‘Yaşam Koçu’nuz var mı?

Mesut ENDER-ARAŞTIRMALARIN DİLİ

Bir gün bir sinir hastalıkları uzmanına bir hasta gelir.“
Doktor”, der, “hastayım, hayattan zevk alamıyorum.”

“Açlar aklıma geliyor, yemek yiyemiyorum.”
“Çıplaklar hatırıma geliyor, onlarla birlikte üşüyorum.”
“Her cinayette kendimi suçlu buluyorum.”
“Her katil, bıçağının kabzasını sanki benim ellerimden tutmuştur.”
“Her atılan kurşun benim kalbime saplanıyor.”
“Bütün bu toplumun suçları benim omzuma yükleniyor.”
“Artık gülmesini unuttum.”

Doktor, hastasını omuzundan tutar, pencerenin önüne getirir, perdeyi aralar, parmağıyla karşı duvardaki afişi gösterir. Bu afişte bir sirk palyaçosunun fotoğrafı vardır.
“Azizim”, der, “şu palyaçoyu görüyor musun? Tavsiye ederim; her gece bu palyaçonun gösterilerine git. Bütün kederini, elemini, derdini unutursun. Gülmeyi, kahkahayı öğrenirsin. Hayattan yeni baştan zevk almaya başlarsın.”
Hasta başını eğer;
“Doktor”, der, “işte o palyaço benim!”

***

Ben çok şanslıyım.

Neden mi? Çünkü benim bir yaşam koçum var.

Bu yazıda size yaşam koçumdan söz edeceğim.

Bir nevi reklamını yapacağım, ama haksız da sayılmaz; o bunu yerden göğe kadar hak ediyor.

Yaşam koçumla tanışmam annemin ölümüyle başladı.

Çok hüzünlü, zor zamandaydım.

Hayattaki biricik varlığım, annem, vefat etmişti.

Cenazemize bir çok insan katıldı; bunların büyük ekseriyeti, daha çok önemli bir işim, makam ve mevkiim olmasa “merhaba” bile demeyecek insanlardı.

Zaten zoraki aramaların ve zoraki ziyaretlerin yapıldığı bir-iki günden sonra el etek çekildi, telefonlar sustu. Kimsecikler kalmamıştı.

Sonra o cenaze hengâmesinde kimin verdiğini hatırlayamadığım kırmızı ciltli bir kitap hediye edildi.

İnanın gerçekten kim olduğunu hatırlamıyorum. Kitabın üzerinde “Mektûbât” yazıyordu ve kitap oldukça kalındı.

İlk birkaç hafta kitap, koyduğum yerde kalakaldı. Bir Allah’ın kulu kalkıp da “bu kitap da nereden çıktı?” demedi. Oysa gelen giden kalabalık arasında belki o kıpkırmızı rengi ilgi çekerdi; çekmedi. 

Kitabın ismi değil de, yüz yıldan beri ülke gündeminden düşmeyen kitabın yazarı ilgi çekerdi, yine çekmemişti.

Bakmayın şimdi “ilgi çekerdi” filan diyorum, ama açık söyleyeyim, benim de doğrudan ilgimi çekmedi.

Hele okuma özürlü bir toplumda kitaplar ne yazık ki ilgi çekmiyor artık.

Benim o sıralar kitaplarla filan ilgilenecek ne psikolojim müsaitti ne de ortamım.

Benim güzel annem vefat etmişti; üzgündüm ve meşguldüm.

Yoksa kitap okuma aşkı olan ben, hiçbir kitaba ön yargıyla yaklaşmayıp en azından ana fikrini öğrenme çabasıyla okuyan ben, bu kitabı da pas geçemezdim.

Neyse, zaman başlangıç noktasından uzaklaştıkça acılar hafifliyor ya, “ateş düştüğü yeri yakar” hesabı annemin ölümü beni çok sarsmıştı.

Unutmam mümkün değildi.

Hayatımda sorgulayıcı bir yapım vardı. Hatta arkadaşlarım bana bu yönümden dolayı hiç de benimsemediğim bir meslek olan “sayın savcı” derlerdi.

