İnsan bitkileri ve hayvanları yiyerek besleniyor. Gün geliyor emr-i Hak vaki oluyor, insan ölüyor. Bu sefer yediği bitkilerin ve hayvanların gıdası, yemi oluyor. Tıpkı sular yükselince karıncaların balıklara, sular çekilince balıkların karıncalara yem olması gibi.
Ama öte yandan başka bir hayat düzeni de varlıkta işlemeye devam ediyor. İnsan yediği bitkilerin ve hayvanların şükrünü eda edebiliyorsa yani bitki ve hayvanların ibadet ve tesbihatlarının özeti olarak insanda birleşen kulluğu hakkıyla ifa edebiliyorsa durum değişiyor. Zira üçüncü hayat mertebesindeki bitkiler ve ikinci hayat mertebesindeki hayvanlar insan tarafından yenildiğinde her ikisi de birinci hayat mertebesine yükseliyor. Öncesinde bitki veya hayvanken sonrasında insanlaşıyor. Böylece toprakta cesetleri baki kalıyor, insanla birlikte cennete gidiyor. Şükretmeyen kul ise toprakta çürüyerek bitki ve hayvanlardan daha aşağı seviyeye, derekeye düşüyor.
Hayvanlıktan çıkıp insanlaşmak
Hz. Mustafa’ya hicret günü bineklik eden Kusva isimli devenin ihtimal ki en büyük arzusu Sevgili’nin (sav) gıdası olup sonsuzluğa ermekti. Fakat gıda olamadan Hz. Mustafa cennete gitmiş, o günden sonra da Kusva yiyip içmekten kesilmiş, bu hal içre ahirete göç etmişti. İhtimal ki onu yemeden içmeden el çektiren, dünyadan vazgeçiren Hz. Mustafa’nın bedenine katılma arzusu idi. Fakat Rabbimiz onu unutmamış, Hz. Mustafa’ya yaptığı hizmet hürmetine onu da cennetine alıvermişti.
Kusva gibi Peygamberlere hizmet eden diğer hayvanlar da birinci hayat mertebesine yükselip cennete gitmişlerdi. Salih aleyhisselamın devesi, İbrahim aleyhisselamın danası, İsmail aleyhisselamın koçu, Musa aleyhisselamın sığırı, Yunus aleyhisselamın balığı, Üzeyr aleyhisselamın merkebi, Süleyman aleyhisselamın karıncası, Belkıs’a gönderilen hüdhüd, Eshab-ı Kehf’in Kıtmir isimli köpeği böyle hayvanlardı.
Şimdilerde nice hayvan istidatlarının gereğini yapıp kurban olarak insanlaşırken, nice insan nefsine kurban olarak hayvanlardan daha aşağıya düşüyor. Vâ esefâ, vâ hasretâ!
Tanrılar/ dünyalılar kurban istiyor
İki hayat vardır. Yaşadığımız menzilde gök, semavî olan ahireti, yer ise arzî olan dünyayı temsil eder. Dünya, deni kökünden türemiştir. Deni, alçak demektir. Dünya iki yüzlüdür: Yeryüzü ve gökyüzü. Yüzünü gökyüzüne, ahirete dönmeyen dünyada yüz sürmeye mahkûmdur. Nihayetinde dünya, Hz. Adem ve Havva’nın sürgün edildiği beldedir. Sürgün edilen beldede ebedi kalacakmış gibi nazlanmanın, nokta kadar menfaat için virgül kadar eğilmenin, dünyalıların karşısında el pençe divan durup yüz sürmenin âlemi yoktur.
Kurban bayramında kurban etmek için koyun besleriz. Kilolu olsun diye kurbanlığa verdikçe veririz; önünden otu, yemi eksik etmeyiz. Bir gün öleceğini bilen tek varlık insandır. Koyun Kurban Bayramında kesileceğini, ölüp gideceğini bilseydi o otları, yemleri yemezdi. Musa Peygamber bir gün ot yemekte olan koyunun yanına gelmişti. Dünyanın geçiciliğini, ölümün gerçekliğini bilen Musa Peygamber koyuna ibretle bir süre bakmış ve arkasından, “Ey koyun, ölüm var, ölüm var.” deyivermişti. Hatırlanınca lezzetleri acılaştıran, ağzın tadını kaçıran ölüm sözünü işiten koyun kendinden geçmiş, yemekten içmekten kesilmiş, yarı aç yarı tok dünyadan geçivermişti. Zira ölüm öyle bir şiddetli haldi ki insanın ölüm hakkında bildiklerini hayvan bilince kendinden geçiyordu.
