Güzel Günler Göreceğiz
Hafız Ali Ergün… Hasan Feyzi Yüreğil…
10 yıl önce gördüğüm rüyaların izinden giderek Denizli Nur Talebeleri Hafız Ali Ergün ve Hasan Feyzi Yüreğil’in belgesel romanlarını yazmaya karar vermiştim. Çok şükür rüyalarım gerçekleşti, “Gökyüzü Rahlesinde Hafız Ali Ergün” ve “Rüyalar Rahlesinde Hasan Feyzi Yüreğil” kitaplarımız kaleme düştü.
Selam Sana Ey Hasan Feyzi Yüreğil…
72 yıl önce bugün hayatını kendisine adadığın, aşkından şehit olduğun sevdiceğin Bediüzzaman’a kavuştun. Sana bu mektubu kabrinin başında yazıyorum. Biliyorum, mektup yaşayana yazılır. Lakin bizde şehitler de, âşıklar da ölmez. Onlar hayattadır, aramızdadır; sen de öylesin.
Yüz yıl önce mana âleminde aldığı bir işaret üzerine Rumeli taraflarından bir evliya çıkıp gelmişti Denizli’ye. “Evladım Hasan, ben seni yetiştirmek için gönderildim.” demişti. Ben sana yetişmeyi ve seninle o evliyanın rahlesinde yetişmeyi ve senin tarafından yetiştirilmeyi ne çok isterdim...
Yunus Emre sarıçiçeği şeyh eylemiş; ondan Rabbini dinlemiş, içli şiirler söylemiş. Bediüzzaman, Çam Dağlarında sümbülün tedrisinden geçmiş; Eğirdir Gölü’ne baka baka gönüllere Nurlu Risale’leri nakşetmiş. Şehit şakirtleri Hafız Ali Ergün ve Hasan Feyzi Yüreğil’i sümbül ile isimlendirmiş. ‘Hafız Ali toprağa düştü, yirmi sümbül verecek.’ demiş. Gerçekten de kısa süre sonra Hasan Feyzi sümbülünü vermiş. ‘Hasan Feyzi toprağa düştü, yüz sümbül verecek.’ demiş. Ondan sonra Şekipler, Yusuflar, Mustafalardan oluşan yüzlerce sümbül vermiş.
10 yıl önce Bilecik’te Şeyh Edebali Türbesinde Yunus ve Bediüzzaman gibi gecelediğim dönemlerde Şeyh Edebali’nin, “Sabretmesini bil, vaktinden önce çiçek açmaz.” sözleri kalbime açılmıştı. O günden sonra rüyanın perdesi açıldı. Kâinatın en nadide çiçeği Hz. Mustafa’yı (sav) yazmak heyecanıyla dopdolu günler geçirmekteydim. Gecenin bir yarısında ateşler içinde uyanır, Şeyh Edebali Türbesine kanatlanırdım. Sabah namazına kadar yapayalnız türbede kalır; bir ışık, bir nur, bir reca, bir medet arardım.
O gecelerin birinde bir rüya gördüm. “Hasan Feyzi Yüreğil’in Bediüzzaman’ı anlattığı gibi Peygamberimizi aşkla anlat.” deniliyordu.
Uyandım. Bir yıl bu rüyanın ne anlama geldiğini anlayamadım. O günlerde Hafız Ali Ergün aşığı bir dostum, “Sen Hafız Ali’nin romanını yazmalısın.” demişti. O günden sonra Hz. Mustafa (sav) aşkından sonra bir de Hasan Feyzi ve Hafız Ali aşkı düşmüştü payıma. Çok kısa süre sonra hiç hatırda ve hayalde yokken, hiç beklemediğim bir anda yolum Hasan Feyzi ve Hafız Ali’yi bağrında taşıyan Denizli’ye düşmüştü.
Denizli Kabristanının rengârenk sümbülleri arasında yatan Hafız Ali Ergün ve Hasan Feyzi gibi Nur Talebelerinin kabirlerinde türbedarlık ettim. Bir zaman sonra o günlerin hâsılası olarak Hasan Feyzi, Hafız Ali ve Denizli Nur Kahramanları kitaplarını yazacaktım. O gün bir daha anladım ki insan sadece rüyalarının ve dualarının peşinden gitmeli...