Sorgulanmamış hayatın boşa geçtiğine dair Sokrat’la hem fikirim.

Sokrat’ı filan işin içine kattınız mı zaten insanlar temelli kaçışıyorlar.

Sokrat öldüğünde de böyle olmuştu; Atinalılar yaşarken kaçtıkları Sokrat’tan, ölümünden sonra da Sokrat sanki hiç orada burada yaşamamış gibi adını bile anmıyorlardı.

Yer yarılıp da içine girmişti sanki.

“Sokrat” diye bir adam yaşamamıştı.

Ne zamana kadar yaşamadı?

O meş’um ilk nesil ölünceye, ikinci nesil de hakikatleri öğreninceye kadar…

Sonra Sokrat yavaşça dirildi dirilmesine ama dirisinden korkanlar bu defa ölüsünden medet umdular.

Neyse ki öğrencisi Platon onu dünyaya tanıttı; onu tanıtırken de kendisi de tanındı.

Her neyse konumuz Sokrat filan değil.

Sorgulamaktan konu açılmıştı.

Sorgulamak Sokrat’a mahsus değil elbette.

Ben neden sorgulamayayım?

Sorgulamak cevap aramaktır.

Sorgulamak hakikate ulaşmaktır.

Sorgulamak düşünmektir (Bu en tehlikelisi).

Öteden beri kendimi, varlığımı sorgularken, ölümün hiçliğe kanatlanmak, ebedi yok oluş olduğu zannı tüm hücrelerime saplanmışken şimdi karşıma bu kitap çıktı; kalbime saplanan o hançerleri tek tek çıkardı.

Çıkarırken öyle bağırtma çığırtma da olmadı.

Hiç acıtmadı.

Neyse; yaşam koçuma döneyim tekrar.

Taziye ziyaretlerinin kesildiği bir gündü.

Birden köşedeki masanın kenarından düşmek üzere olan kırmızı başlıklı yaşam koçumu gördüm.

Hemen kalktım ve ilk defa gördüğüm bu kitabı masanın ortasına koymaktı amacıyla elime aldım; sakarlık bu ya kitap elimden kaydı; masadan düşeceğine elimden düştü.

Eğildim; kitap yüzüstü açık bir şekilde düşmüştü, parmağımı ayrılan yere koyup aldım ve parmağımın tuttuğu yer açık şekilde kendime döndürdüm.

Daha sonra “tefe’ül” adı verilen bu davranışla tuttuğum yeri okumam gerekirmiş gibi içimde bir zorlama hissettim.

İşte ne olduysa bu anda oldu; Arapça bir ibare vardı ve devamı Türkçeydi.

Koçumun ilk cümleleri şöyle başladı:

“وَاِلَيْهِ الْمَصِيرُ Yani, ticaret ve memuriyet için, mühim vazifelerle bu dâr-ı imtihan olan dünyaya gönderilen insanlar, ticaretlerini yapıp, vazifelerini bitirip ve hizmetlerini itmam ettikten sonra, yine onları gönderen Hâlık-ı Zülcelâllerine dönecekler ve Mevlâ-yı Kerîmlerine kavuşacaklar.”

“Yani, bu dâr-ı fâniden gidip dâr-ı bâkide huzur-u Kibriyâya müşerref olacaklar.”

“Yani, esbab dağdağasından ve vesâitin karanlık perdelerinden kurtulup, Rabb-i Rahîmlerine, makarr-ı saltanat-ı ebedîsinde perdesiz kavuşacaklar.”

“Doğrudan doğruya, herkes, kendi Hâlıkı ve Mâbudu ve Rabbi ve Seyyidi ve Maliki kim olduğunu bilecek ve bulacaklar.”

Bir çırpıda okumuştum; ama itiraf edeyim ki her şeyde aklını kullanan ben, bu defa satırları sorgulamaksızın, sanki kendimi annemin yeniden dirilip de şefkatli kollarına atılmışım gibi bir şefkat hissi verdi.