Dünya insanı yer
Bu arzi âleme, dünyaya “yer” diyoruz. Dünya insanı yer bitirir. Kurban sahibi kurbanlık koyunu besleyip sonra kurban ettiği gibi dünya da insana kurbanlık muamelesi yapar. Mal mülk, servet saltanat, şan şöhret verir, bir balon gibi göklere çıkartır, sonra da tam her şey yoluna girdi derken balonu patlatıverir; yıllarca büyük emeklerle dünyalılara yüz sürüye süreye edindiği bütün dünyalığı bir saniye içinde geri alıverir. Dünya işte böyle bir yerdir. Kartal avını daha iyi parçalamak için yerden alıp en yükseğe çıkarır, sonra da kayaların üzerine bırakır. Dünya vahşi bir kartala benzer; insanı kayalarda param parça etmek için en yükseğe çıkarır. Beklenmedik bir zamanda kurbanını, avını kayalara bırakır; sonrası kemik kırıkları, hayal kırıklıkları, can ağrıları…
Kim kazanıyor, kim kaybediyor?
Ticarette satanın, kullukta ise musibet çekenin kazancı artar. Zira zahmet ile rahmet ters orantılıdır. Bu dünyada zahmet ne kadar çoksa ahirette rahmet o kadar çok olacaktır. Buna karşın şükrü eda edilmeyen dünyevi varlık ne kadar çoksa ahirette o kadar az olacaktır.
Kasap pazarında köpek değil, koyun kesilir. Köpekler kurban edilmez, koyunlar kurban edilir. Cennete talipsek koyun olmayı göze almalıyız. Köpekler kurban edilmiyor ama sokakta yatıp kalkıyor. Koyunlar kurban ediliyor ama ahırda ağırlanıyor. Gün geliyor ikisi de ölüyor. Fakat köpekler çileyle yaşıyor, koyunlar neşeyle. Koyunlar yeşillik, bitki yiyor, sakinleşiyor; köpekler et ve kemik yiyor hırçınlaşıyor. Koyunlar kurban olduklarında dünyada ahırda, ahirete gidince cennet bahçelerinde ağırlanıyor. Köpeklerinse böyle bir şansı olmuyor. Gerçek insan köpek değil, koyun olmalı, Rabbine kurban olmalı. Olmalı ki cennet bahçelerinde ağırlanabilsin.
Köpek bir batında dokuz yavru dünyaya getirir ama bir ikisi ya kalır ya kalmaz. Koyun bir batında en çok iki yavru verir. Fakat baktığımızda koyunların sayısı köpeklerden daha fazladır. Zira koyun berekettir. Görünüşte müminin dünyadan nasibi ehl-i dünyaya göre azdır ama koyunun köpeğe üstünlüğü gibi bereketlidir.
Kaybederken kazanmak
Bitki ağırlıklı beslenenler naif davranışlar ve cemalî, içe dönük görüntüler sergiler. Hayvan ağırlıklı beslenenler ise sert davranışlar ve celalî, dışa dönük görüntüler çizer. Hangileri dünyadan daha kolay vazgeçer, kulluk sıratında kendini kurban eder bilemeyiz fakat bilinen bir gerçek var ki burası hizmet yeridir, ücret yeri değildir, herkes imtihandan geçirilir. Hacı Bayram-ı Veli de müritlerini böyle bir imtihandan geçirmişti.
Hacı Bayram-ı Veli tarafından Ankara’da kurulan Bayramiye tarikatı mensupları vergiden ve askerlikten muaf tutulunca gözü gönlü dünyada olanlar yüzünden tabileri birden çoğalıvermişti. O günden sonra Ankara’da vergi gelirleri ve orduya katılan asker azalmıştı. Bunun üzerine dönemin padişahı, Hacı Bayram-ı Veli’den müritlerinin sayısını bildirmesini istemişti. Hz. Pir, talep doğrultusunda ortasına bir çadır kurdurduğu ovada müritlerini toplamıştı. Cennete gitmek isteyenlerin çadıra girerek kurban olmalarını istemişti. İşin ciddiyetini göstermek adına güya bir müridini kurban ettiğini göstermek için çadırın içinde gizlice bir koyunu kurban etmiş, kanın da çadır dışına akmasını sağlamıştı. Kanı gören müritler korku ve panikle alanı terk etmişti. Sadece bir erkek ve bir kadın kurban edilmeyi kabul etmişti. Bunun üzerine Hacı Bayram-ı Veli, “Benim bir buçuk müridim vardır. Diğerlerinden vergi alabilirsiniz, gerekenleri askere gönderebilirsiniz.” demişti. Evet, kul olmak, kurban olmayı göze almaktır. Değil mi ki Hz. İbrahim olmak, Hz. İsmail’i kurban etmeyi göze almaktan; Hz. İsmail olmak, kurban olmayı göze almaktan geçer.
