Yaşam tarzımıza şüpheyle bakmak

Ediz SÖZÜER

Risale-i Nur’un 23.Söz’ünde İkinci Mebhas’ının Üçüncü Nükte’sinde, insanın kendi iktidarı ile iş yapma ve maddi anlamdaki çalışma kapasitesi ve eşyaya sahip olup idare etme kabiliyetinin sınırlarının çok dar olduğu ifade edilir. Acaba gerçekten öyle midir?

Peki dünyanın her tarafını istila etmiş ve bütün canlıları emri altında kullanan, her tarafa yüksek binalar inşa eden, denizlerde kocaman gemiler ve denizaltılar yüzdüren, uzaya uydular ve aya mekikler gönderen bu kadar ihtişamlı insan medeniyetinin, nasıl oluyor da iktidar dairesi dediğiniz kadar dar olabilir veya bu iddianızda kastettiğiniz nedir denilirse, cevap olarak deriz ki:

Evet, insan medeniyeti ihtişamlıdır. Fakat dünyanın “ince ayar”ında meydana gelecek ufacık bir bozulmaya karşı çok acizdir, çok savunmasızdır. Bir göktaşının çarpması, kıyameti koparmaya yeter. Güneş ışınları bir parça yakına gelse veya uzağa gitse, hayatı sona erdirir. Birbirlerini işleten ve karşılıklı olarak birbirlerini tamamlayan dişliler gibi çalışan bitki ve hayvan türlerinin her birinin, ekosistemin korunmasındaki vazgeçilmez önemi, yıllardır bilinmektedir. Bunlar gibi binlerce örnek verilebilir.

Tabloya böyle bakılınca, sanki hazır kurulmuş bir sofraya zahmetsizce oturmuş bir insanoğlu profili, daha ziyade akla makul görünüyor ne dersiniz? Âdeta insan, küçük iktidarı ve ilmiyle, bu hazır sofrada, sadece bir takım düzenlemeler ve süslemeler yapmış gibi göze görünmeye başlıyor. Zaten işin gerçeği, bazı medeniyet harikalarını, mükemmel işleyen sistemin kurallarına riayet ederek ve eline hazır verilen yap-boz parçalarını birleştirerek ortaya koymuş olduğudur. Bunlar elbette insanlığın önemli icraatlarıdır ve insan türünün yaratılış hikmetini ortaya koymak noktasında iftihar vesilemizdir, ancak tüm bunların önümüze hazır olarak sunulan bir ortamdan yararlanılarak meydana getirildiğini fark etmek gerektir.

Aynen bir lego paketi gibidir dünya ve içindeki unsurlar. Lego oyuncaklarını bilirsiniz. Bir sürü girintili-çıkıntılı, irili-ufaklı renkli parçalardan oluşan legolar, çocukların bu parçaları hayal güçlerini kullanarak bir araya getirmesi ve gelişimlerine yardımcı olacak şekiller yapmaları maksadıyla özel olarak üretilmiştir. İşte aynen lego parçaları gibi, dünyanın dört bir yanına dağıtılan veya gelecek zamanlarda kullanılmak üzere belli yerlerde depolanan çeşitli unsurların (örneğin dağların içindeki madenlerin veya yerin altındaki petrolün), ilim sahibi bir kudret tarafından kasten, bir ikram ve bir yardım eseri olarak üretildiğini görmek gerekmez mi?

İtiraf etmemiz gerekmez mi, “gerçekten kendimiz yaptık ve yardım da almadık, işte buna tamamen kendi malımız olarak sahip çıkabiliriz” diyebileceğimiz ne meydana getirmişizdir gerek bireysel, gerek insanlık türü olarak? Acaba su ve yağmur olmasa idi veya toprak, sertlikle yumuşaklık arasında bir kıvamda hizmetimize sunulmasaydı ya da dağlar, depremlerden korumak için dört bir yanımıza çakılmasaydı medeniyet olur muydu? Biz olur muyduk acaba?

Hâlbuki insan denen varlık, kendisine verilen nimetler yönüyle değerlendirildiğinde, her şey emrine yaratılmış ve kâinat sarayının şeref misafiri, yeryüzü misafirhanesinin sultanı ve gözbebeğidir. Şimdi bu insan, tüm düşünce ve fikrini, yalnız dünya hayatıyla sınırlasa ve onu tek ideali olarak görse, burada misafir olduğunu unutsa, kendini ağırlayan misafirhane sahibinin isteklerini umursamasa, zaten gerçekte güç yetiremediği bu dünyada, kendini tatmin edecek bir derecede ihtiyaçlarına ulaşamayan insan, o kadar zengin kabiliyetleriyle beraber çok sınırlı ve kısa süreli olarak isteklerine ulaşsa da, ötesine gidemez ve belli bir noktada tıkanır kalır.

Ne kadar şaşırtıcı bir ters orantıdır ki, insan hayvana oranla çok daha donanımlı olduğu halde ve çok çeşit çeşit lezzetleri fark edip zevk edebildiği halde, dünyadan lezzet almak ve bedensel tatların keyfini sürmekte, hayvandan çok daha beceriksiz ve yetersiz kalır. İnsanda olan akıl nedeniyle, geçmiş zamanda yaşanılmış acılar ve öğrenilmiş acizlikler ve endişe dolu korkular, gelecek zamana dahi taşıyor ve endişelerle keyfimizi, zevkimizi bozuyor, saf bir lezzet almamıza ve tam bir rahatla keyfetmemize ciddi bir mani teşkil ediyor. İşte bu durum, ilahi bir ikaz ve Allah tarafından idrak sahipleri için konulmuş bir emniyet sübabıdır.

