî bir kazancı kazandıran bu zelzele, onlar hakkında, aynı gazab içinde bir rahmettir.

“Beşinci Suâl: Âdil ve Rahîm, Kadîr ve Hakîm, neden hususi hatâlara hususi ceza vermeyip, koca bir unsuru musallat eder. Bu hal cemâl-i rahmetine ve şümûl-ü kudretine nasıl muvâfık düşer?”

Burada musallat kelimesini kullanmış, musallat bir şeyi tutup bırakmamak, yani unsur mesela toprak musallat olmuş zelzelezedelere, bırakmıyor sayısız artçı saldırılar yapıyor. Tam musallat işte nasıl seçmiş kelimeyi. Hissetmemek ne zalım bir kelimedir, hayret değil mi? Her felaketi kendi dışında görmek başkasına haml etmek bu da büyük bir hastalık.

“Elcevap: Kadîr-i Zülcelâl, herbir unsura çok vazifeler vermiş ve herbir vazifede çok neticeler verdiriyor. Bir unsurun birtek vazifesinde, birtek neticesi çirkin ve şer ve musîbet olsa da, sâir güzel neticeler, bu neticeyi de güzel hükmüne getirir. Eğer, bu tek çirkin netice vücuda gelmemek için, insana karşı hiddete gelmiş o unsur, o vazifeden men edilse; o vakit o güzel neticeler adedince hayırlar terk edilir ve lüzumlu bir hayrı yapmamak, şer olması haysiyetiyle, o hayırlar adedince şerler yapılır. Tâ birtek şer gelmesin gibi; gayet çirkin ve hilâf-ı hikmet ve hilâf-ı hakikat ve kusurdur. Kudret ve hikmet ve hakikat kusurdan münezzehtirler. Mâdem bir kısım hatâlar, unsurları ve arzı hiddete getirecek derecede bir şümûllü isyandır ve çok mahlûkatın hukukuna bir tahkirli tecavüzdür. Elbette o cinâyetin fevkalâde çirkinliğini göstermek için, koca bir unsura, küllî vazifesi içinde "Onları terbiye et" diye emir verilmesi ayn-ı hikmettir ve adâlettir ve mazlumlara ayn-ı rahmettir.

Altıncı Suâl: Zelzele, küre-i arzın içinde inkılâbât-ı mâdeniyenin neticesi olduğunu ehl-i gaflet işâa edip, âdetâ tesadüfî ve tabii ve maksadsız bir hâdise nazarıyla…”

Toprak anamızdır, tohumlarımıza sahip çıkar büyütür, bunun için Allah’a en yakın kapı odur başımızı oraya koyarız, rahmet kapısını çalarız, rüzgar, güneş, yağmur hep rahmetin hizmetçileridir ama bunlar da birden gazaba gelir. Su unsuru, rüzgar geçmiş ümmetleri nasıl helak etmiş. O su unsuru hergün bizimle birlikte yıkar, temizler, içeriz, çay yaparız, daha neler, canı olsa arada bir sevsek. Bulut anamız gökyüzündeki anamız, memelerinden rahmet gönderir. Ya rüzgar aşk mektubu götürür divan şairine göre, meltem gibi eser yüzümüze, ne kadar büyük sevgililer. Bu mahlukatın en sevimlisine hizmet eder ama onlar kendilerini hizmet ettiren merciye saygısız olursa yeter ama der. Rüzgar adamı yere çalar, toprak açılır yutar, su taşar insanı boğar daha neler neler o sevgililer bir anda düşman olur öyle değil mi?

Dün bir yazarın bir sözünü okudum diyor ki okuduklarını anladığın gün okumuşsundur.

“Dördüncü suâl: Mâdem bu zelzele musîbeti hatâların neticesi ve keffâretü’z-zünubdur. Mâsumların ve hatâsızların o musîbet içinde yanması nedendir? Adâletullah nasıl müsaade eder?

Yine mânevî cânibden elcevap: Bu mesele sırr-ı kadere taallûk ettiği için, Risâle-i Kadere havale edip, yalnız, burada bu kadar denildi:
 
Yani, "Bir belâ, bir musîbetten çekininiz ki, geldiği vakit yalnız zâlimlere mahsus kalmayıp, mâsumları da yakar."

