Leyla İPEKÇİ

Leyla İPEKÇİ

Sonsuzluğun da Rabbi

'Orası' hep devam ediyor, kesintisiz bir dua gibi. Vardı hep. Var. Ne vakit istesem sanal âleme bağlanıp 'oranın' şu anını canlı olarak izleyebiliyorum.

Nasıl bir devamlılıktır ki bu! Yeryüzünde hali hazırda böylesine tükenmeden devam eden ne vardır başka! Böylesine istikrarlı... Sanki ancak insan elinin yetişip bozamayacağı göklerde olur böylesi bir devam ediş.

Belki öyle. Ama zaten Kâbe, semadaki hakikatinin izdüşümü. Ona bakar bakmaz anlıyorsunuz, sadece bu dünyaya ait olmadığını... Keşke bu idrak, birbirimize bakarken de kuşatsa bizi. İnsanın ilahi niteliklerinin farkında olarak baksak, görsek birbirimizi.

Her neyse. Bir anın, bir ana benzemediğini, her şeyin her an yeniden var olduğunu, tekrar edişin bir yanılsama olduğunu insan hiç kesilmeden süren bir dönüşün içindeyken algılayabiliyor en çok. Kâbe'de tavaf ederken. Hayret!

Yine oradayım işte, Kâbe'de. 'Buyur' demeye gelmiştim. Nasip ne demek, daha iyi anlamaya başladım. Atomların çekirdeğin etrafında dönüşünün veya gökadaların gezegenlerin dönüşünün bir rutin olmadığını, o döngüye dâhil oldukça 'görebilmek' eşsiz bir nimet insan için. Sanki bunları algıladıkça kâinatın ruhu diriliyor. Sanki ancak insan varolduğunda ruh katılmış oluyor kâinata.

Kâbe'de, daha ilk anlarda bunu sezersiniz işte: İnsanın diğer yaratılmışlardan farkını. Üstelik de bunu kibirle değil, tevazuyla sezeceğiniz yegâne yerdesinizdir. Ümmi de, sufi de olsanız; veli ikramlarıyla kuşatıldığınız yerde. Çünkü siz, bir kez oraya varabilmişseniz, misafir olmuşsunuz demektir. İlahi ikramlar, bu davete icabet etmekle başlıyor.

Keşke bu daveti sadece Kâbe'de değil, her yerde işitebilsek. Çünkü misafirliğimiz her yerde devam ediyor, maksat her yeri Allah'ın evi olarak idrak edebilmek ve bu ikramları insan olmanın kıymetini bilerek alabilmek.

Kâbe eğer yuvarlak bir formda olsaydı, tavaf etmenin yörüngesini şaşırırdık diye geçirmiştim bir önceki gelişimde içimden. Gezegenlerden veya atomlardan farklı olarak insanın etrafında dönmesi beklenen 'çekirdeğinin' formu farklı: bir küp. Bizzat insan yapımı.

Her ne kadar talimatı Rabbinden alsa da, Âdem'den (as) sonra onu inşa eden İbrahim (as) ve Hz. Muhammed (sas), semada izdüşümü olan bu 'ilk ev'in yeryüzündeki formunun neden küpten başka bir şey olmayacağını biliyorlardı sanırım.

Kâbe'yi tavaf ederken veya Kâbe'ye doğru dört bir yanda durup namaz kılarken, hepimizin ortada bıraktığımız, bizimle formunu bulan bir boşluk var. Varoluşun anlamı: Kâbe; sadece ona ait olan o mekân. Sadece ona ait olan anlam.

Yirmi dört saat küt küt atıyor Kâbe. Vakitler girerken ise duran bir kalp oluyor. Günde beş kez. Ama durduğunda bile 'hareket' döngüsel olarak devam ediyor. Namaz kılanların durmuş olması bu gerçekliği değiştirmiyor. Namaz kâinatın hallerini simgeliyor bir bakıma. İki rekât namaz; yedi hareket. Yedi felek. Fatiha'nın yedi ayeti. Yedi ceddimiz. Yedi günü haftanın. Say'ın yedi şaftı... Hepsi sonsuzluğa gidiyor kendi rutini içinde. Misli olmayanı, doğmayanı, doğrulmayanı, eşsiz olanı kalbinde akletmeye başlama anı!

Say'ın yedi şaftı, tavafın yedi şaftından çok farklı bir sonsuzluk algısı oluşturuyor bende. Daha önceki gelişlerimde herkes gibi ben de Hacer olmanın (ama İsmail ve İbrahim olmanın da) sırlarına dalıp gitmiştim şaftlar boyu. Hacer annemiz, yavrusu için su ararken Merve ile Safa tepeleri arasında sadece yedi kez gidip geleceğini bilmiyordu. Onun için bu sonsuzluğa dek uzayan bir 'özsuyu'nu arayıştı.

Biz ise yedi kez gidip geldikten sonra bitireceğimizi biliyoruz Say'ımızı. Ama acaba sahiden bitiyor mu? Tıpkı Kâbe'de hissettiğim o sonsuzluğu tavaf hissi gibi, Say'da da gidiş gelişlerinizin sonsuzluğu simgelediğini fark ediyorsunuz. İnsanlığın başlangıcından kıyamete dek kim bilir bu kaçıncı Say! Sayısını yalnız Allah'ın (cc) bildiği gidiş gelişler içindeyiz hepimiz.

Belki su bulmak, rızkını bulmak dünyevi bir faaliyet. Ama bu kez farklı oldu: Daha önce her türlü ikilik arasında telaşla gidip geliyordum iki tepe arasında. Dünya ukba, mazlum zalim, ateş su, iyi kötü, korku umut... Bu kez ise o döngüsel olmayan, lineer çizgi bana 'sırat-ı mustakim'i çağrıştırdı.

İki tepenin ucunu görmeden gidip gelirken (belli bir mesafeye dek görünmüyor tepeler), bu düz çizgide sonsuza dek gidecekmişsiniz gibi hissediyorsunuz. Ve bu bir yerde doğru. Kıyamete dek, diyelim: Sonsuzluğun yakın zamana çerçevelenmiş hali olan kıyamete dek, yeniden diriliş gününe dek gidip gelecek insanlığımız bu çizgide. Dünyalığını ararken ahiretliğini yapacak.

O yüzden bir tepeden diğerine giderken bitişi ya da başlangıcı belli bir mesafeye dek görmememiz çok manidar. Sonlar ve başlangıçlar, sonsuzluğun da Rabbi olan O'na ait. Bizim yapmamız gereken o düz çizgide, o bıçak sırtında, yani 'sırat-ı müstakim'de dosdoğru istikamet üzere devam edebilmek. Ne kadar dünyevi. Ve ne kadar gayba bakan bir faaliyet.

Döngüsel ve lineer tüm 'sefer'lerimizin 'seyr ü süluk'umuzun en salih amellerinden olması temennisiyle.

Zaman

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.