Dünyanın bizi tatmin edememesi, bir yerlerde bir terslik olduğunu anlamamızı sağlamalı, acılarımız ve korkularımız bizi kendimize getirmeli, hayvandan yüz kat yüksek donanımla, hayvanın yüzde biri kadar mutlu olamıyorsak şayet, yaşam tarzımıza şüpheyle bakmalıyız. Mutluluğun bu şekilde elde edilemeyeceğini ve bu dünyanın rahatla yaşayıp keyfetme yeri olmadığını ve esas mutluluk diyarına gidiş biletini kazanmak için çalışma yeri olduğunu artık idrak etmeliyiz.

İnsanın manevi cihazları olan duyu organları ve duyguları, hayvandan ne kadar da gelişmiştir. Hayvan, güzellik diye bir kavramı bilmez bile. İnsan gözü ise, güzelliğin bütün mertebelerini fark eder. Bir tablonun, bir göl manzarasının, yıldızlarla dolu bir göğün güzelliklerine ayrı ayrı hayran olur. Önüne bin çeşit ünlü ressamın tablosunu koysanız, kendine göre her birinin arasında bir güzellik sıralaması yapabilir. İnsanın güzeli seçme zevki o kadar gelişmiştir ki, mağazalarda sergilenen binlerce çeşit elbisenin içinden, çoğu zaman kendine uygun bir tane bile bulamadan evine geri döner. Ya o çeşit çeşit binlerce leziz yemeklerin, her biri ayrı olan tatlarını ayırt etmemize ve her birimizin değişik şekillenmiş damak tatlarına sahip olmamıza ne demeli? Aynı yemeği birisi beğeniyor, öbürü yemiyor bile ya da bir yerde yediği yemeği çok seviyor da, aynı yemeği bir başka yerde “iyi yapamamışlar” diye elini sürmüyor. Bu insan, nasıl da şaşkınlık verici karmaşık bir yapıya sahip.

Ya akıl? Eline geçirdiği apayrı meseleleri ve gerçekleri, inceden inceye bir dedektif gibi tartmasını ve onlarla alâkalı hükümler vermesini nasıl tasvir etmeli? Akıl, aklın yapısına hayran! Ve işte insanın kalbi! Kâinatta mükemmellik adına ne varsa sahip olmak isteyen, kâinata sığamayan kapasitede bir sevgi ve duygu potansiyelini içinde barındıran o kalbin sahibi insan, hayvanla bir tutulabilir mi?

Neden insan bu kadar zengin donanıma sahiptir? Çünkü insanın, karşısına çıkan olayları değerlendirebilme, üzerinde düşünerek sonuçlar çıkartabilme ve kendisi için iyi ve kötüyü seçebilme kabiliyeti ve ihtiyaçlarının çokluğu, kendisinde çeşit çeşit duygu ve hislerin doğmasına sebep olmuştur. Böyle kapsamlı bir yapıda, bir sürü isteklere, arzulara elini atmıştır ve ihtiyaçlarını ve isteklerini karşılaması için yapması gerekli bir sürü iş de olunca, kabiliyetleri alabildiğine gelişmiştir. Ancak bunların temelinde -ilahi bir hikmet olarak- bütün mükemmelliklere ve ibadetin her çeşidine ulaşabilecek bir yapıya ulaşması gayesi vardır.

Çünkü bu kadar detaylı ve çeşitli kabiliyet ve zengin donanımın, sadece şu kadar kısa süren ve fani olduğundan önemsiz sayılabilecek dünya hayatı için sarf edilmesi veya sırf bunun için verilmiş olması, gerçekten olacak şey değildir. Mükemmel ve tablet özellikli, büyük ekran bir cep telefonunun, sadece konuşmak için üretilmiş olduğunu düşünemediğimiz gibi; insanın da sadece bu dünya için yaratılmış olmadığını, sahip olduğu yüksek kapasiteli donanımı açıkça gösteriyor.

Şu yapıda bir insanın üstleneceği temel görevi şu olabilir: Bu kadar zengin ve yüksek kabiliyetlerin, sayısız yüksek maksatlarının olması gerekliliğini idrak ederek, o maksatlara yönelik vazifelerin ne olduğunu araştırmak ve bilmeye çalışmak. Kudret ve imkânlarının yetersizliği nedeniyle kendisine edilen ilahî yardımların ve önüne sunulan imkânların farkına vararak, acizliği ve fakirliğini itiraf ederek kulluğunu ilan etmek ve dünyada her biri bir sanat eseri olan kudret mucizelerinin, sanatlı oluşları ve üstlendikleri vazifeleri diliyle yaratıcıyı bildirdiklerini, manen tesbih ettiklerini görerek şükretmek.

Netice olarak, insana verilen kıymetli ve yüksek donanım ve kabiliyetlerin, yine yüksek ve kıymetli gayelerinde kullanmaları lâzımdır. Ayrıca, eser metnindeki tünel misalindeki gibi, hızla giden dünya treninden gayr-ı meşru lezzetlere uzatılan ellere dikenlerin batacağının bilinmesi lazımdır.

Yani, o lezzetlerin bitmesindeki ve hatta bitmesinin tasavvurundaki elem, ızdırap ve hüsran, o gayr-ı meşru lezzetlerden uzak durmak için yeterli bir nedendir.

Hem de meşru lezzetlerin dairesinin genişliği ve keyfe yeterli gelmesi ile birlikte; o lezzetleri meşru bir şekilde tatmayı (gayr-ı meşru bir şekilde tatmaya) bin defa daha fazla tercih ettirecek kuvvetli bir nokta ise, o lezzetlerin kaynağını bulduran ve sonsuz bir hayatta devamını sağlayan imandır.

İlk yorum yazan siz olun
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.