Şu âyetin sırrı şudur ki: Bu dünya bir meydan-ı tecrübe ve imtihandır ve dâr-ı teklif ve mücâhededir.”

İmtihanda olan bir öğrenci hep korku, panik halindedir, imtihanda olduğumuzu hiç panik halinde hatırlar mıyız, hakikat imtihanda mıyız, bir emniyet, bir güven, hayret ne hayret, günde kapıya yaz imtihandasın ey insan de.

“İmtihan ve teklif, iktizâ ederler ki, hakikatler perdeli kalıp, tâ müsâbaka ve mücâhede ile, Ebû Bekir’ler âlâ-yı illiyyîne çıksınlar ve Ebû Cehil’ler esfel-i sâfilîne girsinler. Eğer mâsumlar böyle musîbetlerde sağlam kalsaydılar, Ebû Cehil’ler, aynen Ebû Bekir’ler gibi teslim olup, mücâhede ile mânevî terakkî kapısı kapanacaktı ve sırr-ı teklif bozulacaktı.
Mâdem, mazlum zâlim ile beraber musîbete düşmek, hikmet-i İlâhiyece lâzım geliyor; acaba o bîçare mazlumların rahmet ve adâletten hisseleri nedir?

“Bu suâle karşı cevaben denildi ki, o musîbetteki gazab ve hiddet içinde, onlara bir rahmet cilvesi var. Çünkü, o mâsumların fânî malları, onların hakkında sadaka olup, bâkî bir mal hükmüne geçtiği gibi, fânî hayatları dahi bir bâkî hayatı kazandıracak derecede, bir nevi şehâdet hükmünde olarak, nisbeten az ve muvakkat bir meşakkat ve azabdan büyük ve dâimî bir kazancı kazandıran bu zelzele, onlar hakkında, aynı gazab içinde bir rahmettir.

Beşinci Suâl: Âdil ve Rahîm, Kadîr ve Hakîm, neden hususi hatâlara hususi ceza vermeyip, koca bir unsuru musallat eder. Bu hal cemâl-i rahmetine ve şümûl-ü kudretine nasıl muvâfık düşer?

Elcevap: Kadîr-i Zülcelâl, herbir unsura çok vazifeler vermiş ve herbir vazifede çok neticeler verdiriyor. Bir unsurun birtek vazifesinde, birtek neticesi çirkin ve şer ve musîbet olsa da, sâir güzel neticeler, bu neticeyi de güzel hükmüne getirir. Eğer, bu tek çirkin netice vücuda gelmemek için, insana karşı hiddete gelmiş o unsur, o vazifeden men edilse; o vakit o güzel neticeler adedince hayırlar terk edilir ve lüzumlu bir hayrı yapmamak, şer olması haysiyetiyle, o hayırlar adedince şerler yapılır. Tâ birtek şer gelmesin gibi; gayet çirkin ve hilâf-ı hikmet ve hilâf-ı hakikat ve kusurdur. Kudret ve hikmet ve hakikat kusurdan münezzehtirler. Mâdem bir kısım hatâlar, unsurları ve arzı hiddete getirecek derecede bir şümûllü isyandır ve çok mahlûkatın hukukuna bir tahkirli tecavüzdür. Elbette o cinâyetin fevkalâde çirkinliğini göstermek için, koca bir unsura, küllî vazifesi içinde "Onları terbiye et" diye emir verilmesi ayn-ı hikmettir ve adâlettir ve mazlumlara ayn-ı rahmettir.”

Bütün unsurlar Allah’ın emri altında hareket ederler, Taifte Resulünün maruz kaldığı zulümlerine unsurlar katılmak ve halkı cezalandırmak isterler. Ne yazık ki Taifliler, Mekkelileri aratmadılar. Onu bir misafir gibi dahi kabul etmedikleri bir yana edep dışı tavırlarla, hakaret ederek kovdular. Yüzüne karşı: ‘Allah, senden başka peygamber olarak gönderecek birini bulamadı mı?’ dediler.

