Alaaddin BAŞAR

Alaaddin BAŞAR

Tesbih, hamd ve tekbir

Sübhan, Allah’ın eksik ve nakıs sıfatlardan münezzeh olup, bütün kemal sıfatları ile muttasıf olduğuna işaret eden külli bir kelimedir. Mevcudat iseAllah’ın isim ve sıfatlarının tecelli edip aksettiği bir aynadır. Bu aynada, Allah’ın sübhan manası cevelan eder. Aynaya iman ve tefekkür nazarı ile bakıldığında, Allah’ın kusurdan münezzeh ve kemal sıfatlar ile muttasıf olduğu, maddi bir surette tezahür eder.

Vücut alemleri, yani mevcudat; hâl lisanı ile Allah’ı tesbih ve tezkir eder. Varlıkların haline dikkat ile baktığımız zaman, fıtri bir lisanla, hem tesbih hem de tahmid ettiğini görürüz.

Mesela; arı bal vazifesinde, hem sanatkârını kusur ve eksikliklerden takdis ediyor hem de hayat ve rızkı ile, Allah’a fıtri olarak hamd ediyor.

İnsan fikri ile, imanı ile "Sübhanallah", "Elhamdülillah", "Allahu ekber" manalarını, kainat ve mevcudat aynalarında görebilir, Üstad Bediüzzaman Said Nursi burada bu manayı ihtar ediyor.

"İ’lem Eyyühe’l-Azîz! "Sübhanallah", "Elhamdülillah", "Allahü Ekber" bu üç mukaddes cümlenin faidelerini ve mahall-i istîmallerini dinle:

1. Kalbinde hayat bulunan bir insan kâinata, âleme bakarken idrâkinden âciz, bilhassa şu boşlukta yapılan ilâhî manevraları görmekle hayretler içinde kalır. İşte bu gibi hayret ve dehşet-engiz vaziyetleri ancak "Sübhanallah" cümlesinden nebean eden mâ-i zülâli içmekle o hayret ateşi söner.

2. Aynı o insan, gördüğü leziz nimetlerden duyduğu zevkleri izhar etmekle, "Hamd" ünvanı altında in'amı nimette ve mün'imi in'amda görmekle idâme-i nimet ve tezyîd-i lezzet talebinde bulunarak "Elhamdülillah" cümlesiyle nimetler definesini bulan adam gibi nefes alıyor.

3. Aynı o insan, mahlukat-ı acîbe ve harekât-ı garîbeden aklının tartamadığı ve zihninin içine alamadığı şeyleri gördüğü zaman, "Allahu Ekber" demekle rahat bulur. Yani, Hâlık’ı daha azîm ve daha büyüktür. Onların halk ve tedbirleri kendisine ağır değildir." (Mesnevi-i Nuriye, Habbe.)

TESBİH

Tesbih, Cenâb-ı Hakk’ı bütün noksan sıfatlardan tenzih etmektir. Allah’ı tesbih eden bir insan, her türlü noksanlıktan münezzeh olan Rabbinin huzurunda bulunduğunun şuuru içinde işlerini elinden geldiğince hatasız yapmaya gayret gösterir.

Dokuzuncu Söz’de tesbihin üç ayrı manası nazara verilir: Allah’ın "bütün nekaisden pak ve müberra," "ehl-i dalâletin efkâr-ı bâtılasından münezzeh ve muallâ""kâinatın bütün kusuratından mukaddes ve muarra" olduğunu ilân etmek.

Yani, tesbihin birinci ve en yaygın kullanılan manası; Rabbimizi "hayatsız, ilimsiz, iradesiz olma, görmeme, işitmeme, güç yetirememe" gibi bütün noksanlıklardan tenzih etmemiz.

İkinci manası; Rabbimizi kendi hakkında ileri sürülen bütün yanlış düşüncelerden, "üç ilâh safsatasından, meleklerin Allah’ın kızları olduğu hurafesine kadar" her türlü batıl inançlardan tenzih etmemiz...

Üçüncüsü de varlık âleminin sahip olduğu hiçbir noksanlığın Allah için söz konusu olamayacağını ilân etmemiz... Solan yapraklar, değişen iklimler, yorulan, uyuyan hastalanan, yaşlanan ve ölen canlılar; batan güneş ve böyle daha nice varlıklar bu noksanlıklarıyla bize şu mesajı verirler: Biz hepimiz mahlûkuz... Bizdeki hiçbir noksanlık Hâlık’ımız için söz konusu olamaz.

İnsan bu mesaja kulak vermek ve Rabbini kâinattaki kusurlardan münezzeh bilmekle mükelleftir...

Her mahlûkun sahip olamadıkları, sahip olduklarından kat kat fazladır ve bundandır ki mahlûkatta tesbih hâkimdir. Ve Rabbimiz, "Semâvât ve arzda ne varsa hepsi Allah’ı tesbih eder. O Azîm’dir, Hakîm’dir." (Hadid, 57/1) buyurmakla mahlûkatın en hâkim zikrinin tesbih olduğunu bize ders veriyor.

Tesbihde celâl hâkim, azamet hâkim, ulviyet hâkimdir...

Sema ve arz, kendilerini en uygun hizmetlerde çalıştıran bir celâl ve azametten haber veriyorlar. Ve o celâl ve o kudret sahibini durmadan tesbih ediyorlar. "Biz, kusurdan mukaddes Rabbimizin ilim ve iradesiyle böyle muntazam hareket ediyor, böyle hikmetli işler görüyoruz." diyorlar.