Ey Hasan Feyzi;
Rumelili Evliya seni yetiştirmek için kalkıp Denizli’ye gelmişti. Bense senin tarafından yetiştirilmek üzere Osmanlı’nın kuruluş ve kurtuluş beşiği Şeyh Edebali Hazretlerinin kalbi Söğüt’ten getirilmiştim.
Bediüzzaman, senin gibi Denizli halkının yüksek ruhları kendisini istikbal ettikleri için 80 yıl önce Kastamonu’dan Denizli’ye gelmişti. Bu kez ihtimal ki sen ve Denizli Nur Şakirtleri benim ruhumu istikbal ettiğiniz için beni Şeyh Edebali’nin menzilinden çekip getirdiniz. Ah, bu nice devlet! Ah, bu ne büyük güzellik Efendim…
Hani can çeker ya, hani kan çeker ya, işte öyle çekmiştiniz birbirinizi Bedi’i ile. Bir olmuş, Bir’de buluşmuştunuz. Rumelili Evliyanın dergâhında cezbe ve istiğrak dolu günler geçirirken bu sefer Şarklı âlim Bediüzzaman’ın rahlesinde aşk dolu günler geçirmekteydin. Hubbî (aşk ehli) iken, şimdi de cubbî (ilim ehli) olmuştun. Sonra sükûtî ve türabî (toprak) olacaktın.
Bediüzzaman hep öyle yapardı. Birini, bir şeyi sevmeye, onlarda bir derinlik görmeye görsün hemen ona kendinden bir isim verirdi. Sendeki engin feyzi hissedince isminin yanına bir de “Feyzi” eklemişti. Hasan iken, hüsna iken, güzel iken işte şimdi bir de Feyzi oluvermiştin. Feyzi sana Şeyhin Hasan Feyzi’yi hatırlatmıştı.1870’li yıllardı. Şeyhin, dergâhında sabahlara kadar zikretmiş, nedendir bilinmez birden susuvermişti. “Niye sustun?” denildiğinde, “Bu gün Şark’ta zamanın sahibi olacak o zat dünyaya geldi.” diyerek Bediüzzaman’ın doğumunu müjdelemişti. Demek o da senin gibi Üstad’ı istikbâl etmekteydi.
Bedi’i, Denizli’ye gelince bahsedilen zatın o olduğunu anlamış, güneşler gibi bağlanmıştın ona. “Sen Şeyhimin bahsettiği Mehdisin.” dediğin o Güneş, başını okşamış, tevazu buyurmuştu.
“Kardeşim o makamlar bizden uzaktır. O zat geldiği zaman senin başını okşar. Üç kere maşallah der.”
Nasıl bir sekir ve sarhoşluk hâlidir ki Mehdi başını meshediyordu ama sen fark edemiyordun. Ancak yanından ayrıldığında kendine gelmiştin. “Mehdi başımı okşadı.” diye diye sevinçten günlerce yeri göğü inletmiştin. Aman ne aşklar, aman ne cezbeler, aman ne sarhoşluklar…
Bediüzzaman aşkından vefat eden aşk şehidi
Şeyh Hasan Feyzi ile doğmuş, Bediüzzaman ile ölmüş, türap (toprak) olmuştun. Bir kutlu kitaptın ki Şeyh Hasan Feyzi önsöz (önkapak), Bediüzzaman sonsöz (arkakapak) olmuştu. Rumelili Evliya ise seni kitap gibi yazmıştı. Öyle görünüyor ki Şeyh Edebali benim önsözümdü; sense sonsözüm olacaktın. Ben de inşallah Rumelili Evliya gibi senin kitabını yazacağım. Bedi’ “Ben Urfa’ya ölmeye geldim.” demişti. Bana öyle geliyor ki ben de buraya, feyizli şehir Denizli’ye, senin yanına ölmeye geldim. Aşk ve ölüm ikiz kardeşlerdir. Sen Bediüzzaman aşkından vefat edip aşk şehidi olmuştun. Belki ben de senin aşkından ölüp aşk şehidi olacağım, kim bilir?
