Sevmek ama nasıl sevmek?

Kur’an’dan Risale-i Nur perspektifinde günümüze mesajlar(24)

İnsanın fıtratı tevhidi öngörür. Tevhit, Allah’tan başka ilahların reddi anlamına gelir ki, insan huzurunun temel adımıdır ve özgürlüğünün nişanıdır. “La” ilah olarak Allah dışındaki her şeyin reddidir. İnsanın birey olmasının da tek şartıdır. Tek Allah’a inanmayan, hangi pozisyonda olursa olsun, kölelikten kurtaramaz. O yalnız ve yalnız tüm yetkin niteliklerin kendisinde toplandığı Allah’ın kuludur. Tek’e kul olmayan başkalarının kulluğundan kendini kurtaramaz.

Kur’an,  انَّ الشِّرْكَ لَظُلْمٌ عَظِيمٌ yani “Şirk büyük bir zulümdür.”[1]ayetiyle şirkin büyük bir zulüm olduğunu belirtmektedir. Şirke bulaşan yalnızca tevhide aykırı hareket etmekle kendine zarar vermiş olmaz, zulmü bütün varlık âlemini içine alacak şekilde kapsamlı hale getirir; yani onların fıtri ibadetlerini inkâr etmiş olur. Deyim yerindeyse onların tevhidî seslerini susturur. Buysa bütün değerleri altüst eden bir karmaşa ortamıdır. İşte bu karmaşada insan kendini tamamen kaybeder. Asıl muhatabını unutur; hiç de layık olmadıkları halde nesne ve objelerin muhatabı olmakla onların oyuncağı durumuna düşer. Büyük bir belirsizliğin içinde ne yapacağını şaşırır. Asıl zulme de kendi uğrar. Çünkü bütün değerlerini kaybetmiştir.

Şirk, yaratıcı olan Allah’ın fiillerinde ortak koşmaktır. Kendine ait sıfatlardan birini başkasına tanımaktır. Mesela, yaratıcılık sıfatını yaratılmışlardan birine tanıyıp saygı duymak gibi… Öylesine ki kendinden daha aşağıda olan bir nesneyi başına taç eder. Şirk ilkelliğin en koyusudur. İlkel insanların puta tapıcılığa varan cehaletlerinden tarih ilginç bir şekilde söz eder. Bu çarpık inanca göre bir totem tapınma aracı olabiliyor. Şirk olduğu gibi mantıksızlıktır.

Şirkin açıktan açığa yapılanına açık, öyle değil de örtülü yani bilinçsizce yapılanına gizli şirk denilir. Râgıp El- İsfehanî de şirki büyük ve küçük diye ayırır. O’na göre büyük şirk, Allah’ın ortağı olduğunu iddia etmektir ki, küfrün en büyüğüdür. Küçük şirkse Allah’ın dışında başkalarının rızasını da hesaba katmaktır ki, riyakâr bir tutumu sergilemektir.

Görülüyor ki insan davranışlarında şirkle tevhit arasında çok ince bir çizgi var. Tek’in dışında kim ve ne hesaba katılırsa ve kim ve neye bel bağlanılırsa şirke yaklaşılmış olur. Hele Allah’ın dışındaki şeylere gönül kayması olursa bu tehlikeye bulaşılmış demektir. Bu konuda Peygamberimizin uyarısı da insanın tutumuna ne denli dikkat etmesi gerektiğini gözler önüne serer: “Ümmetim adına en çok korktuğum şey Allah’a şirk koşmaktır. Ancak benim söylediğim, onların Güneşe, Aya, puta tapmaları değildir. Benim korktuğum bu şirk, Allah dışındaki şeylerin hoşnutluğunu gözeterek ameller yapmak ve bir de gizli şehvettir.”[2]

Başkalarının hoşnutluğuna göre, nasıl karşılayacağını hesaba katarak davranmak gösteriştir, riyakârlıktır. Böylesi bir eylemde kendisi, kendini ilgilendiren bir amaç ve her şeyin asıl müsebbibi olan yaratıcı yoktur. Daha doğrusu Allah’ta olması gereken sıfatların bir ya da birkaçı başkasında olduğu sanılmıştır. Yaratıcılık ilkesine halel getirilmiştir. Asla dehaletleri olmadığı halde yaratılanlara yaratıcılık vasfından bir pay çıkarılmıştır. Başkası ne der ve nasıl karşılar düşüncesi, Allah’ı göz ardı etmeye adım atma olduğu gibi kişiliğimizin de silikleşmesi demektir. Oysa asıl müsebbip olan Allah razı olduktan sonra başkalarının razı olmamalarının hiçbir önemi yoktur. Allah rıza göstermedikten sonra ne yapılırsa yapılsın yapılanların hepsi değersizdir ve bir hiç anlamındadır.

