Validen Bediüzzaman'a: İstanbul'da da meydan okusana!

Validen Bediüzzaman'a: İstanbul'da da meydan okusana!

Üstad Bediüzzaman Said Nursi zamanında bir çok alimin sorularına cevab verdiği, bir çok ünlü feylesofları susturduğunu söylüyorsunuz ama...

RİSALEHABER

Son zamanlarda bazı çevrelerden, "Üstad Bediüzzaman Said Nursi zamanında bir çok alimin sorularına cevab verdiği, bir çok ünlü feylesofları susturduğunu söylüyorsunuz, ama bunun bir belgesi ve münakaşa yaptığı feylesofların isimi hakkında hiç bir bilgi yok" şeklinde sorulara muhatap oluyoruz. Üstadımızın münakaşa yaptığı zamanın ünlü isimleri kimlerdir ve ya bu sorulara nasıl cevap vermeliyiz?

Cevap:
Hayrat Neşriyatın çıkardığı 3 ciltlik Bediüzzaman Said Nursi ve Hayr'ül-halefi Ahmed Hüsrev Altınbaşak isimli kitaptan bu konuyla ilgili alıntı aşağıdadır:

İSTANBUL ULEMÂSINI MÜNAZARAYA DÂVETİ

Bediüzzaman Hazretleri, İstanbul’a geldiğinde Şekerci Hanı’na yerleşti. Burası, Fatih Camii yakınlarındaki Malta Çarşısı’nda bulunan yüz odalı bir handır. O devirde yaşayan âlimlerin ve fikir adamlarının yazıhanelerinin bulunduğu ve pek çok ilim erbabının sıkça uğradıkları bir merkez halini almıştı. Bu sebeble, o zamana kadar hep ilimle meşgul olan ve ilmî münazaraları seven Üstad  Hazretleri’nin tam aradığı yerdi.

İstanbula gelmeden evvel bir gün Vâli Tâhir Paşa:

"Doğu âlimlerine gâlib geliyorsun, fakat İstanbul’a gidip o denizdeki büyük balıklara da meydan okuyabilecek misin, demişti. İstanbul’a gelir gelmez âlimleri münazaraya dâvet etti. Bunun üzerine İstanbul’daki meşhur âlimler grup grup ziyarete gelip sorular soruyorlar ve o hepsinin de cevablarını tam doğru olarak ve hiç duraksamadan veriyordu.

Üstad’ın bunda iki maksadı vardı. Birincisi, Doğu Anadolu’daki ilim ve eğitim faaliyetine dikkatleri çekmekti.[1]

İkinci maksadı ise, İstanbul’daki medrese ehlini ilmî münazaralara teşvik etmekti. Çünkü talebenin ilme iştahını arttıran münazara noktasında İstanbul’da ciddi bir noksanlığın bulunduğunu tesbit etmişti. Bunu şöyle anlatır:

“İstanbul’a geldim, gördüm ki; sâir şubelere nisbeten medreseler terakki etmemiştir (gelişmemiştir). Bunun da sebebi, kitaba bakarak mes’ele istinbat etmek istid’âdı, meleke-i ilim yerinde ikame olunmuş. Ve talebelerde münazara ve sual ve cevabın yokluğu sebebiyle şevksizlik ve atalet gibi bazı halleri netice vermiştir… Ben münazara ile bilfiil (bu) iki noktadan ikaz etmek istiyordum.”[2]

Şekerci Hanı’nda kaldığı odanın kapısına, “Burada her müşkil halledilir; her suale cevab verilir, fakat sual sorulmaz” yazılı bir levha astırdı. 