Sen, Şeyh Hasan Feyzi, Rumelili Evliya ve Bediüzzaman’dan aldığın feyzle şarktan garba binlerce insana Nur’dan feyizler verdin. Bir feyiz deryası olan kalbinde inşallah beni de emzireceksin; bundan hiç şüphe etmedim.
Sevgiliyi (sav) rüyada görmesen öleceğini sanırdın
Denizli Lisesinde Edebiyat Öğretmenliği yaptığınız dostun, büyük düşünür Nureddin Topçu sendeki Bediüzzaman aşkını görünce büyük bir şaşkınlık geçirmişti. Böyle her geçen gün kirlenen bir çağda bir insanın birisi için aşkından vefat etmesini anlamakta zorluk çekmişti. Bediüzzaman’ın Tarihçe-i Hayatı’nın başında Ali Ulvi Kurucu tarafından yazılan önsözün kendisi tarafından yazılması teklif edildiğinde, “Bunu ancak Hasan Feyzi yazar.” diyerek senin hakkını teslim etmişti.
O gün sen hayatta değildin. Olsaydın muhakkak önsözü sen yazardın. Ben senin kitabını yazmaya niyetlendim. İnşallah ömrüm vefa eder de bitiririm. “Bana neyle geldin?” dediğinde bu kitabı takdim eder, Denizlili Mustafa Kocayaka’nın Üstad’ımın tavsiyesi üzerine Asa-yı Musa’yı Ravza-i Mutahhara’nın üzerine koyduğu gibi ben de kabrinin üzerine yazdığım kitabı koyarım. Yolum düşer de Ravza’ya uğrarsam, Hz. Mustafa’ya senden selam söyler, kitabını kabrinin üzerine bırakırım:
“Ey Sevgili (sav), ümmetinden şair Hasan Feyzi ağlaya ağlaya, dağa, taşa Sen’i (sav) anlatırdı. 15 gün rüyada Sen’i (sav) görmese öleceğini sanırdı. Onun selamıyla Sana geldim.”
Bediüzzaman’ı tanıyana kadar Habibullah’ı (sav) rüyada görmesen yaşayamayacağını sanıyordun. Üstad’ını gördükten sonra bu sefer onu görmeden yaşayamama ağrısı asıldı boynuna. Onu tanıdıktan sonra her anını onunla geçirmek aşkıyla yanıp tutuşuyordun. Onsuz yapamıyordun. Yanındaydı, yanıbaşındaydı ama arada kalın hapishane duvarları vardı. Onu görme umuduyla tabir yerindeyse hapishaneyi tavaf ediyordun. Hz. Bilal, Hz. Mustafa (sav) vefat edince O’nun (sav) hatıralarıyla dolu Medine’de yaşayamayacağını anlamış, Şam’a gitmişti. Yaralarını depreştirmemek için o günden sonra hiç ezan okumamış, O’nun (sav) adı her nerede anılsa öleceğini sanmıştı.
O (sav) vefat edince devesi Kusva yemeden içmeden kesilmiş, kendini çöllere vurmuş, Hz. Ebu Zer gibi yapayalnız vefat etmişti.
Hz. Ebubekir’in, dostu Hz. Mustafa’sız (sav) yaşayamama hastalığı vardı. “Madem ölemiyorum, bari hatıralarıyla yaşayayım.” deyip Medine’de kalmıştı. Ne var ki O’nsuz (sav) bir hayata ancak 2 yıl dayanabilmiş, “Ben dostuma gidiyorum.” deyip çekip gitmişti yalancı ve yabancı dünyadan. Ne de olsa sende de, serde de Hz. Ebubekir’lik istidadı vardı. Sen de Üstad’ından ayrılığa dayanamamış, hatıralarıyla yana yakıla ancak iki buçuk yıl yaşayabilmiştin. Hz. Ebubekir, “Anam, babam, tatlı canım Sana feda olsun Ya Resülallah…” diye diye vefat etmişti. Sense, “Anam, babam, tatlı canım sana feda olsun ey Üstad’ım…” diye diye vefat etmiştin.