Ve haykırıyorlar: "Bütün bu noksanlar âlemine, böyle mükemmel işler yaptıran Allah elbette noksandan münezzehtir"

HAMD

Hamd, kısaca, bir ihsana karşı kalbin medih ve şükür duygularıyla dolması ve o ihsan sahibini tâzim etmesi demektir.

Kur’ânın hülasası olan Fatiha sûresi, "Âlemlerin Rabbine hamd" ile başlar. Demek ki âlemlerin terbiye edilmeleri hem en mükemmel bir İlâhî icraat, hem de insan için bir ihsan, bir ikramdır; ona Rabbinin bir lütfudur.

Güneş bir terbiyeden geçmiş de ziya veriyor, ısı veriyor, gezegenlerini etrafında döndürüyor. Onu böylece terbiye eden Allah’ı medih ve sena ederiz.

Oksijenle hidrojeni ayrı ayrı terbiye eden, sonra bunların ikisini yeni bir terbiyeden geçirerek su hâline getiren Rabbü’l-âlemin’e hamd ederiz. Zira, su yaratmak, nehir, göl, deniz yaratmak Allah’ın azim bir sanatı olduğu gibi insanoğluna da büyük bir ihsanıdır.

Gözümüzü görmeğe, elimizi tutmağa, ciğerimizi solunuma uygun olarak terbiye eden Rabbimize hamdederiz.

Kur’ân’ı Kerîm'in "Rabbü’l-âlemine" hamd ile başlayıp, "Rabbü’n-nâs"a sığınmakla son bulması ne kadar mânidardır!?

"Rabbü’l-âlemin"; bütün âlemlerin terbiye edicisi; "Rabbü’n-nas" da insanı bütün organlarıyla ve bütün duygularıyla terbiye eden demektir. Âlemlerin terbiyesi, insana baktığı, insanın faydalanmasına en uygun şekilde yapıldığı için, âlemleri terbiye eden ancak insanın Rabbidir.

Hamd sadece insana mahsus değil. Diğer mahlûkların da en azından hâl diliyle hamdleri vardır. Bir yıldız, Allah’a hamd eder; yok iken var olduğu için. Zira, yoğu var etmek hem İlâhî bir san’at, hem de o yıldıza bir ihsandır.

Bir çiçek de suyu, toprağı terbiye ederek çiçek hâline getirdiği için Allah’ı hâl diliyle medih ve sena ettiği gibi, kendisine çiçek olmayı lütfettiği için de yine Rabbine şükreder. İşte bu medih ve şükür onun hamdidir.

Diğer varlıkları da bunlara kıyas ettiğimizde, her varlığın Allah’ı tesbih ettiği gibi O’na hamd de ettiğini bir derece hissedebiliriz.

TEKBİR

Tekbir, Allahu Ekber, demek, Allah’ın en büyük olduğunu yani O’nun kemâlinin bütün tasavvurların çok ötesinde büyük olduğunu ilân etmek demektir.

Tekbir, insana aczini hatırlatan, zilletini ders veren ulvî bir zikir. Allah’ın her sıfatı sonsuz kemâlde; kudreti de ilmi de iradesi de...

İnsan kendisine ihsan edilen ve Allah’ın mahluku olan cüzi sıfatlarıyla, ilâhî sıfatları idrakten çok âcizdir. Bu aczini bilmesi onu tekbire götürür. Misâl olarak sadece ilim ve kudret sıfatlarını düşünelim:

Bir kitapta kâtibin ilim sıfatı tecelli eder. Kitab ilmi gösterir, ama ilim değildir. İlim, ne kitabın yapraklarına benzer ne sahifelerin mürekkebine ne de herhangi bir kelimeye, satıra veya cümleye... O, bunların çok ötesinde ve bunlara hiç benzemeyen bir sıfattır. Henüz kendi ilim sıfatını anlayamayan insan, ruh yaratmayı ve ruhda ilim sıfatı yaratmayı bilen, akıl yaratmayı, melek yaratmayı bilen, sema yaratmayı, arz yaratmayı bilen Allah’ın, ilim sıfatını nasıl kavrayabilir?! İşte bu sonsuz ilmin kemâlini idrakten âciz olduğunu anlayan insan, bu aczini tekbir ile dile getirir. "Ben O’nun ilmi hakkında ne düşünsem, ne tasavvur etsem, ne hayal etsem o ilim sıfatı, bütün bunlardan sonsuz derece büyüktür." der.

İnsan, Allah’ın kudret sıfatını idrakten âciz oluşuyla da "tekbir" getirir. Önce kendisine lütfedilen kudret ve kuvveti nazara alır. Sonra bütün canlılara dağıtılan kuvvetleri hayâlen bir araya toplar, tefekkürünü biraz daha genişletir. Sonra, atomdaki kuvvet cilvesinden, Güneş'teki cazibeye kadar bütün kuvvetleri birden düşünür... "Bu mahlûklara bu kuvvetleri bağışlayan Allah’ın sonsuz kudreti, bu tecellilerle lâyıkınca bilinemez.", der ve beşerin idrak edebileceği kuvvetlerden sonsuz derece büyük olan ilâhî kudret karşısında hayretini "tekbir" ile ifade eder.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
3 Yorum