Onlardan yaptıkları hakarete rağmen bari onlara gittiğini yaymamalarını rica etti. Mekkelilerin bu sonucu bilmeleri hiç de iyi olmayacaktı.

Onlar ise bu ricaya karşılık olarak çocuklarını, kölelerini ve delilerini kışkırtıp, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’i Taif sokaklarında taşlattılar. Mübarek vücudu kanlandı. Taif toprağına mübarek kanı aktı. Beraberindeki Zeyd yaralandı. Mekke’ye doğru kaçarlarken bir bahçeye sığınmak zorunda kaldılar. Bahçeye sığınınca bıraktılar onları. Bir üzüm kütüğüne yaslanarak dinlenmeye başladı. Rabb’inden başka sığınacağı kimsesi olmayan bir Nebi olarak Rabb’ine sığındı. Dua etti. Büyük bir sıkıntı içindeydi. Aişe Annemiz ona Uhud’dan daha zor bir gün yaşayıp yaşamadığını sorduğunda verdiği cevapta Taif gezisinin daha ağır olduğunu söylemişti.

Burada yaptığı dua, anında cevap buldu. Bir bulutun, üzerinde kendisini gölgelediğini gördü. Baktı ki Cebrail!

Allah Teâlâ’nın durumunu gördüğünü, dağlarla ilgili meleği ona gönderdiğini, dilemesi halinde Taiflileri iki dağın arasında ezebileceğini söyledi. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, önceki peygamberlerin ümmetleri gibi Taiflilerin de helak olmalarını istemedi: ‘Belki nesillerinden Allah’a kulluk eden biri çıkar!’ diyerek meleğe cevap verdi.’ (Buharî, Bed’ul-halk, 7; Müslim, 1795)

Taif, yalnızlığı ve psikolojik yönü itibarıyla Uhud’dan daha ağırdı. O, o günkü çektiği sıkıntıya bakarak karar vermedi, geleceği düşünerek karar verdi ve onlara beddua etmedi.

Zor dönüş

Taifliler, geziyi gizleselerdi Mekke’ye dönüşte bir sakınca yoktu. Ama onlar haberi hemen Mekke’ye ulaştırdılar. Mekkeliler de kendilerine göre tedbir alacaklardı. Bu tedbirler arasında öldürme de olabilirdi. İleri gelenlerden iki kişiye, Mekke’ye girişi için kendisine yardım etmelerini istedi, kabul etmediler. Bir müşrik olan Mut’im bin Adiyy, himaye etmeyi kabul etti. Oğullarını yanına alarak Kâ’be’ye gidip Kureyş’e: ‘Muhammed himayemdedir.’ dedi.

Neler çekmiş Habib-ı Rabbül Alemin, biz ise rahat içinde zevkten rahattan kendimizden geçiyoruz, başımıza gelenleri de kozmik hakikatler, hareketler görüp müteselli oluyoruz. Gazetelere baktım birçoğu kozmik hakikat gibi bakıyor, toprak, hava, su kozmik hizmetçiler de nerden düşündüler portakalı buğdayı yaratmayı, midemize göre, nasıl evreni hazırladılar bize göre, bu kozmik keratalar, hocam derdi kızdığında Kani akıl.

“Altıncı Suâl: Zelzele, küre-i arzın içinde inkılâbât-ı mâdeniyenin neticesi olduğunu ehl-i gaflet işâa edip, âdetâ tesadüfî ve tabii ve maksadsız bir hâdise nazarıyla bakarlar. Bu hâdisenin mânevî esbâbını ve neticelerini görmüyorlar; tâ ki intibâha gelsinler. Bunların istinad ettiği maddenin bir hakikati var mıdır?