Ancak kesmedi ve okumaya devam ettim:

“Ey insan! Bilir misin nereye gidiyorsun ve nereye sevk olunuyorsun?

“...Dünyanın bin sene mes'udâne hayatı, bir saat hayatına mukàbil gelmeyen Cennet hayatının;”

“…ve o Cennet hayatının dahi bin senesi, bir saat rüyet-i cemâline mukàbil gelmeyen bir Cemîl-i Zülcelâlin daire-i rahmetine ve mertebe-i huzuruna gidiyorsun.

“Müptelâ ve meftun ve müştak olduğunuz mecazî mahbuplarda ve bütün mevcudat-ı dünyeviyedeki hüsün ve cemâl, O’nun cilve-i cemâlinin ve hüsn-ü esmâsının bir nevi gölgesi;”

“…ve bütün Cennet, bütün letâfetiyle, bir cilve-i rahmeti;”

“…ve bütün iştiyaklar ve muhabbetler ve incizaplar ve câzibeler, bir lem'a-i muhabbeti olan bir Mâbud-u Lemyezelin, bir Mahbub-u Lâyezâlin daire-i huzuruna gidiyorsunuz.”

“…Ve ziyafetgâh-ı ebedîsi olan Cennete çağırılıyorsunuz.”

“Öyle ise, kabir kapısına ağlayarak değil, gülerek giriniz.”

***

Anlatamam…

Bu cümleler bir ışık huzmesinin oluşturduğu helozonik bir tüp içinde beni içine doğru çekiyordu.

Yutuyordu adeta...

Şefkat ve merhamet denizinde yüzer gibiydim.

Öteden beri sorguladığım ölümün, kalkıp bu defa ailemizin kapısını çalması, üstelik annem gibi, onu babamdan bile çok sevdiğim bir varlığımın vefatı için gelmiş olması, sanki annemim şefkatli sinesine sığınmam gerektiğini anlatıyordu.

Acılarım bir anda dinmişti.

Annemin vefatından da önce sorgulamaya başladığım “hayatın anlamı”nı ve bu çerçevede “varlık ve ölüm” hesaplaşması üzerindeki hassasiyetim için bir çıkış yolu, kısa ışıklı huzmeler yavaş yavaş kafamda bir noktaya yerleşiyordu sanki.

O günlerde moda olan “Yaşam koçu” arayışım son bulmuştu; çünkü “Ölüm koçumu” bulduğuma göre, yaşam koçumu da bulmuş oluyordum.

Ölümün hakikatini anladıktan sonra yaşamın hakikatini anlamak zor olmasa gerekti.

Belki de yıllardır psikolog kapılarında harcadığım zaman ve para boşa gitmişti.

Her şeyi madde ile açıklamaya çalışan psikologların durumu, yazının girişinde sözü edilen palyaço gibiydi.

Kendi tarağı olsa saçını düzeltecek olan bu zavallı ve gerçek yaşam koçundan uzaklaşmış insanlar mı diğer insanların derdine derman olacak?

Kendisi himmete muhtaç dede, kaldı ki kime himmet ede!

Hayatın anlamı hakkında iki kelime bilmeyen veya bu konularda hiç düşünmemiş olan Psikologlara acıyorum.

Verecek bir cevapları yokken ve ruhu inkar ederken, kalkıp insanların ruh dünyasıyla oynuyorlar.

Her psişik sorunu maddi sebeplerle veya çocuklukta yaşanmış olaylarla ilişkilendirmekten başka izah tarzı bulunmayan, bu konuda başka sermayesi de olmayan pozitif alanın negatif meslektaşları mı derde derman olacak?

Son yıl içinde “Masumlar Apartmanı” veya “Camdaki Kız” gibi izlenmesi için senaryoları abartılmış ve dolgu malzemeleriyle şişirilmiş öykülerden derlenmiş dizilerde bir çözüm gördünüz mü?

Habbeyi kubbe yapıp, işletmesinin gizli reklamını yapan senaryolarla ilgili değilim; ilgili olduğum kısım özellikle kadınları ekran başına çeken “abartılı yaşanmış gerçekler” olarak işlenen bu dizilerde, bu insanların hiç mi bir manevi telkine ihtiyacı yok?

