‘Yanılmışım Tanrı Varmış’

Hiçbir açıklama, bütünüyle tatmin edici değil, her biri antisi (karşıtı) tarafından her an yanlışlanmaya müsait negatif bir varsayım gibi duruyor ortada. Her ideolojinin muammaları, kördüğümleri var. Her şeyi açıkladığını söyleyen fanatik tipler yazık ki aldanıyorlar, fakat asıl garip olan aldandıklarını kabul etmemeleri ve bunun farkında bile olmamaları.

Her şeyi açıklıyorum vehmiyle yola çıkanların varacakları yer: mutlak bir cehalet, koyu bir gaflet. Mütevazı olmak, doğru bildiği şeylerin zaman içinde yanlış olabileceği ihtimaline yer vermek, kesin, keskin, buyurgan yargılardan kaçınmak ve bütün “ilk, bir, biricik, yekta, yegane” tarzı hükümlerden kaçınmak… Samimi anlamda doğruyu arayan insanın yapacağı daha doğrusu takip edeceği yol bu. Gerisi kör taassup. Bilim adamlarının büyük çoğunluğu kişisel kanaatleri ile bilimsel bulgularını birbirine karıştırmamışlar. İnanç veya inançsızlık tamamen bireysel bir tercih meselesi, bir eğilim işidir, “bilimsel” bir eylem değildir asla!

Ünlü İngiliz duayen felsefeci yaşamının yarım yüzyıldan fazlasını ateizm içerisinde geçirmiş olan Antony FlewYanılmışım Tanrı Varmış” itirafıyla bütün eski iddialarından vazgeçer. Ancak bu tamamen kişisel bir tercih olup ateist argümanları tümden çürüten bir durum değil. Yaşlı bir düşünürün zaman içindeki okumalarının farklılaşmasından veya boyut değiştirmesinden ibarettir. Ateizmden teizme geçiştir sadece. Aynı şekilde tam doksan altı yıl yaşamış olan ve yirminci yüzyılın en büyük mantıkçısı olarak kabul edilen ünlü İngiliz mantıkçı, matematikçi ve felsefeci Bertrand Russell son nefesine kadar ateist olarak kalmayı tercih eder, inanmayı aklından bile geçirmez. İkisi de bilim adamı. Bilimleri aynı ve fakat inançları farklı.

Eğer bilim -dindarların iddia ettiği gibi- insanı dolayımsız, yalın bir halde Allah’a götürüyorsa, çok sayıda zeki bilim adamının ateizm’de kalmasının ve eğer -ateistlerin iddia ettiği gibi- bilim insanı dolayımsız, yalın bir halde inkara götürüyorsa çok sayıda zeki düşünürün inançta karar kılmasının mantıklı bir açıklaması olamazdı. Demek sorun bilimin kendisinde değil o bilimle uğraşan insanların bilimsel olmayan sübjektif kişisel tercihlerinde.

Bu sübjektif tercihlerden yola çıkarak objektif ‘bilimsel alan’ı bütünüyle kapsayan, kaplayan üniversal açıklamalara kalkışmak tek kelimeyle gülünçtür. Darwin bile canlı yaşamın kör rastlantılar sonucu ortaya çıktığı önermesine karşı çıkar ancak yaşamın tamamen ilahi olan bir “akıllı tasarım”ın sonucu olabileceğine de tam olarak inanmadığını söyleyerek bu konuda “agnostik” (bilinemezci) kalmayı tercih eder.

Bilim, yalın (nötr) halde yani kendi konumunda kaldığı sürece bize ontolojik, metafiziksel alanlarda hiçbir şey vermez. O, bizi ne ateizme götürür, ne teizme, bizi sadece kendisine götürür. Aslında bilimin insanları bir yerlere götürme diye bir derdi de yok, ona basarak daha doğrusu onu kullanarak bir yerlere varmaya çalışmak bilimsel bir çaba değil, ideolojik bir çabadır. (Bu arada Kevâkibi, Tantâvi, İskenderâni gibi Müslüman alimlerin öncülük ettiği Bilimsel Kuran Tefsiri ekolünün de aynı hastalık ile malul olduğunu söylememiz gerekiyor)

David Hume, Descartes, Hegel, Kant, Jaspers, Sartre… bu adamların her biri birbirinden zeki, birbirinden akıllı düşünürler. Bilimin, evrenin yani objenin varlığında, mevcudiyetinde herhangi bir kuşkuları yok, hepsi bu noktada birleşiyor ancak sıra bu mevcutlardan yola çıkarak görünürde mevcut olmayan soyut çıkarımlara gelince her kafadan ayrı bir ses çıkıyor.

Tabiat, mat halde insana hiçbir şey söylemez, ona istediğini söyleten yani onu kendi algısı ve önyargısı doğrultusunda konuşturan insanın muhayyilesidir. Ona absürd cümleler söyletmekte; anlamlı cümleler söyletmekte insanın elinde. Bir açı evrendeki oluşumun bilinçli bir tasarımın sonucu olduğunu; diğer bir açı bu oluşumun “doğal seleksiyon” sonucu olduğunu iddia ediyor. Bir oluşumun var olduğu konusunda herhangi bir sorun yok, asıl sorun bu oluşumun ilk kaynağının ne olduğu sorunu.

Bu ise okuma tarzına ve yaklaşım biçimine göre değişir. Birine göre evren bilinçli bir tasarımın ürünü ile “muazzam ve muhteşem bir şiirdir”, diğerine göre hiçbir şiiriyeti olmayan, romantik tarafı bulunmayan katı, donuk ve aptal bir kütle yığını ile savaşlar, cinayetler, zulümler, afetler, yok oluşlar ve katlanılması olanaksız riskler mahşeridir. İnanan biri olarak birincilerin biraz da “şairane” olan yaklaşımlarına taraf olmakla birlikte ikincilerin tezlerinin de “Spinoza iyimserliği” ile geçiştirilebilecek kadar basit olmadığını dürüstçe itiraf etmemiz gerekiyor.

Kutsal Kitaplara inanç perspektifi ile bakıldığında hepsinde insan aklının ötesinde mucizevi bir uyum, anlam, ritim ve ahenk göze çarpar fakat negatif yani tam tersi bir perspektif ile bakıldığında bir düzine çelişki, akıl, mantık ve sağduyu ile uyuşması olanaksız “abesiyetler zinciri” olarak görünür. Dikkat edilirse inanç da inançsızlık da bu manada bir önyargıdır, edinilmiş öznel kanaatler mecmuasıdır. Ne ki insanı insan eden bu önyargılardır.

Mesela Kur’an-ı Kerimdeki cehennem tasvirleri biz Müslümanlar için ilahi adaletin bizatihi kendisi olarak okunurken; inanmayan insanların gözünde bunlar “intikamcı, sadist bir tanrı tasavvuru” dışında herhangi bir anlam ifade etmezler, hatta bunların bazılarına göre (Server Tanilli) dünya işkence edebiyatına bile girmeyecek sahneler var Kur’an-ı Kerim de. Sonsuz bir azap, biz müminler açısından gerçek adaletin zorunlu bir tecellisi olarak okunurken diğerlerine göre bu, acımasız bir zulmün ta kendisidir.

Kim haklı o zaman? Bize göre biz haklıyız elbette. Ama meseleye baktıkları konum yani önyargıları açısından her iki taraf da haklı olabilir. Peki haksız olan kim? Haklı kim! diye soranlar tabii ki.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
6 Yorum