Sömürgeleşen Kalpler

Sömürgeleşen Kalpler

Emre Sessiz'in yazısı....

Birinci Anahtar: “Kalemle yazı yazmayı öğreten de odur, insana bilmediğini öğreten de odur.”(Kur’an-ı Kerim,Alak,4-5)

İkinci Anahtar: Tabduk Emre’nin Yunus Emre’ye: “Lâ-edrî”(Bilmiyorum!) zikrini tesbih olarak vermesinin hikmeti acaba nedir?

Soru: Peki bu iki anahtarın sömürgeleşen kalplerle ilgisi nedir?

Cevap: İlgisi, kalbin mahiyetinde ve bu iki anahtarın verdiği dersi dinlememekte gizlidir. 

Daha çok ekonomik, ticarî, siyasi ve dinî amaçlarla güçlü bir devletin diğer devlet veya toplumlar üzerinde maddî, manevî bir kontrol ve nüfuz kurması veya üstünlük sağlaması hareketi olan sömürgecilik, Osmanlı Türçesi’nde “müstem¬lekecilik” kelimesiyle ifade edilirken, Batı dillerinde ise “koloniyalizm” terimi ile karşılanmıştır. Bir ülke vatandaş¬larının başka bir ülkede kurdukları yerleş¬im birimlerine de “koloni” denmiştir. Sözlüklerdeki anlamı bile bize işin ne derece vahim olduğunu gösteren yeterli bir aynadır. Bize düşense o aynadan ders çıkarmayı “bilmek”tir:

 “1. Müstemlekecilik: Sömürge haline ge¬tirme. Bir sınıf, sosyal zümre ya da bir ülkenin kaynaklarına el konarak, egemen güce bağımlı bir köle durumuna sokulması; siyasal denetim ve ekonomik sömürünün doğrudan ve bir arada gerçekleştirilmesi.

 2. Müstemlekecilik: Askerî güç kullanarak doğrudan veya siyasî, kültürel, ekonomik yahut psikolojik araçlar kullanarak dolaylı yollarla bir toplumun kendi gelişim sürecine müdahale etme, kendi kaderini belirleme hakkından yoksun bırakma; başkalarının çıkarlarına hizmet eder hale getirme.

Bir devletin başka bir devlet üzerinde egemenlik ve kontrol kurması veya vatan-daşlarının başka bir ülkede yerleşim birim¬leri teşkil etmeleri anlamında sömürgecilik hareketinin başlangıç tarihini belirleme imkânı yoktur, insan topluluklarının devlet şeklinde de örgütlendikleri eski çağdan bu yana çeşitli sömürgecilik uygulamalarına rastlanmaktadır.”

20’nci ve 21’inci asrın en büyük vebası: fikir, ruh, akıl ve kalp sömürgeciliğidir. Ticaretin her çeşidine bu çağda rastladığımız gibi, sömürgeciliğin farklı farklı versiyonlarını da yine bu devirde görmekteyiz. Evet, kalem tutan ellerdir; ama onu hareketlendiren ruh, kalptir; sineler içindeki gönüllerdir. Kalbi sömürülmüş, fikir dünyası harap, akli melekeleri felç olmuş, ruhen dumura uğramış bir nesil; hâkim değil mahkumdur, Leyla değil Mecnun’dur. Öyleyse “Kime, kimlere; neye ve nelere mahkum ve mecnun’dur?” diye sormak ecdat namına hakkımızdır. Daha vahim olanı ise bir zamanlar medenilere üstad olmuş bir milletin, şimdilerde elindeki bî-hemtâ elmasın kıymetini takdir edemeyişidir. Daha büyük bir garabet ise sefillerin kömürlerini elmas sanıp almaktır. Bundan da büyük azim bir hastalık ise bu kömürleri elmas diye satmaktır. Biz, kömürü alıp elması vermeyeceğiz; yani sömürülmeyeceğiz. Bununla beraber Bediüzzaman Said Nursi’nin 31 Mart Hâdisesi dolayısıyla Divan-ı Harb-i Örfî’de yargılanırken söylediği şu sözlerinin hakikatını şimdi daha iyi anlıyoruz:“Hem de gördüm ki; medeniyet-i hakikiyeyi teşkil eyleyen İslâmiyet, maddî cihetinde medeniyet-i hazıradan geri kalmış. Güya İslâmiyet sû'-i ahlâkımızdan darılmış mazi tarafına dönüp gidiyor, zaman-ı saadete bizi şikayet edecektir.” (Divan-ı Harb-i Örfi,80 )

 “Hem de gördüm ki; gerçek medeniyeti oluşturan İslâmiyet, maddi güç ve gelişme bakımından şimdiki medeniyetten geri kalmış. Güya İslamiyet kötü ahlakımızdan darılmış mazi tarafına dönüp gidiyor, asr-ı saadete veya ilerdeki mutluluk anına bizi şikayet edecektir.”

 “Bunun en büyük sebebi; istibdaddan sonra, mürşid-i umumî üç büyük şubenin (ehl-i medrese ve ehl-i mekteb ve ehl-i tekyenin) tebayün-ü efkâr(fikirlerinin birbiriyle zıtlaşması) ve tehalüf-ü meşaribidir(meşreplerinin birbirine muhalif olmasıdır).