Bu muzdarib insanlar sadece etten ve kemikten mi ibaretler?

Bazı diyaloglarda, birkaç kelimede geçmesi istisna, manevi yorumlar neden yer almaz?

İnancın bozuk insan psikolojilerine olumlu etkileri konusunda yapılmış hem de pozitif psikologların yaptığı binlerce araştırma dururken, neden maneviyattan söz edilmez?

On yıl önce Reşat Nuri’nin “Yaprak Dökümü” romanından uyarlanmış ve kitapla aslında alakasız aynı isimde bir dizi yayınlanmıştı.

Evdeki kız kardeşlerin çevirdikleri fırıldaklar yüzünden başlarına gelen onca sıkıntıya karşın, yaşanılanları gören ve canı fena şekilde acıyan yaşlı bir babanın ağzından tevekkül, sabır, tahammül, Allah, kader gibi kelimelerden bir tanesi bile mi çıkmaz?

İnsan bu kadar elim elemler yaşarken, psikolojisini sarsan bu denli vahim olaylar yaşayan kızların babasının ağzından, nasıl olur da bir tevekkül çağrıştıran “Allah” kelimesi bile çıkmaz?

Bu dizilerle terapi yaptığını iddia edenlerin Müslüman mahallesinde salyangoz satmasının anlamı nedir?

Anlıyorum, hitap ettiği kitle zengin ve manevi bağları zayıflamış, yaşam koçundan mahrum insanlar; ancak izleyenler yalnız onlar değil ne yazık ki!

***

Bu eleştirel bakışımı yaşam koçumdan aldım.

O kırmızı kitap (ve daha sonra serinin diğer kitapları) yüzünden oldu.

İşte yaşam koçumla tanışmam ve hayata yeniden doğmam böyle oldu.

Sonraki aylarda ve geçen yıllarda yaşam koçum benim hayata dair ne kadar problemim olduysa hepsine cevap verdi; tatmin edici bir şekilde hem de.

Hatta kendi yaşam koçumu başka sorunlu insanlara da gösterdim. Onlara da tavsiye ettim.

İçlerinden makul olanlar benim gibi paçayı sıyırdı; ancak diğerleri kafayı... 

Biliyordum; yaşam koçumun müşteriye ihtiyacı yoktu, ihtiyacı olanlar onu buluyordu. Ama ben istiyordum ki benim yaşadığım mutluluğu onlar da yaşasın.

Sonra hayata dair eleştirel bakışımın sonucu olarak ne kadar sorum varsa veya sorun yaşadıysam hepsine cevap verdi; hem de tatminkâr, doyurucu ve ikna edici bir şekilde...

Bunlar arasında kendimi anlamayı ve anlamlandırmayı öğrendim.

Allah’ın güzel isimlerinden hangisinin benim fıtrat aynamda tecelli edip, onun ve diğer isimlerin yazboz tahtası olduğumu fark ettim.

O’nu imzaladığı varlığın sırrını çözen ve kainatta cari olan 7 kanunu keşfettim ve bunların her birinin dünyalıların yönetim sistemlerinde örnek almaları gereken icraatlar olduğunu yakinen gördüm.

Daha neler neler…

Hâlâ bir yaşam koçuna sahip değilseniz fazla zaman kaybetmeden en az birine sarılın.

Sahip olduğunuzu sanıyorsanız, yaşam koçunu uzaktan sevmek yetmez; her gün ona danışmak gerekiyor.

Hayat yükünün ağırlaştığı, düşüncelerin ve nazarların güçlü çeldiriciler ve uzaktan atılan patlayıcılar yüzünden duman olduğu günümüzde, “benim yaşam koçum iyidir.” deyip durmak yeterli değil.

Onunla her an el ele, kol kola olmalısınız.

***

Hayatın anlamı ölümün anlamıyla bütünleştiğinde, annemin kucağını açıp beni cennette beklediğine emindim artık.

Yorum Yap
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
Yorumlar (1)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.