Ahsen ve hasen
Peygamberimize gelen ilk vahiy oku idi. Yaz değil idi. İlla da yazmak zorunda değiliz ama illaki imanın bütün güzelliklerini yaşamak zorundayız. Bazen hüsün (güzel), ahsenden (en güzelden) daha güzeldir. Güzel olan Rabbimizin razı olacağı şeylerle meşgul olmak, hâller ile hâllenmektir. Rabbimiz bazen bir kapı kapatır, onun yerine bin kapı açar. Gazali şöhretin doruğunda iken birden inzivaya çekilmiş ve on yıl yalnız yaşamıştır. Çok görünmemeli; çok görürler sonra. Çok bilinmemeli; çok dil dolaşır önümüzden, arkamızdan sonra.
Gönül Kâbe’lerini yıktıktan sonra Kâbe inşa etsen ne fayda. Asıl olan kendi gönül Kâbe’mizi inşa etmektir. Dileyen tavaf etsin, dileyen etmesin.
Dünya, kalbimizde sonuç odaklı yaşanılan bir yer olmaktan çıkmadıkça huzur bulamayacağız. Gâh dünyalık için gâh ahretlik için hırsla koşturup duracağız. Oysa taş yerinde ağırdır; ağaç yerinde güzeldir; insan da Rabbinin takdir ettiği yerde ahsendir, en güzeldir. Yoksa yapraklar gibi savrulur dururuz.
Söz önce söyleyene yar olmalı
Çok mal haramsız, çok söz yalansız olmaz. Çok konuşanlar, çok hata yaparlar. Çok görünenler, çok göze batar. Peygamberimiz tam ümmiydi; ne okuması ne de yazması vardı. Ama Rabbiyle öyle bir bağı vardı ki o bağ ile temiz bir kalbe sahip herkesi kendisine celp etmiş, herkes O’nun sözünün sakini haline gelmişti. Nice peygamberler var ki kitapsızdır ve nice peygamberler vardır ki bir tek ümmeti daha olmadan dünyadan geçip gitmiştir. Söz önce söyleyeni onarmalı, sonra başkasına dokunmalı. Söz önce söyleyene deva olmalı. Söyleyene deva olmayan söz, söyleyene de, söylenene de yara olabilir.
Kabrin sakini olmalı
Tedbir, ilahî takdiri engelleyemez. Olacak olan olur, ölecek olan ölür. Kadere teslim olmalı. İmanıbillah, marifetullah, muhabbbetullah duraklarına uğrayıp lezzet-i ruhaniye makamına varmalı. Ya olmalı ya da ölmeli. Dahası, ölmeden önce ölmeli; kendimizi toprak ehlinden, kabir sakinlerinden bilmeli. Başkalarının beğenileri, ilgileri bizim kalbimizi meşgul etmemeli. Yağmur bazen öyle celalli yağar ki sele dönüşür, bazen de öyle içli içli, cemalli yağar ki rahmete ve berekete vesile olur. Olanda da ölende de hayır vardır.
Nereyi özlersen oradasın
Hz. Mustafa ve Kâbe aşkıyla dopdolu Hz. Ebu Hanife, Bağdat’ta yaşıyordu. Ona, ‘Neden Mekke’de yaşamıyorsun?” denildiğinde şöyle demişti.
“Mekke'de durup Bağdat'ı özlemektense, Bağdat'ta durup Mekke'yi özlemeyi tercih ederim.”
Rabbimizin katında nerede olduğumuzun önemi yok; nereyi özlediğimizin önemi var. Ne yaptığımızın önemi yok; ne yapmak istediğimizin önemi var. Ameller niyetlere göredir. Arzularımız gönlümüzün erişeceği yere kadar uzanıyor ama elde ettiklerimiz ancak elimizin ulaşacağı kadar oluyor. Bazen de hiç beklemediğimiz anda Rabbimiz lütfüyle muamele ediyor, maddi ve manevi rızıklarla bizi rızıklandırıyor. Hâsılı, dünya arzularımızı karşılayacak kadar geniş, hayat isteklerimizi gerçekleştirecek kadar uzun değil. Olanı olduğu gibi kabul etmeli, gerisini Rabbimize havale etmeli.
Kabul olmayan duanın çaresizliği
Efendimiz (sav) kabul olmayan duadan Allah’a sığınmıştı. İnsan, duasının kabul olmadığını, istediği zaman ve zeminde gerçekleşmediğini hissettiğinde çoğu kere yorulur, huzursuz olur. Öyle anlarda istediği şeyin hayırlı olup olmadığını düşünmek yerine, kendisinden istediğini yani Rabbini suçlama eğiliminde olur. Oysa Peygamberlerin bile dualarının yüzde yetmiş civarı bu dünyada gerçekleşir; gerisi öbür âlem için bekletilir. Nitekim Hz. Mustafa, Ebu Talip’in kızı Ümmü Hânî ile evlenmek istemişti ama kâinatın kendisi için yaratıldığı Hz. Mustafa’ya (sav) Ümmü Hânî nasip olmamıştı. Bazı şeyler nasip işidir; nasipte varsa Bağdat’tan gelir, nasipte yoksa elden ne gelir…
Peygamber de olsan bazen istediklerin olmaz
Efendimiz (sav), ümmetinden herkes cennete girsin istiyordu. Ama herkesi cenneti götürmeye ömrü vefa etmedi; bizce çok erken sayılacak yaşta, 63’ünde vefat etti. Demek bazen Peygamber de olsan istediklerin isteğin gibi gerçekleşmiyor. Oysa kâinat O’nun (sav) için yaratılmıştı. Hz. Nuh (as) 950 sene yaşamıştı, Hz. Mustafa (sav) ondan 900 sene az yaşamıştı. Ne kadar yaşadığımız değil, neler yaptığımız önemli. Hz. Nuh’un 950 senede yapamadığını Hz. Mustafa 50 senede yapmıştı. Hatta 124 bin enbiyanın, 124 milyon evliyanın yapamadığını yüzbinlerce yılı kapsayan işlerini 50 yılda yapmıştı. Rabbi birini bin etmiş, zamanı onun için genişlettikçe genişletmiş, ömrünü bereketlendirmişti. Rabbimiz hayırlı işler yapmamız, rızasını kazanmamız için zamanımızı genişletsin, ömrümüzü bereketlendirsin. Yaşamamız hayırlı ise yaşatsın, ölmemiz hayırlı ise öldürsün. Bereketsiz bir ömür yaşanacaksa toprağın altı, üstünden daha hayırlıdır.