Dahi nezrim bu ki, canım sana kurban olacak
İlk okuduğun Risale, Lem’alar’dı. Güneşin şuaı, ayın lem’ası vardı. Bediüzzaman güneş, sen de ondan nurunu alan ay olmuş, ona aşkını anlatan lem’a lem’a mektuplar, şiirler yazmıştın. 31 Temmuz 1944 Perşembe günü Üstad’ının Emirdağ’a sürgün edileceğini öğrendiğinde yıkılmıştın. Aşk ve vuslatla dolu 10 ay ne de çabuk geçmişti. Sabahlara kadar içli içli ağlamıştın. Gözyaşların mısra mısra şiire dökülmüştü:
Çekilip nûr-u hidâyet yine zindân olacak;
Yine firkat, yine hasret, yine hüsrân olacak.
Yine sen, yaş yerine kan akıtıp ağla gözüm;
Çünkü hicrân dolu kalbim yine hicrân olacak.
Yollara düşmüştün. Denizli’den Goncalı Tren İstasyonuna kadar Üstad’ının peşinden koşmuştun. Nefes nefese Üstad’ına varmıştın. “Hazretinize Buradan Ayrılırken Söylemiştim” şiirini vagonun penceresinden Sevdiceğinin kucağına bırakmıştın. Muhabbetle, hasretle, sadakatle birbirinize bakmıştınız. Bu bakış son bakışınız olmuş, vuslatınız ahirete kalmıştı.
Bir gün Üstad’ı Emirdağ’da zehirlemişlerdi. “Öleceğim.” diye endişe etmiş, vasiyetini yazmıştı. Meğer ikinci bir ruhu hükmündeki sen onun bedeline ölüyormuşsun. Denizli’den mektup gelmişti. Senin vefatını hissettiğinden teessüründen 1,5 saat mektubu açamamıştı. Nihayet kendini tutamamış, “Feyzi’nin vefatı Denizli’ye, Risale-i Nur dairesine, bu memlekete ve Âlem-i İslam’a büyük zayiattır… Ben bütün ömrümde bu derece bir vefattan bu kadar müteessir olup ağlamamışım…” demişti.
Ne güzeldir bir şehirde senin için ağlayan birinin olması
Üstad nerede olursa olsun hemen her gün Hizbu Envarı’l Hakaiki’n Nuriye’yi baştan sona okur, Denizli’ye gelir, senin kabrine girer, ruhuna bağışlardı.
Ne güzeldir bir şehirde senin için dua eden birinin olması…
Ne güzeldir bir şehirde senin için ağlayan birinin olması…
Üstad gibi kabrine giremesem de bu şehre geldiğim günden beri sık sık kabrine geliyor, hemen her gün senin için dua ediyor, gözyaşı döküyorum. Heyy Hasan Feyzi, senin için ağlayıp dua eden biri var bu şehirde, unutma…
Üstad seni Hafız Ali Ergün’e varis kılmıştı. Hapisten çıkınca birlikte kabrine koşmuştunuz. Üstad gözyaşları ve dualar içre Hafız Ali’nin kabrini okşarken sen de Hafız Ali’nin yanına defnedilmeyi düşlemiştin. Dua niyetine o gün Hafız için bir şiir yazmıştın. Rabbin nasip etmiş, emr-i hak vaki olmuş, vefat etmiştin. Hafız Ali ile Sahabe Efendilerimizin arasında bir fıstık ağacının altına defnedilmiştin.