Bediüzzaman’ın genç yaşında böyle istisnasız bütün suallere cevab vermesi ve gâyet iknâ edici ve beliğ ifade ve hârika hal ve tavırlarıyla, ehl-i ilmi hayranlıkla takdire sevkediyordu. Ve “Bediüzzaman” ünvanına bihakkın lâyık görüyorlar ve bu fevkalâde zatı, bir “yaradılış harikası” olarak vasıflandırıyorlardı.[3]

Hasan Fehmi Başoğlu’nun Hatırası

O dönemde Üstad Bediüzzaman’a soru sorarak bu hâdiseye şahit olanlardan biri Hasan Fehmi Başoğlu’dur. Kendisi, Cumhuriyet Devri’nde Diyanet İşleri Müşavere Kurulu âzâlığı yapmıştır. Şekerci Hanı’nda Bediüzzaman’ı ziyaretini ve sorduğu suallere kendisinden nasıl cevaplar aldığına dair hatıralarını şöyle anlatır:

“Ben Meşrutiyette Fatih Medresesi’nde okurken, Bediüzzaman Hazretleri’nin İstanbul’a gelip, bir handa yerleştiğini ve hatta odanın kapısında “burada her müşkil hallolur, her mes’eleye cevap verilir. Fakat sual sorulmaz” diye levha astığını işittim. Bu hale bir türlü akıl erdiremedim. Bediüzzaman hakkında sitayişkâr sözleri mübalağa kabul ediyordum. Ulemâ ve talebe gruplarının kendisini ziyaret ve hayranlıklarını işitince devam eden tavsiyeler üzerine bende de bir ziyaret arzusu uyandı. Kat’î karar verdim ki; en güç ve en ince mes’elelerden sualler hazırlayıp sorayım. Ben de o zaman medresenin ileri gelenlerinden sayılıyordum.

Nihayet bir gece en müşkil ilm-i kelam mes’elelerinden gayet derin ve birkaç kitabta ancak izah ve ifade edilebilen birkaç mevzu seçtim, ziyaretine gittim. Suallerimi sordum. Aldığım cevaplar çok harika ve acip olmuştu. Aynen benim hazırladığım tarzda, sanki akşam beraber imişiz ve kitablara beraber bakıyormuşuz gibi cevaplar verdi. Ben tam tatmin oldum. Ve bizzat anladım ki; onun ilmi, bizimki gibi kesbî değil, vehbî idi. Sonra bir harita çıkararak şarkta darü’l-fünûn açılması icab ettiğini ve bunun ehemmiyetini izah etti.”[4]

Ali Himmet Berkî’nin Hatırası

Temyiz Mahkemesi eski reislerinden Ali Himmet Berkî Bey ise, o zaman şâhid olduğu Üstad’ın bu halini şöyle anlatır:

“Ben o yıllarda Medresetü’l-Kuzat’ta (Hukuk Fakültesi) talebe idim. Talebe arkadaşlar arasında ileri bir derecemiz vardı. Bütün İstanbul’a Bediüzzaman’ın ismi ve şöhreti yayılmıştı. Bütün ilim muhitlerinde herkes ondan bahsediyordu. “Fatih’te bir handa misafireten kalıyormuş, herkesin her çeşit sualine cevap veriyormuş” diye hakkında çok rivayetler duyuyorduk. Talebe arkadaşlarla gidelim diye karar verdik. Bir grup arkadaşla bu meşhur zatı ziyarete gittik. O gün Fatih’te bir çayhanede olduğunu, sorulan suallere cevap verdiğini işittik. Hemen oraya gittik. Çok kalabalık bir meclisi ve sırtında garip bir elbisesi vardı. Bir hoca kisvesi yoktu. Şarkın mahallî kıyafetiyle oturuyordu. Biz yanına vardığımızda Bediüzzaman kendisine sorulan suallere cevap veriyordu. Etrafındaki ilim sahipleri, derin bir sessizlik ve hayranlık içinde dinliyorlardı kendisini. Herkes verdiği cevaptan memnun ve tatmin oluyordu. Felsefecilerden, sofistlerin iddia ve fikirlerine kadar cevap veriyordu. Aklî, mantıkî delillerle onların görüşlerini çürütmüştü. Arabca lügatten herhangi bir kelime sorsanız, hemen cevabını ve mânâsını verirdi. Sonra,kelâmda üzerine kimse yoktu. Bu iki ilimde, bilgisine son yoktu. Arab Edebiyatı, Fars Edebiyatı, Doğu ve Batı Edebiyatına vâkıftı.”[5]

Abdullah Enver Efendi’nin Hatırası

 “Ayaklı Kütüphane” olarak bilinen Abdullah Enver Efendi şunları nakleder: “Fatih dersiâmlarından Harbizade Tavaslı Hasan Efendi, âlim ve muhterem bir zattı. Doksan yaşlarına kadar ömür sürdü. Hayatının son günlerine kadar ders okuttu. Bir gün bile vazifeye gitmediği, derse gelmediği görülmeyen kimseydi. Bu zat bütün hocalık hayatında bir gün derse gidememişti. İşte o gün Hasan Efendi talebelerine hitaben; “Bugün derse gelemeyeceğim. Çünkü Şarktan Bediüzzaman lakabıyla anılan bir zat gelmiş. Onun ziyaretine gideceğim” diyerek medreseden ayrılır. Ve Şekerci Hanı’nda Bediüzzaman’ı ziyaret eder.

Ziyaretten sonra medresesine döndüğü zaman talebelerine “Böylesi görülmemiştir. Böyle bir zat nâdire-i hilkattir. Bu zat gibisi henüz gelmemiştir” diye hayret ve muhabbet ile hissiyatını ifade eder.”[6]

Şeyh Ali Haydar Efendi’nin Hatırası

İsmet Efendi Dergâhı’nın şeyhi olan bu mübarek zat, Bediüzzaman’a sorduğu suallerle alâkalı olarak talebesi Emin Saraç Hoca’ya şunları anlatmıştır:

“Bediüzzaman İstanbul’a ilk geldiğinde birçok âlimler gibi ben de (ziyaretine) gittim. Kapısında, ‘Burada her suale cevap verilir, kimseye soru sorulmaz’ yazılıydı. Mutavvel’den[7] çok zor bir sual hazırladım. Tereddütsüz ve çok isabetli en doğru cevabı verdi. Gördüğüm en zeki insanlardandır.”[8]

Hâfız Hasan Sarıkaya Hoca Efendi’nin Hatırası

Osmanlı son devrinde İstanbul’da tahsil görmüş âlimlerden olan Çankırılı Hacı Hâfız Hasan Sarıkaya’nın Üstâd Bediüzzaman ile ilgili hâtıralarında, oğlu Visalî Bey babasından naklen şöyle anlatıyor:

“(Meşrutiyet yıllarında) Bir gün âlimler Fatih Camii’nin avlusunda bir mevzûu münakaşa ediyorlardı. Fakat hiçbirisi mes’eleyi tatmin edici şekilde halledemiyordu. Tam o sırada, başında külahı, üzerinde şaldan bir elbise, basit bir kıyafetle Bediüzzaman oraya geldi. Ben kendisini önceden tanıyordum.

Bediüzzaman âlimlere: ‘Nedir mevzûnuz, bana da anlatır mısınız?’ dedi.

Üzerindeki basit kıyafeti gören ulemâ: ‘Çoban efendi, senin aklın bu işlere ermez, git işine bak!’ dediler.

Bediüzzaman âlimlerin bu tavrına hiç aldırmadı ve mevzûu öğrendi. Ve âyet ve hadislerle mes’eleyi öyle güzel halledip ortaya koydu ki, âlimlerin ağzı açıkta kaldı. Bediüzzaman’ın ellerini öpmek istediler. ‘Hayır lüzum yok’ deyip oradan ayrıldı.”[9]

Câmiü’l-Ezher’den Şeyh Bahîd Efendi’yle Görüşmesi

Aynı dönemde, Mısır Câmiü’l-Ezher Üniversitesi müderrislerinden meşhur Şeyh Bahîd Efendi[10] İstanbul’a bir seyahat için geldiğinde; Bediüzzaman Said Nursî’yi ilzam edemeyen İstanbul ulemâsı, Şeyh Bahîd’den bu genç hocanın ilzam edilmesini isterler. Şeyh Bahîd de bu teklifi kabul ederek bir münazara zemini arar. Ve bir namaz vakti Ayasofya camiinden çıkıp çayhaneye oturulduğunda bunu fırsat telâkki eden Şeyh Bahîd Efendi, yanında âlimler hazır bulunduğu halde Bediüzzaman’a hitaben:

-Avrupa ve Osmanlılar hakkında ne diyorsunuz, fikriniz nedir? der.

Şeyh Bahîd Efendi’nin bu sualden maksadı; Bediüzzaman’ın şüphesiz engin bir deniz gibi olan ilmini ve bir ateş parçası olan zekâsını tecrübe etmek değil, belki, geleceğe dair ufkunun genişliğini ve dünyanın gidişatı hakkındaki bakış açısını anlamak idi. Buna karşı Bediüzzaman’ın verdiği cevap şu oldu:

- Avrupa, bir İslâm devletine hâmiledir, günün birinde onu doğuracak; Osmanlılar da Avrupa ile hâmiledir, o da onu doğuracak.”

Bu cevaba karşı Şeyh Bahîd Hazretleri:

- Bu gençle münazara edilmez, ben de aynı kanaatteyim. Fakat bu kadar veciz ve beliğâne (az sözle ve belağatli) bir tarzda ifade etmek, ancak Bediüzzaman’a hastır demiştir.[11]

Üstad Said Nursî, yıllar sonra o günleri bahsettiği bir mektubunda İstanbul’daki âlimlerin sualleriyle karşılaşmadan evvel nail olduğu ilâhi yardımı ve bunun Risale-i Nur’la ilgisini şöyle anlatacaktır:

“Ben hürriyetten evvel İstanbul’a gelirken yolda -bir-iki mühim- ilm-i kelâm’a ait kitablar elime geçti. Dikkatle mütalaa ettim. İstanbul’a geldikten sonra, sebepsiz olarak hem ulemâyı (âlimleri), hem mekteb muallimlerini münazaraya “Kim ne isterse benden sorsun” diye ilân ettim. Medar-ı hayrettir ki; münazaraya gelenlerin bütün sordukları sualler, yolda mütalaa ettiğim ve hâfızamda kaldığı mes’elelerdi.

Hem feylesofların sordukları sualler, hâfızamda bulunan mes’elelerdi. Şimdi anlaşıldı ki; o fevkalâde muvaffakıyet ve benim de haddimden çok ziyade o hodfuruşluk (gösteriş) ve mânâsız izhar-ı fazilet ise, ileride Risale-i Nur’un İstanbul’ca ve ulemâca makbuliyetine ve ehemmiyetine zemin hazır etmek imiş.”[12]

[1] Tarihçe-i Hayat, s. 52
[2] Âsâr-ı Bediiyye, s. 326
[3] Tarihçe-i Hayat, s. 53
[4] B. T. Bediüzzaman Said Nursî, s. 79
[5] Son Şahitler, c. 1, s. 159
[6] B. T. Bediüzzaman Said Nursî, s. 82
[7] Kazvinî’nin ilm-i belağat hakkındaki kitabına Taftazanî tarafından yazılmış şerh olup Osmanlı medreselerinin temel ders kitablarındandı ve dersiâmlık imtihanı bu kitabtan yapılırdı.
[8] Hocalarımız Konuşuyor, s. 113
[9] Son Şahitler, c. 1, s. 188
[10] Şeyh Muhammed Bahîd Efendi 1854 yılında Mısır’ın Asyut Vilayeti’ne bağlı bir köyde dünyaya gelmiştir. Birincilikle mezun olduğu Ezher Üniversitesi’nde müderrislik yapmıştır. Daha sonra uzun yıllar çeşitli şehirlerde kadılık vazifesini sürdürmüş olan Bahîd Efendi, nihayet Mısır Başmüftülüğü’ne kadar yükselmiştir. İslâm’ın sosyal mes’elelere bakışı hakkında muhtelif eserler kaleme alan Muhammed Bahîd Efendi 1935 yılında Kahire’de vefat etmiştir.
[11] Tarihçe-i Hayat, s. 54
[12] Emirdağ Lâhikası-1, s. 55

risaleonline

HABERE YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
2 Yorum