Güzelliğin beş para etmez, Allah’a güzel görünmedikçe
Salebe isminde bir sahabe, Peygamberimizden zengin olmak için dua istemişti. Peygamberimiz başlangıçta isteği kabul etmemişti ama çok ısrar edince dua etmişti. Nitekim duası kabul olmuş, Salebe zengin olmuştu. Ne var ki imkân gelince kâmil iman gitmiş; Salebe, sahabe ruhunu terk etmiş; Peygamberimizden uzaklaşıvermişti. Daha güzel (zengin) olayım, derken güzeli de kaybetmişti. Yoksulluk onun için en güzeldi; daha güzelini ararken elindeki güzellikten de olmuştu. Değil mi ki “Yoksulluğumla iftihar ederim.” diyen Sevgili’nin (sav) gönlünden düşmüştü.
Bizim hakkımızda neyin hayırlı neyin şer olduğunu bilemeyiz. Yarım kalacak işlerimiz, daha yazacak kitaplarımız, daha yürüyecek çok yolumuz var. Ne var ki işlerimizi bitirdiğimizde, kitaplarımızı yazdığımızda belki de Rabbimizin rızasını kaybedeceğiz, bilemeyiz. En iyisi, küfür ve dalalet hariç her hâl için şükretmeli; Rabbimizin, rızası doğrultusunda bizi sevk etmesini beklemeli.
İçimize bakalım, işimize yapalım
Tasavvufi terbiye çevre temizliğiyle başlar, manevi temizlikle kemale erer. Dervişe ilk önce nefsini ıslah etmesi için dergâhın temizlik işi verilir ki eğer varsa içindeki kir temizlensin. Biz öncelikli olarak işimize, yani içimize bakalım, kendimizi arındıralım. Kitap yazmak, sahnede görünmek belki bize nefsin ve şeytanın bir oyunudur, bilemeyiz. Allah’ta samimi olmalı. Zira Allah dilerse kâfire de imana hizmet ettirir. Farz edelim ki yanımızda bir çanta kâğıt para var. Fakat açıp baktığımızda paraların hepsinin sahte olduğunu fark ediyoruz. O kadar para, çöp oluyor. Nice ameller vardır ki Allah’ın yanında çöptür, hiçtir. Keza nice hâller vardır ki kulların nezdinde koskoca bir hiçtir ama Allah katında her şeydir, cennettir.
Kendimizi sıfırlayalım
Kendimizi hiç bilelim ve her şeyi Rabbimizden bilelim. Bir gün birisi Veysel Karani’den nasihat istemişti. Karani, “Sen Allah’ı bilir misin?” demişti. Adam, “Bilirim.” diye cevap verince, “O halde başkasını bilmene gerek yok.” deyivermişti. Adam bir nasihat daha isteyince, “Allah seni bilir mi?” demişti. Adam, “Allah yarattığı kulunu bilmez mi? Elbette bilir.” deyince, “O halde başkasının bilmesine gerek yok.” demişti. Evet, biz Allah’ı bilelim; başkasını bilmesek de olur. Allah bizi bilsin, başkası bilmese de olur.
İncinsen de incitme
Amr b. Âs 629 yılında İslam’la şereflenmişti. Çok zeki, cesur bir komutan olan bu güzide sahabemiz Mekke’nin fethinde büyük bir pay sahibi olmuştu. Öte yandan Sahabe Savaşları denilen siyasi olaylarda kısmen Peygamberimizin damadı Hz. Ali Efendimizin karşısında yer almış, Hz. Ali’yi ve sevenlerinin gönlünü incitmişti. Yıllar sonra bu duruma çok üzülmüş, “Keşke Peygamberimizi tanıdığım günkü saflık ile dünyaya veda etseydim.” demişti. İşin özü şu ki; kimsenin hakkını girmeden, ardımızda rahmetle anılacak izler bırakarak, herkese gönül rızasıyla “Allah rahmet etsin.” dedirterek, hâsılı Rabbimizi razı ederek dünyaya veda edebilsek bizden daha mutlusu olmayacak.
Sözün özü; hasen olalım, hüsün olalım, ahsen olmasak da olur. En ahseni, en güzeli gönüllerde bir yâd-ı cemil olarak kalmak, gök kubbede hoş bir ses bırakmaktır; gerisi lafügüzaftır. Öyle değil mi Ahsen?