Üstad’ın, Hafız Ali ile senin bir tohum olduğunuzu, Hafız vefat ettiğinde 40-50 Hafız Ali’nin, sen vefat ettiğinde 100 Hasan Feyzi’nin sümbül vereceğini söylemişti. Denizli’yi Kahramanlar Ocağı, İkinci Isparta ve Büyük İslamköy olarak isimlendirmişti. Gerçekten de Denizli, Hesna Şener ile İkinci Isparta, Hafız Ali ile Büyük İslamköy olmuştu. Seninle de Denizli feyizlenmiş, Feyizli Denizli ve Kahramanlar Ocağı haline gelmişti. Hâlâ Denizli’de ocak tütmeye devam ediyor. O tohumlar sümbül verdi. Şimdilerde yüzlerce Hasanlar, Hesnalar, Aliler boy boy sürgün ve sümbül vermiş. İlbade Kabristanı her gün onlarca nur kahramanı misafirini ağırlıyor. Kabirlerinize gelip, “Üstad’ımıza selam söyleyin! Emanetiniz emin ellerde!” diyerek haykırıyor.
Güzel günler göreceğiz Hasan Feyzi
Arkanda yüzlerce Feyzi sümbül verdi
Kabrine gelirken Hafız Ali’ye uğradım. Sana selam söyledi. İhtimal ki şöyle kutlu sözler yükseldi mübarek sinesinden.
“Herkes doğum günü kutlar, bizler ölüm günü kutlarız. Çünkü ölünce doğarız biz. Hasan’ımın Üstad’ına kavuştuğu gün kutlu olsun. Ben Meyve Risalesini meleklere ders yapmaya devam ediyorum. Kendim gelemedim, Mustafa’yı gönderdim.”
Üstad, Hafız Ali vefat ettikten sonra onun hasretini seninle dindirmeye çalıştı. Sen de vefat edince senin yokluğunu benim adaşım, senin meslektaşın öğretmen Mustafa Sungur ile gidermeye çalıştı. Hatıralarını yadettiler. Şiirlerini okudular. Bir gün Sungur,
“Güzel oku! Her zerrede coşkun birer mânâ var,
Derd ehline bu mânâda canlar sunan edâ var…” şiirini coşkuyla okuyunca Üstad’ın dedi ki:
“Sungur! Senin kalbinin derinliklerinde olan, Hasan Feyzi’nin gözlerinin önündedir!”
İlk aşklar başka oluyor, unutulmuyor, değil mi? Bak Sungur bile Üstad’ın kalbinde senin için açtığı yeri dolduramamış.
Benim adım Mustafa. Belki kalbinde bir yer edinirim diye sık sık geliyorum kabrine. Kalbimi kabrine yazıyorum. Sen, Zübeyir Gündüzalp’in Nazım Gökçek ağabeye yazdığı mektuptaki gibi, “Mesnevi’yi okuyan Yunus Emre gibi, ‘Uzun olmuş. Ne lüzumu vardı uzun uzun saymaya. Ete kemiğe büründüm, Hasan Feyzi gibi göründüm desen yeterdi.” dersen dünyaları bana vermiş olursun.
Üstad’ın, Denizli’den gelen mektupta senin vefat haberini hissetmişti. Hüzünden 1,5 saat mektubu açamamıştı. Kolay değil. Birisi senin için hayatını feda ediyorsa nasıl katlanılır ölümüne. Unutulur mu o insan…
Şimdi ben bir posta kutusu olan kabrinin başına mektubumu bırakıyorum. Mektupta neler yazdığını sen benden daha iyi biliyorsun. Mektubu açtığında benim vefat haberimi alacaksın, şaşırma. Üstad’ın gibi ister 1,5 saat, ister 1,5 yıl; ister, 1,5 asır sonra bu mektubu aç. Bana da bir yer aç yanında, unutma…
Ruhuna el-fatiha…
* Hasan Feyzi Yüreğil ve Hafız Ali Ergün kitaplarımızı edinmek isteyenler aşağıdaki linkten temin edebilirler.
https://www.kitapyurdu.com/kitap/ruyalar-rahlesinde-hasan-feyzi-yuregil/730476.html&publisher_id=10964?_gl=1*1yk5mtm*_up*MQ..*_ga*MTM5MTk3NTk3My4xNzYwNTU1ODky*_ga_9024PBD45N*czE3NjA1NTU4OTEkbzEkZzAkdDE3NjA1NTU4OTEkajYwJGwwJGg1NjUyNjAxMzg.