Elcevap: Dalâletten başka hiçbir hakikati yoktur. Çünkü, her sene elli milyondan ziyâde münakkaş, muntazam gömlekleri giyen ve değiştiren küre-i arzın üstünde binler envâın birtek nevi olan, meselâ, sinek tâifesinden hadsiz efrâdından birtek ferdin yüzer âzâsından birtek uzvu olan kanadının kasd ve irâde ve meşîet ve hikmet cilvesine mazhariyeti ve ona lâkayd kalmaması ve başıboş bırakmaması gösteriyor ki, değil hadsiz zîşuurun beşiği ve anası ve mercîi ve hâmisi olan koca küre-i arzın ehemmiyetli ef’âl ve ahvâli, belki hiçbir şeyi, cüz’î olsun küllî olsun, irâde ve ihtiyâr ve kasd-ı İlâhî haricinde olmaz. Fakat, Kadîr-i Mutlak, hikmetinin muktezâsıyla, zâhir esbâbı tasarrufâtına perde ediyor. Zelzeleyi irâde ettiği vakit, bâzan da bir mâdeni harekete emredip, ateşlendiriyor. Haydi mâdenî inkılâbât dahi olsa, yine emir ve hikmet-i İlâhî ile olur; başka olamaz. Meselâ, bir adam, bir tüfek ile birisini vurdu. Vuran adama hiç bakılmasa, yalnız fişekteki barutun ateş alması noktasına hasr-ı nazar edip, bîçare maktûlün büsbütün hukukunu zâyi etmek, ne derece belâhet ve divâneliktir; aynen öyle de, Kadîr-i Zülcelâlin musahhar bir memuru, belki bir gemisi, bir tayyâresi olan küre-i arzın içinde bulunan ve hikmet ve irâde ile iddihar edilen bir bombayı, ehl-i gaflet ve tuğyânı uyandırmak için, "Ateşlendir!" diye olan emr-i Rabbânîyi unutmak ve tabiata sapmak, hamakàtın en eşneidir.

Altıncı Suâlin Tetimmesi ve Hâşiyesi: Ehl-i dalâlet ve ilhad, mesleklerini muhâfaza ve ehl-i imânın intibahlarına mukabele ve mümânaat etmek için, o derece garip bir temerrüd ve acîb bir hamakat gösteriyorlar ki, insanı insaniyetten pişman eder. Meselâ, bu âhirde, beşerin bir derece umumiyet şeklini alan zulümlü, zulümâtlı isyanından, kâinat ve anâsır-ı külliye kızdıklarından ve Hàlık-ı Arz ve Semâvât dahi, değil hususi bir Rubûbiyet, belki bütün kâinatın, bütün âlemlerin Rabbi ve Hâkimi haysiyetiyle, küllî ve geniş bir tecellî ile kâinatın heyet-i mecmûasında ve Rubûbiyetin daire-i külliyesinde nev-i insanı uyandırmak ve dehşetli tuğyânından vazgeçirmek ve tanımak istemedikleri Kâinat Sultanını tanıttırmak için emsâlsiz, kesilmeyen bir su, hava ve elektrikten; zelzeleyi, fırtınayı ve Harb-i Umumi gibi umumi ve dehşetli âfâtı, nev-i insanın yüzüne çarparak onunla Hikmetini, Kudretini, Adâletini, Kayyûmiyetini, İrâdesini ve Hâkimiyetini pek zâhir bir sûrette gösterdiği halde; insan sûretinde bir kısım ahmak şeytanlar ise, o küllî işârât-ı Rabbâniyeye ve terbiye-i İlâhiyeye karşı eblehâne bir temerrüd ile mukabele edip diyorlar ki, "Tabiattır, bir mâdenin patlamasıdır, tesadüfîdir. Güneşin harareti elektrikle çarpmasıdır ki, Amerika’da beş saat bütün makineleri durdurmuş ve Kastamonu vilâyeti cevvinde ve havasında semâyı kızartmış, yangın sûretini vermiş" diye mânâsız hezeyanlar ediyorlar. Dalâletten gelen hadsiz bir cehâlet ve zındıkadan neş’et eden çirkin bir temerrüd sebebiyle bilmiyorlar ki, esbâb yalnız birer bahanedirler, birer perdedirler. Dağ gibi bir çam ağacının cihazâtını dokumak ve yetiştirmek için, bir köy kadar yüz fabrika ve tezgâh yerine, küçücük çekirdeği gösterir, "İşte bu ağaç bundan çıkmış" diye, Sâniinin o çamdaki gösterdiği bin mu’cizâtı inkâr eder misillü, bâzı zâhirî sebepleri irâe eder. Hàlık’ın ihtiyâr ve hikmet ile işlenen pek büyük bir fiil-i Rubûbiyetini hiçe indirir. 