Deveyi secdeye davet etmek
Geylâni, Bediüzzaman ve Hafız Ali Ergün ruhu cesedine, kalbi nefsine, aklı midesine hâkim, lezzeti şükür için isteyen insanlardır. Yemek için yaşamıyorlar, yaşamak için yiyorlardır. Bediüzzaman bir parça ekmekle günlerce idare edebilmektedir. Hafız da Geylâni ve Bediüzzaman’dan aldığı dersle riyazete çekilir. 14 yıl boyunca son nefesine kadar yağsız, tuzsuz un çorbasıyla günlerini geçirir. Böylece cismaniyetten çıkıp kalbin ve ruhun hayatına yükselir.
Tahirî Mutlu, Hafız’ı sık sık evinde ziyaret eder. Onun azami takvası kadar azami iktisadından ve sade hayatından da çok etkilenir.
“Bir gün Hafız Ali Ağabey’in evine gitmiştim. Biraz oturduktan sonra evin döşemesine elini vurdu, tıkladı. Aşağıdan bir tepsi yemek geldi. Bize ‘Buyurun!’ dedi. Kendisi yağsız bir çorba yedi.”
Tahirî Mutlu, Denizli Hapishanesinde Hafız’a hizmet eder. O günleri şöyle anlatır:
“Hafız Ali’nin yemeğini ben yapardım. Yemeği de ne? Bir avuç un, biraz sade su... Pişiririz, o kadar... Yağsız tuzsuz; hep onu yer. Rahmetli evinde de öyle idi. Biz her cuma İslamköy’e evine giderdik. Yazdığımız Risaleleri götürür, yazılanları alırdık. Bazen yazılacak fazlaca olursa geceyi gündüze katar, çalışır bitirirdik. Rahmetli evinde bize en az iki-üç çeşit yemek çıkartırdı. Fakat kendisi un çorbası yerdi. Bu düsturunu hiç bozmadı, vefatına kadar devam etti.”
Hafız’ın bu halleri civardaki Nur Talebelerini de etkiler. Sav, Kuleönü, İslamköy gibi beldelerdeki birçok kişi onun gibi hayatlarını hizmete vakfederek münzevi bir hayat yaşarlar, evlerinden çıkmadan Risale yazarlar.
Hafız dilini de bedenini de ölçülü ve iktisatlı kullanır. Huzurunda malayani konuşturmaz, gıybete müsaade etmez. Konuşanları sert şekilde uyarır. Bu onu bir zaman sonra kabirdeki insanların, sofradaki rızıkların dillerini işitecek hale getirir.
Hafız hayatını hizmete vakfettiğinden dağdan odun getirecek vakti yoktur. Bir gün Çoban İsa Köyünden Nur Talebeleri Hâlil İbrahim Çoban, Ahmed Çoban ve Koruk Efe, Hafız’ın odunun bittiğini öğrenirler. Hemen merkeplere odun yükleyip sabah vakti Hafız’ın evine getirirler. Odunları yakmaya hazır şekilde tekrar keserler. Hafız çok memnun olur. Onlar geri dönmek için müsaade istediklerinde izin vermez.
“Size deve etinden yemek yaptım, yiyin, öyle gidersiniz.” der.
Onlar da kabul edip sofraya otururlar. Eti yemeye başlarlar fakat gariptir Hafız yine adet edindiği yağsız, tuzsuz un çorbasına talim etmektedir. Şaşırırlar.
“Niçin et yemiyorsun abi?” derler.
“O yemek sizin kısmetiniz, bu da benim kısmetim.” der.
Yemeğin ardından namaza dururlar. Misafirler namazda az önce etini yedikleri devenin kendileriyle birlikte secdeye gittiğini görürler. Namaz bitince Hafız’a hallerini açarlar. Hafız da onları teyit eder.
“Evet, ben de gördüm. Deve, ‘Benim etim Müslümanlara nasip oldu.’ diye şükür secdesine gitti.”
Evet, kurban edilen deve ikinci hayat mertebesinden çıkıp Allah’ın salih kullarının vücutlarında birinci hayat mertebesine çıkmış, onlarla birlikte şükür secdesine, oradan da cennete gitmiştir.
Ne mutlu Geylani, Bediüzzaman, Hafız Ali gibi Allah dostlarına…
Ne mutlu Geylani, Bediüzzaman, Hafız Ali gibi Allah dostlarının gıdası olarak onların hayatlarına katılıp birinci hayat mertebesine yükselerek onlarla birlikte şükür secdelerine varan bitkilere, hayvanlara…
Ne mutlu Geylani, Bediüzzaman, Hafız Ali gibi Allah dostlarının sofralarına misafir olanlara...
Ruhlarına El-Fatiha…