'Şiir, sırat-ı müstakim üzredir bende'

'Şiir, sırat-ı müstakim üzredir bende'

Anlaşılıyor ki 'melek' henüz geçmemiş; parantez açarak şunu da belirtmeliyim ki Rilke'nin 'melek'i ile V.B. Bayrıl'ın 'melek'i aynı gibi geliyor bana; ilk kitabınız 'Melek Geçti'nin yıllar sonra yeniden yayımlanıyor olmasının kitabın hem şairi hem okuru o

Her şair, kendi şiirinin/kitabının ilk okurudur. Her zaman iyi sonuçlar da çıkmaz bu ilk okur olma halinden. Benim bir şansım oldu. Doğrudan ve dolaylı olarak, birçok şiir kitabının çıkarılışına tanıklık, yardım ve yataklık etmiştim zamanında. İş başa düştüğünde, yani kendi kitabımın hazırlanmasına geldiğinde, bu tecrübe işime yaradı. Melek Geçti'nin ilk basımının üzerinden yirmi yıl geçti. Bu üçüncü baskı oluyor. Paz demişti yanılmıyorsam, şiir kitapları long-seller'dır diye. İlk kitaplar hep zordur. Bazen Edip Cansever, İlhan Berk gibi reddetmek zorunda kalırsınız sonradan, bazen de Yahya Kemal, Dranas veya Ahmet Arif gibi bir-iki kitapta yapacağınız her şeyi yaparsınız. Genel bir kural yok açıkçası. Karşılık meselesine gelince; kişisel tarihimde elbette önemli bir rolü var. Daha ilk şiir kitabınla Behçet Necatigil ödülünü alırsan, üzerinde ağır bir baskı oluyor. Bu sorumluluğu taşımak öyle kolay değil. Aşmak da... Melek Geçti'nin ilk ve ikinci baskısı 80'ler, 90'lar şiir ortamında genel bir karşılık bulmuştu. Bu baskı ile yeni bir kuşağın erişimine de açılacak kitap... Bakalım, yaşayıp göreceğiz. 

Ali Günvar, 'Melek Geçti' üzerine yazdığı yazıda sizin metni nasıl inşa ettiğiniz hususunda şu harika tespitte bulunmuştu: 'Amacına ulaşabilmek için geleneksel şiirde kullanılan çok etkin bir yöntemi, mısra-ı bercesteyi yakalama yöntemini kullanır. Ancak bunu daha serbest bir biçimde ana ve vurucu imgeyi yakalayarak yapar. Bundan sonra ana imgenin etrafına bir ipekböceği sabrıyla şiir kozasını örer.' Bu tavır, her kitabınız için geçerli gibi geliyor bana. Şiirin nasıl 'yapıldığına' dair bir ders de söz konusu yani 'Melek Geçti'de...

Mısra-ı berceste gibi sehl-i mümteni de vardır şiir araçlarım, tutumum arasında. Ben yüksek öğrenimimi bir sanat okulunda yaptım. Güzel Sanatlar Akademisi'nde... Sanatın pratiği ile teorik bilgisi arasında ciddi bağlar olduğunu öğrendim orada. Elbette sonuçta; praxis'tir belirleyici olan. Yazdığın, yazabildiğin şiirdir. Gerisi sadece yol'u yürürken yardımcı olan şeylerdir. Ama bu eğitimin benim yaşantıma nasıl temelden etki ettiğini sonradan daha da net bir biçimde kavradım. Nasıl 'heykel', 'resim', 'mimarlık' yapıyorsa insan, şiir de yapar. Ben bir yapıt/eser olarak bir şiir kitabı nasıl yapılır, inşa edilir üzerine düşünmüştüm daha çok Melek Geçti'de. Ve onu yapmaya gayret ettim. Bu tavır, bilinç, insanlara ilham verir veya üzerinde düşünmeye değer bir şey olarak gelir ya da gelmez... O tarafı benim hiç ilgilenmediğim bir şeydir. Ben şairim, öğretmen değil.

Kâğıt, mürekkep, şair... Bu nasıl bir 'muamma'?

Sanırım firavunlardan biriydi, yazı'nın icadı hakkında şöyle bir şey söylemişti: Ne yazık, artık belleğinizi, bilgilerinizi bazı işaretlere hapsedecek, onun eline, şansına bırakacaksınız. Medium'un yani ortamın/aracın şiir'e getirdiği pratik faydalar kadar, kimi kayıplar da var. Eski şairleri, hafızları, destan anlatıcılarını hatırlayalım. Binlerce dizeyi belleklerinde tutup aktarabiliyorlardı. Bugün birkaç saat arka arkaya belleğinden şiir okuyabilen insan sayısı ne kadardır acaba? Benim ilk gençliğimde bu insanlardan vardı etrafımda. Şimdi nadirattan. Google sağ olsun. Yarım yamalak ulaşabiliyoruz ordan kimi sözlere. Fakat birkaç yıl elektrik olmasa insanların hayatında, bütün o erişim berhava oluverecek... Neyse ki, henüz kitaplar var.

'Hâtıralar, çocuk ve anne; 'kesif gül saatlerinde'... Hep bunlardan mülhem bir 'hüzün' ve 'hüsn'...

Ben daha çok anneannemin evinde büyüdüm. Hafız Fatma Hanım'ın, mahallelinin deyişiyle 'Hafız Teyze'nin evinde. Her hafta hatim indirilirdi evde. O, 'emr-i bil maruf nehy-i anil münker' buyruğu uyarınca hayatını tanzim etmiş biriydi. O iklimde yaşayan, büyüyen bir çocuk olunca ister istemez, hüsn de, hüzün de kişiliğinizin, karakterinizin bir parçası olur, oluyor.

Dil'in ve Manâ'nın 'balkon'undan bakıyor ve yazıyorsunuz; -Hâşim'in 'altın kulelerinden'... Oradan bakıp 'uçurum oteli'nde konaklayan bir 'şairin yok oluştan eğirdiği' nedir ki?

Neruda'nın bir kitabının adı 'Residencia en la tierra' yani 'yeryüzünde konaklama'dır. Bu konuk olma halimizi unutuyoruz genellikle. Modernlik bu 'unutma' üzerine kurulmuştur zaten. Oysa, konup geçeceğiz, o kadar! Bu misafirlikte; dünya, var oluş benim için bir "hayret makamı" olmuştur genellikle. O şaşkınlığı ve bunun anlamı üzerine düşünmeyi, tefekkür etmeyi sevdim hep. Hiçlik ya da yokluk, benim için 'boşluk' anlamına gelmez. Şairin 'yok oluştan eğirdiği' görünmez iplik, sırat-ı müstakim üzredir bende.

'Melek Geçti', 'Şer Cisimler', 'Arzuda Tenha'... 'Var oluşun Dalgın Zambağı'ndan bundan sonra ne beklemeliyiz?

Yeni bir kitap olgunlaşıyor. Yeni şiirler yazılıyor. Fakat benim gözümde 'kitap' karışık bir meseledir. Her kitabımın kendi içinde bir 'telos'u vardır. Bir mekân gibi kurarım genelde kitaplarımı ben. Şiirler o mekânda var olurlar, olabilirlerse... Şimdilik parçalar var, yol üstündeyim fakat bilirim ki, her zaman ve hep, menzil muamma!

Zaman