Hüseyin YILMAZ

Hüseyin YILMAZ

Tağ Medresesi'ne Atılan İlk Adım!

On beş, yirmi hanelik Tağ Köyünün üstüne kurulduğu sırta yaklaştıklarında Sofi Mirza'nın bakışları yedi yıl öncesinden kalıntıları kalan Doksan Üç Harbi mevziine kaydı. Hayâlen korku, endişe ve üzüntünün ruhlarını çökerttiği, fakirliğin bünyelerini kemirdiği o günlere gitti. Neredeyse koca bir yıl hiçbir gece evinde yatamamıştı. Köyün iki mevzii arasında mekik dokumuş, nöbetçilerin ihtiyaçlarını gidermeye çalışmış, geceleri mevziin birinde gözüne uyku girmeden, dua ve ibadetle geçirerek sabahlamıştı.

Upuzun o karanlık gecelerde Allah'a yaklaşmış, ruhen yükselmişti. Savaşın herkese acziyeti, ömrün kısalığını, hayat ve dünyanın fâniliğini, ölümü ders verdiği o günlerden Sofi Mirza çokça istifade etmiş, âdeta mutlak insaniyet ve iyilik kesilmişti. Salim fıtratı da bu mânevî yükselişinde hazır bir merdiven vazifesi görmüştü.

Sonra gözlerinin önünde Tağlı Avcı Ahmed'in cepheden döndüğü akşam demleri, perişan hali, bitlerin kemirdiği cılız yüzü, cephede yaşananlara dair anlattıklarının resm-i geçidi aktı. İrkilerek, yüksek sesle tevbe istiğfar etti.

Said, Tağ Köyünü ilk defa görmenin merakı içinde etrafına dikkatle bakıyordu. Tek katlı taş evleri ile bu küçük köyün Nurs'tan farkı, dere yatağının aksine hâkim bir tepeye kurulmuş olmasıydı. Evlerin yakınlarında bahçe veya tarla namına bir şey görünmüyordu. Kupkuru kıraç bir tepe ve bir küme ev.

Medrese köyün güneybatı ucuna kurulmuş, Tağ'ın evleri ile ahenk içinde fakat daha cüsseli taş bir bina, daha doğrusu büyükçe bir evdi. Kapısı kapalıydı. Dışarıda da kimse görünmüyordu. Ya bir ders vakti idi ya da talebelerin dışarıya çıkmasının zamanı değildi.

İleriye doğru hafifçe yükselen ve üzerinde tarihî kale kalıntıları bulunan burun, o istikamette derenin görünmesine mâni olsa da Çırçax'ın kuzeydoğu ucundan gelen onlarca küçük derenin meydana getirdiği Tağ Deresi'nin tepeyi dolanarak aşağılarda Nurs Deresi'ne karıştığı, baktıkları yerden de görünüyordu. Bu mevsimde büyük bir coşkuyla akan köpüklü suyun ışıltılı görüntüsü çok davetkârdı. Dereye inip çıkmak çok kolay görünmese de Said daha o anda dereye inmeyi, hatta derenin karşı tarafında, Tağ'dan çok daha yüksek ve yeşil görünen köye gitmeyi bile aklına koymuştu. Galiba ilk işi kaleye gitmek olacaktı ama bütün bunlar için zamana ihtiyacı vardı. Medresede kendisini nasıl bir hayatın beklediğini de henüz bilmiyordu.

Medresenin de günü birlik ihtiyaçlarına koşan Halid Efendi kulübeyi andıran evinden çıkıp yanlarına geldiğinde adamın uzun boyu, normalden çok daha büyük görünen yüzü de Said'in dikkatinden kaçmadı. Boyunun daha da zayıf gösterdiği bedeni ile eğilmeye başlayan yaşlı bir kavak ağacı gibi görünmesine rağmen gençti. Uzun kolları her iki yanında emanet uzuvlar gibi sarkıp dizlerinin altına kadar iniyordu. Elleri yaba gibi büyük ve çelimsizdi. Gülerek selâm verdiğinde ağzının vardığı genişlik, az daha Said'i güldürecek gibi oldu ama çabuk toparlandı.

"Sofim hoş geldiniz!" dedi Sofi Mirza ile musafaha ederken.

Sonra medrese hayatından tanıdığı Abdullah'a baktı ve nihayet elası sarı metale yakın duran iri gözleri Said'in yüzünde durdu.

"Demek Abdullah'ın anlatmakla bitiremediği ateş parçası sensin?" dedi, söylenir gibi.

Said, Abdullah'ın kendisini başkalarına medhederek anlattığının farkında değildi, şaşırmış gibi abisine baktı. Abdullah, sırrının bu erken ifşası karşısında bozulmuş gibi önüne baktı. Said'in şımarmasından korkuyordu...

"Ateş parçasını bilmem de Halid Efendi, ellerinden öper yeni talebemiz Said Efendi bu!" dedi Sofi Mirza, araya girerek.

Gözü katırın üzerindeki heybeye takılan çam yarması köylü, bahsi çoktan unutmuştu bile. Ne yapacağını günlük tekrarlarla itiyad edinmiş her insan gibi, işe koyuldu. Katırın yularını tuttuğu gibi arkası sıra medresenin kapısına doğru çekmeye başladı. Yükünün indirilmesini bekleyen hayvan, arada bir gördüğü rehberini yadırgamayıp peşi sıra yürüdü.

Binek taşının yanında duran hayvanın sırtındaki heybeyi tek başına ve hafif bir yükmüş gibi kaldırıp indiren Halid Efendi'ye Said bir daha şaşkınlık içinde baktı. İki kişi için bile hafif olmayan heybeyi tek başına zorlanmadan indirmiş olması, bu çelimsiz ama iri yarı adamın çok da güçlü olduğunu gösteriyordu.

Qursınçlı —Karbastı— köyünden Molla Muhammed Emin Efendi, ellili yaşlarında bir zât olmasına rağmen, yakın köylerde "Büyük Molla" olarak anılıyordu. Abdurrahman-ı Tağî'yi temsilen yaptığı müderrisliğin yanı sıra civar köylerde başka medreselerin olmayışı da bu unvanın yerleşmesinde müessir olmuştu.

Orta boylu, vasat kiloda, sağlam yapılı, çehresi mütebessim, gözleri parlak, bakışları keskin bir zâttı Büyük Molla. Dudakları aralık vaziyette gülümsediğinde sağ üst azı dişlerinin hemen önündeki gümüş kaplama dişinin ışıltısı çehresine olduğundan daha zengin bir aydınlık gibi aksediyor, yeni yeni kırlar düşen siyah ve gür sakalına zifirî gece karanlığı düşürüyordu.

Aydınlık siması ve dudak uçlarında uçuşan tebessümüne rağmen, geniş alnın altında biraz küçük görünen gözlerindeki kararlılık insanı dikkatli ve ölçülü olmaya sevkediyor, rahatlayıp gevşemesine mâni olan daimî bir ciddiyet gibi duruyordu.

Sofi Mirza ve Abdullah'ın hafif tedirgin ve hürmetli duruşlarının aksine, Said fevkalade rahat görünüyordu. Oralı değilmiş görünmesine rağmen, dikkatli bir göz merakla etrafını kolaçan ettiğini, konuşulanlara kulak kabarttığını görebilirdi. En azından Sofi Mirza görüyordu. Said'in ilk gördüğü her şeyi zihnine kazıdığını, hafızasına yüklediğini çoktandır biliyordu.

Not: "Kutub Yıldızı/BEDİÜZZAMAN" romanından kısacık bir sahne!

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
6 Yorum