Bâzan gayet derin ve bilinmez ve çok ehemmiyetli, bin cihette de hikmeti olan bir hakikate fennî bir nâm takar. Güyâ o nâm ile mahiyeti anlaşıldı; âdileşti, hikmetsiz, mânâsız kaldı.

İşte gel, belâhet ve hamakàtın nihayetsiz derecelerine bak ki, yüz sayfa ile tarif edilse ve hikmetleri beyân edilse ancak tamamıyla bilinecek derin ve geniş bir hakikat-i meçhûleye, bir nâm takar, mâlûm birşey gibi, "Bu, budur" der. Meselâ, güneşin bir maddesi, elektrikle çarpmasıdır. Hem birer irâde-i külliye ile birer ihtiyâr-ı âmm ve birer hâkimiyet-i neviyenin ünvanları bulunan ve "Âdetullah" nâmiyle yâd edilen fıtrî kanunların birisine, hususi ve kasdî bir hâdise-i Rubûbiyeti ircâ eder. O ircâ ile, onun nisbetini irâde-i ihtiyâriyeden keser; sonra, tutar tesadüfe, tabiata havale eder. Ebû Cehil’den ziyâde muzaaf bir echeliyet gösterir. Bir neferin veya bir taburun zaferli harbini, bir nizam ve kanun-u askeriyeye isnad edip, kumandadından, padişahından, hükümetinden ve kasdî harekâttan alâkasını keser misillü, âsi bir divâne olur. Hem, meyvedar bir ağacın bir çekirdekten icadı gibi, bir tırnak kadar bir odun parçasından çok mu’cizâtlı bir usta, yüz okka muhtelif taamları, yüz arşın muhtelif kumaşları yapsa; bir adam o odun parçasını gösterip dese, "Bu işler, tabii ve tesadüfî olarak bundan olmuş." O ustanın hârika san’atlarını, hünerlerini hiçe indirse, ne derece bir hamakattir. Aynen öyle de.

Yedinci Suâl: Bu hâdise-i arziye, bu memleketin ahâli-i İslâmiyesine bakması ve onları hedef etmesi ne ile anlaşılıyor ve neden Erzincan ve İzmir taraflarına daha ziyâde ilişiyor?
Elcevap: Bu hâdise hem şiddetli kışta, hem karanlıklı gecede, hem dehşetli soğukta, hem Ramazan’ın hürmetini tutmayan bu memlekete mahsus olması; hem tahribâtından intibâha gelmediklerinden, hafifçe gàfilleri uyandırmak için o zelzelenin devam etmesi gibi çok emârelerin delâletiyle bu hâdise ehl-i imânı hedef edip, onlara bakıp, namaza ve niyâza uyandırmak için sarsıyor ve kendisi de titriyor.

Bîçare Erzincan gibi yerlerde daha ziyâde sarsmasının iki vechi var:

(O gün Erzincan bu gün Elazığ ne farkeder.)

Biri: Hatâları az olmak cihetiyle, temizlemek için tâcil edildi.

İkincisi: O gibi yerlerde kuvvetli ve hakikatli imân muhâfızları ve İslâmiyet hâmileri az veya tam mağlûp olmak fırsatıyla, ehl-i zındıkanın orada tesirli bir merkez-i faaliyet tesisleri cihetiyle, en evvel oraları tokatladı ihtimâli var.
 
 Gaybı Allah’tan başka kimse bilemez. (Neml Sûresinin 65. âyeti ve benzeri diğer âyetlerden alınmış bir kaidedir.)

Seni her türlü kusur ve noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka hiçbir bilgimiz yoktur. Sen herşeyi hakkıyla bilir, her işi hikmetle yaparsın. (Bakara Sûresi: 32.)

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
1 Yorum