“Şirk-i hafi” yani “gizli şirk” denilen riyakârlık[3] , insanımızda ihlas ve samimiyet bırakmamıştır. Eylemlerimizin omurgasında başkalar varsa, oradan beklenilen faydaya erişmek mümkün değildir; çünkü Allah devreden çıkarılıyor, başkalar ya da başka şeyler araya giriyor. Eğer bu bilinç düzeyinde açıktan açığa yapılıyorsa zaten açık ve kesin şirk olur; örtülü yani başkalarına gösteriş olsun diye yapılıyorsa gizli şirk olur. İnananlar olarak, bir gaflet eseri de olsa, en çok korkacağımız gösteriş için yapacağımız eylemlerdir.

Riya, belki de genel bir belâdır; bu tür kişilik bozulmasından çok az kimsenin uzak kalabildiği bir gerçektir. Hele insandaki başkalarının ilgisini üzerine çekmek, makam sevgisi ve çıkara yönelik arzular olursa riyaya girmek daha da sıradan bir hal alır ki bu tür hastalığa bulaşmayanın sınavı kazanmasının delilidir.

Bediüzzaman, insanın yapısını da hesaba katarak, “nefis, heva, his ve vehim bazen aldatıyorlar”[4]  diye vurgu yaptıktan sonra, dava adamlarının “ihtiyatlı davranınız!” diye şiddetli uyarıldıklarını dile getirerek, riyakârlığın bir kişilik yozlaşması olduğuna dikkat çeker. Nitekim Hutbe-i Şamiye adlı eserinde riya için “Riyakârlık, fiili bir nevi yalancılıktır” der ve yalancılığın İslam’ın en önemli şiarı olan doğrulukla taban tabana zıt olduğunu haykırır.  Gösterişi bir davranış olarak benimseyen, olmayan bir şeyle kendisini teşhir etme tutkusundadır. Böylesi bir tutku en azından bir hastalıktır; derine inildiğinde Allah’a olan saygının yerine başka şeylerin oturduğunu görmek hiç de zor değildir.

Riya, münafık denilen kişiliğin de en belirgin özelliğidir. Ne yaparsa bir çıkar, başkalarının ilgisini çekmek, başkalarına etki etmek ve birilerinden korktuğu, çekindiği için yapar. Buysa olduğu gibi görünememenin basitliğidir; yalancılıkla sahtekârlığın birbirine girdiği hiç istenilmeyen fıtrat dışı bir haldir. İnsanın bu bozulmuş halini tasvip eden hiş kimse çıkmaz. Fıtrat bozulması hiçbir şeye benzemez. Bu hal, insanın başka bir hale dönüşmesidir. Bu gibi insanlar, kendilerine insanca davranılmasını bekleyemezler. İnsanlar, iman bakımından mümin, kâfir ve münafık diye üç kısma ayrılırlar. Mümin insanî değerlere saygı duyansa kâfir, düz bir mantıkla bu değerleri hiçe sayan ve kabul etmediğini de açıkça söylemekle yerini belli edendir. Ama münafıksa inanmadığını gizleyip her halde müminlere dolaplar çevirmekle günlerini geçiren insandır ki bu tür insanlar, toplumun en onmazları ve tehlikelileridir. Yalan ve riya bu gibilerin karakteridir. İşte bu son derece çirkin sayılan yalan ve riyayla münafık kâfirden çok daha zararlı görülmüştür. 

Güzeli ve iyiyi de sahibi adına sevmektir doğru olan. Yaratıcıyı hesaba katmadan sarf edilen muhabbetlerin hiçbirinin sahibine yararı yoktur. Çünkü hiç de layık olmayan bir şeye bir pay verilmiştir. Yani “Ne kadar güzeldir” değil de “Ne kadar güzel yapılmış” demek gerekir.[5]  Bu Risale-i Nur literatüründe “manay-ı ismi” ve “manay-ı harfi” diye ele alınır. Birincisi “manay-ı ismi”yse ikincisi “manay-ı harfi”dir.  Yaratılmış olarak biz, severken ve sayarken “manay-ı harfi” ye göre sevmek ve saymakla sorumluyuz. Bu da ne olursa olsun hiçbir halde şirke bulaşmamanın bilincidir. Söz, kalbe giden yoldur; konuşmalarımıza dikkat etmekse bu konuda kılı kırk yarmanın ifadesidir.

Hal böyle olunca, ya tutumlarımıza nasıl dikkat etmemiz gerektiği kendiliğinden ortaya çıkmış olmaz mı? 

 



[1] Kur’an,Lokman,13

[2]İbn-i Mace,Zühd:1

[3] Nursi, Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, Yirmi Birinci Lema, İhlas Kıran İkinci Mani, erisale.com

[4]A.e.

[5] Nursi, Bediüzzaman Said, Sözler, Otuz ikinci Söz, erisale.com

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
1 Yorum