İslamiyet tek başına yaşanan bir din değildir!

Ediz SÖZÜER

Dinî Cemaatler, Eserler ve Âlimlerin Gerekliliği ve Güzelliği: İslamiyet Tek Başına Yaşanan Bir Din Değildir!

Yazımızda İslâmî eserlerin okunmasının ve dinî sohbet ve cemaatlere iştirak etmenin gereklilikleri ve güzellikleri, en akılcı ve makul düzeyde ve kalbin derinliğinden samimiyetle kopup gelen duygulu, çarpıcı ve etkileyici tespitler eşliğinde incelenmiştir.

(Çok önemli ve güncel bir konu hakkındaki bu yazımıza her kesimden inanan kardeşlerimizin gereken ilgiyi göstermelerini ve etraflarındaki insanlara sosyal sorumluluk ve doğru bilgilendirme adına ulaştırmalarını arzu ve tavsiye ediyoruz)

Ele alınan konuların ve tespitlerin her kesimden inananı ilgilendiren çerçevesi, bu yazı içeriğini bu günlerde paylaşmamızı özellikle zorunlu ve lüzumlu kılmıştır. Çünkü şu günlerde “aslı ve esası doğru, gerekli ve güzel olan anlamlı bir inanan birlikteliği”ni ifade eden “cemaat” kavramının kötü maksatlara alet edilmesinden ve nefret verici ve kabul edilemez bir terör saldırısına hain bir maske olarak kullanılmasından kaynaklanan yanlış bir yaklaşımla (cemaatlerin her çeşidine karşı olmak ve yanlış, zararlı ve gereksiz görmek ile) karşı karşıya bırakılmış bulunuyoruz.

Fakat soruyoruz: Görevini kötüye kullanmış (hatta sahte) bir doktor veya kötü bir hastane yüzünden sağlık sektörü gereksiz veya zararlı görülebilir mi? Yoksa bu kötü örnekler nedeniyle işini doğru ve güzel icra eden doktor ve hastaneler mi aranır ve neredeler ise oraya mı gidilir? İşte meselemiz aynen böyledir. Yoksa aynı mantıkla her iyi ve güzel şeye kötü örnekleri nedeniyle karşı olmak gerekir. (Kur’ân, İslam, demokrasi, cumhuriyet, devlet, parti, siyaset vs.)

Şimdi yazımızın ayırt edici farklılığı şudur ki: Biz kötü (hatta sahte) bir örneğin kötülüklerini göstermek ve kınamakla uğraşmayacağız. Çünkü bu zaten fazlasıyla yapılmakta. (Fakat ne yazık ki istenmeyen yan etkisi olan, doğrusundan da nefret etme ve uzak durma gibi bir etkisinin olması, yazımızın yazılma nedeni zaten.) Biz burada sadece en samimi duygularımızla Müslüman halkımıza doğru, güzel ve gerekli olan bir inanan birlikteliğinin tarifini yapmaya ve böyle bir birlikteliğin ne derece gerekli ve güzel olduğunu göstererek oraya doğru bir bilgilendirme ve yönlendirme yapmaya çalışacağız.

Bu vesileyle herkes bilsin ve anlasın istiyoruz ki, İslamiyet tek başına yaşanan bir din değildir ve insanın kendi aklı ve fazileti de kendine yetmez.

İslam dininin temelinde ilim öğrenmek ve öğretmek vardır. Aslında insanın akıl planında başlayıp tarih boyunca devam edegelen manevî seyahati de hep bir şeyleri öğrenme ve bilmeye çalışma çabasından ibarettir. Bu nedenle dinimizde ilim öğretmeye, öğretmeye ve ilmi yaymaya çok özel bir önem verilmiştir.

Bu manayı çarpıcı bir biçimde teyit eden bir hadis rivayeti şöyle: “Allah kıyamet günü bir takım toplulukları yüzleri nurlu ve inciden minberler üzerinde diriltecek, halk onlara imrenecek. Hâlbuki bu kimseler ne peygamber, ne de şehittirler!” Resulullah böyle söyleyince bir bedevi: “Ya Resulullah, onların vasıflarını bize söyle, onları tanıyalım” dedi. Resulallah şöyle cevap verdi: “Onlar değişik kabilelerden, muhtelif beldelerden oldukları halde Allah için birbirlerini seven ve Allah’ı anmak üzere bir araya gelen kimselerdir.

Dinî ders veya sohbet nedir? Esasen bizim “ders veya sohbet” diye kastettiğimiz şey, Kur’ân’ın her bir hakikati ve manasıdır. İçinde bulunduğumuz asrın anlayışına ve idrakine uygun biçimde yorumlanmış ve en önemli ve ihtiyaç duyulan manevî ilaçlar hükmündeki Kur’ânî reçetelerin insanlığın istifadesine sunulmasından ibaret olan İslamî eserlerin bir bölümünün okunması ve izah edilmesidir. İnsanlar bu sohbet ve ders ortamlarına gönüllü olarak bir araya gelirler ve Kur’ân’ın hakikatlerini öğrenmeye ve anlamaya çalışırlar. Menfaat ilişkisine dayanmayan, sadece ve sadece Allah rızasını kazanmak, ilim ve irfan sahibi olmak için bir araya gelen ve öğrendiklerini yaşantı haline getirmeye çabalayan insanların bulunduğu ve başkaca hesapların olmadığı, nadide, nezih ve zamanımızda benzerine çok zor rastlanan ortamlardır bu yerler.

Bu manaya parlak bir şekilde hizmet eden eserlerin kıymeti ile bu yöndeki derslerin icra edildiği mekânlarda bulunmanın gerekliliği ve güzelliği hakkında özel incelemelerin yapıldığı yazımızın önceki ve daha detaylı versiyonuna ise aşağıdaki adresten ulaşabilirsiniz:

https://www.risalehaber.com/dini-cemaatler-eserler-ve-alimlerin-gerekliligi-ve-guzelligi-18452yy.htm

Şimdi şöyle bir düşünce akla gelebilir: “Hidayet etmek, doğru yola ulaştırmak Allah’ın elindedir. O halde böyle araya perde olacak şeylere ne gerek var?”

Cevap: Perde dediğiniz şey, belki parlak bir aynadır. O halde aynayı kırmak demek, aynada görünen güneşe karşı bir hürmetsizlik ve o aynadan alınacak güneşin feyzinden mahrum kalmak manasını içinde taşır.  Bizler hepimiz maddî sebepler âleminde yaşıyoruz. Allah her şeyi bir takım sebep ve vesilelerle hayatımıza dâhil ediyor. Gökten zembille inmiyor yediğimiz nimetler.

Şimdi “Rızkı doğrudan doğruya Allah’tan bilmek lazımdır ve rızkı veren yalnız Allah’tır” diyerek, Allah’ın bir perde ve vesile ederek ve onun eliyle gönderdiği vasıtaları önemsemesek, mesela bir elma ağacının Allah namına takdim ettiği elmayı yemesek veya “Rızkı nasıl olsa Allah veriyor!” diyerek o elmayı kaldırıp yere atsak, bu nasıl bir uygunsuz davranış olur?

Acaba Allah’a karşı büyük bir hürmetsizliği ve açlıktan ölmeyi göze almak gibi bir cahil cesaretini ifade etmez mi? Çünkü o rızık, o ağacın eliyle size gönderiliyor! O ağaç vasıtasıyla gelen elmaya hürmet etmek demek, Allah’a hürmet etmek demektir. Bir padişahın bir memuruyla gönderdiği hediyeye ve ona aracılık eden memuruna elbette hürmet edilir ve onlara önem vermemek veya kötü muamele etmek, padişaha karşı saygısızlık ve hakaret manasını içinde taşır.

İşte aynen böyle de, hidayeti veren elbette Allah’tır. Fakat Allah hesabına seveceğiniz ve Allah’a götüren ve Allah’ı anlatan arkadaşlar ve peygamberlerin manevî varisi olan ve ilim yayan âlimler, hakikati anlatan kitaplar gibi birçok vesile, belki de perde arkasında Allah’ın sizi hidayete ulaşmanız için gönderdiği ve cennete gitmenize vesile olması için karşınıza kasten çıkardığı aracı memurlarıdır. Nereden biliyoruz ki böyle olmadığını?

Bu vesilelere hürmet etmek ve onları önemsemek demek, