Tevhid etme, ilahi sanat, beşeri sanat

Bediüzzaman’ın eserleri içinde düşünce muhiti ve kapsam itibariyle önemli eserlerinden birisi İkinci Şua’dır. Bu eser tevhid ve vahdetin dinde, marifetullahta dolaylı olarak sanatta ve estetikte yerini izah eder. Batı sanatı tanzim ve tasarımın sadece insanın eserlerine has bir durum ve uygulama olduğunu ilkçağdan beri anlatır. Sanattaki tanzim ve tasarım, birleştirme ve anlamlandırma insan zihnindeki muhayyilesindeki küçük çaptaki örnekler insandan Allah’tan insana yansımalardır. Allah kainattaki layüadd ve layühsa varlık ve olayları nasıl sanatının gereği ve varlığın devamlılığını sağlamak için icraat olarak gösteriyorsa insan da onun en büyük eseri olarak aynı özellikleri varlığa ve kendi sanatına yansıtıyor. İnsanın yüzünde bir suret-i Rahman vardır hakikatı, insan yüzündeki bütün uzuvlar ve işlevleri, fonksiyonları ve icraatları Allah’ın yanlış anlaşılmasın bir asgarinin asgarisi görümleridir. 

Sen görüyorsan sana görmeyi biri verdi ve sana gör dedi. Kulağın var işitiyorsan biri sana kulağı verdi ve işit dedi. Sen ellerinde bir şeyi tasarlayıp onu şekillendiriyorsan benim sanatımı anlamak için senin yaptıklarınla benimkini mukayese et benim azametimi ve eserlerimin büyüklüğünü gör dedi. Sen bir binayı tasarlayıp onu kurup mimari bir eser olarak ortaya çıkarıyorsan kainatı da tasarlayıp sayısız obje ve nesneleri bir araya getiren ve Kur’an’da sürekli tekrar eden birisi var. Kur’an’da “Rabbüssemavatı ve velard” çok tekrar edilir ve insanı onu seyretmeye ve ilahi sanatın enginliğini görmeye teşvik eder. Tıpkı eserlerini bir galeride sergileyen sanatçının eserleri hakkında prospektüs bilgileri verdiği gibi Kur’an da sürekli Allah’ın icraatının görsel örneklerini anlatır, özellikle gösterir. Anlatma dünyası yüzyıllardan beri anlatır, Kur’an batının son dönemde keşfettiği göstermeyi yüzyıllar öncesinden anlatır.

“Hem odur ki gökleri ve yeri altı günde yarattı. Bundan önce ise arşı su üstünde idi. Bu kainatı yaratması sizden hanginizin daha güzel iş yapacağını ortaya koymak içindir.” (Hud, 7) Güzel yaratan güzelliğe çağırıyor, kainatın yaratılış gayesi güzel işler yapmak. “Sonra da güzel işleri yapanlara bak ne diyor. Güzel işler yapanların amellerini azla zayi etmem diyor.” (Yusuf 56)

Eskişehir Hapishanesinin Son Meyvesi

Otuz Birinci Lem’a’nın İkinci Şuâı
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

On altı sene evvel, Eskişehir Hapishanesinde, arkadaşlarımın tahliyeleriyle yalnız kaldığım bir vakitte şu Şuâ, gayet acele, pek noksan kalemimle, sıkıntılı, rahatsızlık bir zamanda telif edildiğinden bir derece intizamsız olmakla beraber, bugünlerde tashih ederken iman ve tevhid noktasında pek çok kıymettar ve kuvvetli ve ehemmiyetli gördüm. 

Said Nursi

***

Bediüzzaman büyük eserlerini büyük zulüm ve sıkıntılara maruz kaldığı zamanlarda yazmıştır. Doğmak bütün kainatta büyük bir olaydır. Güneşin doğması için bütün semavat hazırlık yapar. Güneş tedricen yavaş yavaş kendini bulutların arkasından gösterir. Bir büyük obje olarak dünyaya görünür, peçesini atar ve bütün insanlara görünür. Pagan zamanlarında insanlar güneşin doğuşunu olağanüstü bulduklarından o doğarken onu karşılamak için ihtifaller gösterirlermiş. İnsanlar ülfet edince tabiatın çok harika halleri bile onlara sıradanlaşıyor. Yaratılış harikaları ve büyük sanat eserleri müzesinde dolaşıyoruz, müzede olan bu koca kainatı anlayacak ve yorumlayacak herşeyimiz var, vücudumuz bütün estetik ihtiyaçlara da cevap verecek bir düzeydedir. Bediüzzaman “Göz bir hassedir ki ruh bu alemi o pencere ile seyreder” diyor. Demek göz seyrettiği şeyin hem fiziki hem de fonksiyonel hem de estetik değerini anlayacak düzeydedir, tabii ders alarak baksa daha ince şeyler görecektir.

Bu ikinci Şua Erzurum’da Kırkıncı Hocalı yıllarımızda çok öneme haiz bir eserdi, koltuğumuzda ikinci şuayı dolaştırır, bir fırsat bulsak da bunu zat-ı alileriyle birlikte mütalaa etsek derdik. O da o kadar bu mukaddes uluhiyyyet metnine çok önem verirdi ki, bizi adeta destani bir havaya sokardı. Hissetmek, hissetirmek için dünyaya gelmişti. "Nasıl geçti habersiz o güzelim yıllarım" diyor ya insan ama “geçti gitti ondan kalan onun işaret ettiği manalar. Büyük metinler hep yardım almakla çözümlenmiş. Ünlü bir filozofun birkaç öğrencisi metinleri çözemez filozofun çözmesini kendinden rica ederlermiş. Güzelliği görmek başka onu yorumlamak başka. Şairin biri demiş “Nasıl medhedeyim sevdiğim seni, İstanbul Bursa’yı değer gözlerin.” Bir metne harika ve çoşku verici kelimeler kullanarak onun değerini ölçemeyiz.

***

اَللهُ اَحَدٌ ism-i a’zamına dair yedinci nükte-i a’zam ve altı ism-i a’zamın altı nüktesinin yedincisi

İHTAR

Bu risale benim nazarımda çok mühimdir. Çünkü içinde çok mühim ve ince olan esrar-ı imaniye inkişaf ediyor. Bu risaleyi anlayarak okuyan adam imanını kurtarır inşâallah. Maatteessüf ben burada kimse ile görüşemediğimden kendime tebyiz edip yazdıramadım

Birinci Makam’ın Birinci Meyvesi

Tevhid ve vahdette cemal-i İlahî ve kemal-i Rabbanî tezahür eder. Eğer vahdet olmazsa, o hazine-i ezeliye gizli kalır. Evet, hadsiz cemal ve kemalât-ı İlahiye ve nihayetsiz mehasin ve hüsn-ü Rabbanî ve hesapsız ihsanat ve beha-i Rahmanî ve gayetsiz kemal-i cemal-i Samedanî, ancak vahdet âyinesinde ve vahdet vasıtasıyla şecere-i hilkatin nihayatındaki cüz’iyatın simalarında temerküz eden cilve-i esmada görünür.

***

Yukardaki cümleler ilahi sanatın okunmasında miyar, ölçü, mikyas olduğu gibi beşeri sanatın da ölçüsüdür. Çünkü tevhid bir anlamda birleştirmektir, boya, fırça, tuval, ressamın muhayyilesi, icad gücü bunlardan ortaya birbiriyle tenasüb içinde bir resim çıkarır. Bir hanım tuz, yağ, şehriye, salça ve suyu bir kenara koyar hepsi tek başına bir değerdir ama onları mutfakçının zihnindeki birleştirme yani tevhid etme ve tasarlama, bir araya getirme fikri olmazsa o asla çorba olmaz. Bu şekilde bir koyunu meydana getiren fizyolojik ve maddi unsurlar bir araya getirip bir süt fabrikasına dönüştürür. Şayet o tevhid fiili kendine verilse ortaya bir koyun gelmez. Pagan dönemlerinde ineğe tapılmış. Hz. Musa’nın ümmeti buzağıya tapmışlar ama buzağı insanın bütün gıda ihtiyacını tek başına karşılayacak bir vahdet ve tevhid emmüzeci. Adamlar bakmışlarki bu varlığın herşeyi onlara faydalı ama onu onun görüntüsünün arka planını görememişler, çıkaramamışlar veya onun arkasında bir gücün onlar için bu büyük terkibi meydana getirdiğini anlamamışlar. Hala da anlamıyorlar ya. 

İşte “Tevhid ve vahdette cemal-i ilahi ve kemal-i Rabbani tezahür eder.” Birleştiren ister Allah olsun ister bir sanatçı olsun tevhid ettiği anda ortaya güzellik çıkıyor, o güzellik birleştirenin muhayyilesindeki veya esmasındaki özellik. "Her nereye baksam dopdolusun seni nere koyam benden içeri" satırları şairin o güzellikleri hissetmesinden ileri gelir. Bediüzzaman Mevlana hazretlerinden bir mısra almış “en hayalati ki demi evliaya ist, aksimehruyanı büstanı hudest / evliyaya tuzak olan hayaller ilahi bahçelerin güzel yüzleridir.” İnsan da bir ilahi bahçedir, bir gül bahçesi de ilahi bahçedir ondaki güzellikler herkesin ilgisini çeker. Bir çiçeği sevdiğine sunar o güzelliği sunar. Kerem Aslı’yı bahçede görmüş bir ömür arkasından gitmiş sonunda ikisi de yanarak ölmüşler. Bir güzellik uğruna mı ölmüş, hem öyle hem öyle değil. "Her
çiçek ilahi güzelin yansımalarıdır" demiş bir estetikçi bu yüzden Cenab-ı Nebi çiçeği öpermiş. "Sen Allah’ın şevketisin" dermiş. Evliyalarda adet olmuş.

***

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ
وَ بِهٖ نَسْتَعٖينُ
فَاعْلَمْ اَنَّهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ âyetinin bir muhteşem nüktesiyle meşhur bir kasem-i Nebevînin işaretiyle ve ilhamıyla hissettiğim gayet güzel ve çok şirin ve nihayet derecede latîf üç meyve-i tevhid ve üç muktezîsi ve üç hüccetine dair bir nüktedir.

İşte Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm yemin ettiği vakit, en çok istimal ve tekrar ile her zaman ferman ettiği şu وَالَّذٖى نَفْسُ مُحَمَّدٍ بِيَدِهٖ kasemidir. Ve bu kasem gösteriyor ki şecere-i kâinatın en geniş dairesi ve en müntehası ve nihayatı ve teferruatı dahi Zat-ı Vâhid-i Ehad’in kudretiyle ve iradesiyledir. Çünkü mahlukatın en müntehab ve en müstesnası olan Muhammed aleyhissalâtü vesselâmın nefsi, kendi kendine mâlik olmazsa ve ef’alinde serbest bulunmazsa ve harekâtı başka bir ihtiyara bağlı ise elbette hiçbir şey, hiçbir şe’n, hiçbir hal, hiçbir keyfiyet –cüz’î olsun küllî olsun– o muhit iktidarın, o şâmil ihtiyarın daire-i tasarrufunun haricinde olamaz.

Evet, bu çok manidar kasem-i Muhammedî’nin (asm) ifade ettiği gayet muazzam ve muhit bir tevhid-i rububiyettir. Ve bu tevhidin ispatına dair yüz belki bin bâhir bürhanlar, Siracünnur olan Risale-i Nur’da beyan edildiğinden bu hakikat-i âliyenin tafsilat ve ispatını ona havale ederek bu İkinci Şuâ’da muhtasar üç makam içinde bu çok ehemmiyetli hakikat-i imaniyenin birinci makamında, gayet latîf ve tatlı ve çok kıymettar ve nurlu, hadsiz semerelerinden üç küllî meyvelerini gayet muhtasar bir surette beyanla, o meyvelere benim kalbimi sevk eden zevklerime ve hislerime işaret edilecek. İkinci Makam’da ise bu kudsî hakikatin üç küllî muktezîsi ve esbab-ı mûcibesi beyan edilir ve o üç muktezî üç bin muktezîlerin kuvvetindedirler. Ve Üçüncü Makam’da, o hakikat-i tevhidiyenin üç alâmetleri zikredilecek ve o üç alâmet, üç yüz alâmet ve emare ve delil kuvvetindedirler.

Birinci Makam
Birinci Makam’ın Birinci Meyvesi

Tevhid ve vahdette cemal-i İlahî ve kemal-i Rabbanî tezahür eder. Eğer vahdet olmazsa, o hazine-i ezeliye gizli kalır. Evet, hadsiz cemal ve kemalât-ı İlahiye ve nihayetsiz mehasin ve hüsn-ü Rabbanî ve hesapsız ihsanat ve beha-i Rahmanî ve gayetsiz kemal-i cemal-i Samedanî, ancak vahdet âyinesinde ve vahdet vasıtasıyla şecere-i hilkatin nihayatındaki cüz’iyatın simalarında temerküz eden cilve-i esmada görünür.

Mesela, iktidarsız ve ihtiyarsız bir yavrunun imdadına umulmadık bir yerden, yani kan ve fışkı ortasından beyaz, safi, temiz bir süt göndermek olan cüz’î fiil ise tevhid nazarıyla bakıldığı vakit, birden bütün yavruların pek çok hârikulâde ve pek çok şefkatkârane olan küllî ve umumî iaşeleri ve validelerini onlara musahhar etmeleriyle rahmet-i Rahman’ın cemal-i lâyezalîsi kemal-i şaşaa ile görünür. Eğer tevhid nazarıyla bakılmazsa o cemal gizlenir ve o cüz’î iaşe dahi esbaba ve tesadüfe ve tabiata havale edilir, bütün bütün kıymetini, belki mahiyetini kaybeder.

Hem mesela, müthiş bir hastalıktan şifa bulmak, eğer tevhid nazarıyla bakılsa birden zemin denilen hastahane-i kübrada bulunan bütün dertlilere, âlem denilen eczahane-i ekberden ilaçları ve dermanlarıyla şifa ihsan etmek yüzünde, Rahîm-i Mutlak’ın cemal-i şefkati ve mehasin-i rahîmiyeti küllî ve şaşaalı bir surette görünür. Eğer tevhid nazarıyla bakılmazsa; o cüz’î fakat alîmane, basîrane, şuurkârane olan şifa vermek dahi camid ilaçların hâsiyetlerine ve kör kuvvete ve şuursuz tabiata verilir. Bütün bütün mahiyetini ve hikmetini ve kıymetini kaybeder.

Bu makam münasebetiyle hatıra gelen bir salavatın bir nüktesini beyan ediyorum. Şöyle ki: Namaz tesbihatının âhirinde Şafiîlerde gayet müsta’mel ve meşhur bir salavat olan
اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ بِعَدَدِ كُلِّ دَاءٍ وَدَوَاءٍ وَبَارِكْ وَسَلِّمْ عَلَيْهِ وَعَلَيْهِمْ كَثٖيرًا كَثٖيرًا
nın ehemmiyeti yüzündendir ki insanın hikmet-i hilkati ve sırr-ı câmiiyeti ise her zaman, her dakika hâlıkına iltica ve yalvarmak ve hamd ve şükür etmek olduğundan insanı dergâh-ı İlahiyeye kamçı vurup sevk eden en keskin ve müessir sâik, hastalıklar olduğu gibi; insanı, kemal-i şevk ile şükre sevk eden ve tam manasıyla minnettar edip hamdettiren tatlı nimetler ise başta şifalar ve devalar ve âfiyetler olduğundan bu salavat-ı şerife gayet müşerref ve manidar olmuştur. Ben bazen بِعَدَدِ كُلِّ دَاءٍ وَ دَوَاءٍ dedikçe küre-i arzı bir hastahane suretinde ve maddî ve manevî bütün dertlerin ve ihtiyaçların dermanlarını ihsan eden Şâfî-i Hakiki’nin pek aşikâr bir mevcudiyetini ve küllî bir şefkatini ve kudsî ve geniş bir rahîmiyetini hissediyorum.

Hem mesela, dalaletin gayet müthiş manevî elemini hisseden bir adama, iman ile hidayet ihsan etmek, eğer tevhid nazarıyla bakılsa birden o cüz’î ve fâni ve âciz adam bütün kâinatın hâlıkı ve sultanı olan mabudunun muhatap bir abdi olmak ve o iman vasıtasıyla bir saadet-i ebediyeyi ve şahane ve çok geniş ve şaşaalı bir mülk-ü bâki ve bâki bir dünyayı ihsan etmek ve onun gibi bütün mü’minleri dahi derecelerine göre o lütfa mazhar etmek olan bu ihsan-ı ekber yüzünde ve simasında, bir Zat-ı Kerîm ve Muhsin’in öyle bir hüsn-ü ezelîsi ve öyle bir cemal-i lâyezalîsi görünür ki bir lem’asıyla bütün ehl-i imanı kendine dost ve has kısmını da âşık yapıyor. Eğer tevhid nazarıyla bakılmazsa o cüz’î imanı, ya mütehakkim ve hodbin Mutezileler gibi kendi nefsine veya bazı esbaba havale eder ki hakiki fiyatı ve pahası cennet olan o Rahmanî pırlanta bir cam parçasına inip âyinedarlık ettiği kudsî cemalin lem’asını kaybeder.
İşte bu üç misale kıyasen, daire-i kesretin müntehasındaki cüz’iyatın cüz’iyat-ı ahvalinde, tevhid noktasında cemal-i İlahînin ve kemal-i Rabbanînin binler envaı ve yüz bin çeşitleri onlarda temerküz cihetinde görünür, anlaşılır, bilinir, tahakkuku sabit olur. İşte tevhidde cemal ve kemal-i İlahînin kalben görünmesi ve ruhen hissedilmesi içindir ki bütün evliya ve asfiya, en tatlı zevklerini ve en şirin manevî rızıklarını kelime-i tevhid olan “Lâ ilahe illallah” zikrinde ve tekrarında buluyorlar.

Hem kelime-i tevhidde azamet-i kibriya ve celal-i Sübhanî ve saltanat-ı mutlaka-i rububiyet-i Samedaniye tahakkuk etmesi içindir ki Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm ferman etmiş: اَفْضَلُ مَا قُلْتُ اَنَا وَالنَّبِيُّونَ مِنْ قَبْلٖى لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ Yani “Ben ve benden evvel gelen peygamberlerin en ziyade faziletli ve kıymetli sözleri, “Lâ ilahe illallah” kelâmıdır.”

Evet bir meyve, bir çiçek, bir ışık gibi küçücük bir ihsan, bir nimet, bir rızık; bir küçük âyine iken, tevhidin sırrıyla birden bütün emsaline omuz omuza verip ittisal ettiğinden, o nevi büyük âyineye dönüp o nev’e mahsus cilvelenen bir çeşit cemal-i İlahîyi gösterir. Ve fâni, muvakkat olan güzellik ile bâki bir nevi hüsn-ü sermedîyi irae eder. Ve Mevlana Celaleddin’in dediği gibi,
اٰنْ خَيَالَاتٖى كِه دَامِ اَوْلِيَاسْتْ § عَكْسِ مَهْرُويَانِ بُوسْتَانِ خُدَاسْتْ
sırrıyla bir âyine-i cemal-i İlahî olur. Yoksa eğer tevhid sırrı olmazsa o cüz’î meyve tek başına kalır. Ne o kudsî cemal ne de o ulvi kemali gösterir. Ve içindeki cüz’î bir lem’a dahi söner, kaybolur. Âdeta baş aşağı olup elmastan şişeye döner.

Hem tevhid sırrıyla, şecere-i hilkatin meyveleri olan zîhayatta bir şahsiyet-i İlahiye, bir ehadiyet-i Rabbaniye ve sıfât-ı seb’aca manevî bir sima-i Rahmanî ve temerküz-ü esmaî ve اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعٖينُ deki hitaba muhatap olan zatın bir cilve-i taayyünü ve teşahhusu tezahür eder. Yoksa o şahsiyet, o ehadiyet, o sima, o taayyünün cilvesi inbisat ederek kâinat nisbetinde genişlenir, dağılır, gizlenir. Ancak çok büyük ve ihatalı, kalbî gözlere görünür. Çünkü azamet ve kibriya perde olur, herkesin kalbi göremez.

Hem o cüz’î zîhayatlarda pek zahir bir surette anlaşılır ki onun Sâni’i, onu görür, bilir, dinler, istediği gibi yapar. Âdeta o zîhayatın masnuiyeti arkasında muktedir, muhtar, işitici, bilici, görücü bir zatın manevî bir teşahhusu, bir taayyünü imana görünür. Ve bilhassa zîhayattan insanın mahlukıyeti arkasında gayet aşikâr bir tarzda o manevî teşahhus, o kudsî taayyün sırr-ı tevhid ile imanla müşahede olunur. Çünkü o teşahhus-u ehadiyetin esasları olan ilim ve kudret ve hayat ve sem’ ve basar gibi manaların hem numuneleri insanda var, o numuneler ile onlara işaret eder. Çünkü mesela, gözü veren zat, hem gözü görür hem ince bir mana olan gözün gördüğünü görür, sonra verir. Evet senin gözüne bir gözlük yapan gözlükçü usta, göze gözlüğün yakıştığını görür, sonra yapar. Hem kulağı veren zat, elbette o kulağın işittiklerini işitir, sonra yapar, verir. Sair sıfatlar buna kıyas edilsin.

Hem esmanın nakışları ve cilveleri insanda var, onlar ile o kudsî manalara şehadet eder. Hem insan, zaafıyla ve acziyle ve fakrıyla ve cehliyle diğer bir tarzda âyinedarlık edip yine zaafına fakrına merhamet eden ve meded veren zatın kudretine, ilmine, iradesine ve hâkeza sair evsafına şehadet eder. İşte daire-i kesretin müntehasında ve en dağınık cüz’iyatında, sırr-ı vahdetle bin bir esma-i İlahiye, zîhayat denilen küçücük mektuplarda temerküz edip açık okunduğundan, o Sâni’-i Hakîm zîhayat nüshalarını çok teksir ediyor. Ve bilhassa zîhayatlardan küçüklerin taifelerini pek çok tarzda nüs

Mesela, iktidarsız ve ihtiyarsız bir yavrunun imdadına umulmadık bir yerden, yani kan ve fışkı ortasından beyaz, safi, temiz bir süt göndermek olan cüz’î fiil ise tevhid nazarıyla bakıldığı vakit, birden bütün yavruların pek çok hârikulâde ve pek çok şefkatkârane olan küllî ve umumî iaşeleri ve validelerini onlara musahhar etmeleriyle rahmet-i Rahman’ın cemal-i lâyezalîsi kemal-i şaşaa ile görünür. Eğer tevhid nazarıyla bakılmazsa o cemal gizlenir ve o cüz’î iaşe dahi esbaba ve tesadüfe ve tabiata havale edilir, bütün bütün kıymetini, belki mahiyetini kaybeder.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
1 Yorum