Bu tebayün-ü efkâr ahlâk-ı İslâmiyenin esasını sarsmış, ittihad-ı milleti çatallaştırmış, terakkiyat-ı medeniyeden(medeni ilerlemelerden) geri bırakmıştır. Zira biri ifrat ile diğerini tekfir ve tadlil ediyor. Öteki tefrit ile onu techil(bir şey bilmez) ve gayr-ı mutemed(güvensiz) addediyor(sayıyor). Bunun çaresi, tevhid ile ve efkârlarının mabeyninde teyid ile münasebet ile musalahadır(barışmaktır). Tâ itidal noktasında musafaha(el ele vermek) ile birleşmeli ki, aheng-i terakkiyi ihlâl etmesinler.”(Divan-ı Harb-i Örfi,80 )

Bu cümlelerde büyük hazineler mevcut. Sömürgeleşmiş zihniyle, kalbiyle, aklıyla ne kadarını bu asrın enaniyetli ve münekkit gözü görebilir, bilemiyoruz. Biz yine de:

“Vazife cümleden âlâ,

Nefis cümleden ednâ!”S.N.

deyip kalemimizi kelamın akışına göre değil, kelamımızı kalem sahibinin aşkıyla çevirdik; kalemle yazı yazmayı öğretenin, insana bilmediğini bildirenin aşkıyla başlayarak kelamımızı kalelerle çevreledik. Ta ki kalp ülkesinin sultanı köle olmasın.

Bir millet, fert olsun toplum olsun, kendisini maddeten ve manen sömürülmeye hazır bir konuma getirdikten sonra nasıl sömürgeleştiğinin farkında bile olamadan sömürgeler dairesine dahil olur; cehaletini bilemeyecek kadar cahil olur. Ve böylelikle Tapduk Emre’nin Yunus Emre’ye: “Lâ-edrî”(Bilmiyorum!) zikrini tesbih olarak vermesinin sırrı da zâhir olur.

Sömürüldüğümüzü bilmek için: “Lâ-edrî”(Bilmiyorum!)zikri ne demek onu bilmek lazım. “Lâ-edrî”(Bilmiyorum!)’u bilmek için de “Lâ-edrî”(Bilmiyorum!)diyenler gibi yaşamak lazım:

“Lâ-edrî, Lâ-edrî,

Lâ-edrî, Lâ-edrî,

Lâ-edrî, Lâ-edrî…” Mürekkebimin zerratı dahi bu tesbihe az gelir. “Lâ-edrî”yi bilmeyenler, edrî’yi zikreder. Zira daha Lâ’yı bilmeden edrî’yi bilir (bildiğini zanneder), “idrâk” neymiş bildiğinde ise idrak edemeyeceğini idrak eder.

Sömürgeleşmemek için:

Niyâzi-i Mısrî’nin şu şiirinin sırını görmek:

“Bürhan aradım aslıma.

Aslım bana bürhan imiş.”,

Yunus Emre’nin halihazırdaki ilahilerinin manasına nüfuz etmek:

“İLİM KENDİN BİLMEKTİR

İlim ilim bilmektir, İlim kendin bilmektir.

Sen kendini bilmezsin, Ya nice okumaktır?

Okumaktan murat ne? Kişi Hak'kı bilmektir.

Çün okudun bilmezsin, Ha bir kuru ekmektir.

Okudum bildim deme. Çok taat kıldım deme.

Eğer Hak bilmez isen, Abes yere gelmektir.

Dört kitabın mânâsı,Bellidir bir elifte.

Sen elifi bilmezsin, Bu nice okumaktır?

Yiğirmi dokuz hece, Okursun uçtan uca,

Sen elif dersin hoca, Mânâsı ne demektir?

Yunus Emre der: Hoca! Gerekse bin var hacca,

Hepisinden iyice, Bir gönüle girmektir.”

Ve Bediüzzaman Said Nursi’nin de asrımızın sağır kulaklarına: “Sömürgeleşmeyin..!” diye haykırdığı şu iki sözün manasını anlamak bizim gibi gariplere maharet değil vazifedir, edebiyattaki edep nedir bilmektir:

“Ey kendini insan bilen insan! Kendini oku... Yoksa hayvan ve camid(cansız madde) hükmünde insan olmak ihtimali var!”(Sözler,687 )

“Risalet-ün Nur müellifi bin üçyüz onaltı (1316)(25-30 yaşları arası, 1895-1901 yıllarından  birisi) sıralarında mühim bir inkılab-ı fikrî geçirdi. Şöyle ki:

O tarihe kadar ulûm-u mütenevviayı(çeşitli ilimleri), yalnız ilimle tenevvür(aydınlanmak) için merak ederdi, okurdu, okuturdu. Fakat birden o tarihte merhum vali Tahir Paşa vasıtasıyla Avrupa'nın Kur'ana karşı müdhiş bir sû'-i kasdları var olduğunu bildi. Hattâ bir gazetede İngiliz'in bir müstemlekât nâzırı demiş:

"Bu Kur'an, İslâm elinde varken biz onlara hakikî hâkim olamayız. Bunun sukutuna çalışmalıyız." dediğini işitti, gayrete geldi. Birden makam-ı cifrîsi bin üçyüzonaltı (1316) olan فَاَعْرِضْ عَنْهُمْ fermanını manen dinleyerek bir inkılab-ı fikrî ile merakını değiştirdi. Bütün bildiği ulûm-u mütenevviayı Kur'anın fehmine ve hakikatlarının isbatına basamaklar yaparak hedefini ve gaye-i ilmiyesini ve netice-i hayatını, yalnız Kur'an bildi. Ve Kur'anın i'caz-ı manevîsi, ona rehber ve mürşid ve üstad oldu. Fakat maatteessüf o gençlik zamanında çok aldatıcı ârızalar yüzünden bilfiil o vazifenin başına geçmedi. Bir zaman sonra harb-i umumînin tarraka ve gürültüsü ile uyandı. O sabit fikir canlandı, bilkuvveden bilfiile çıkmağa başladı.”(Şualar,707 - 708 )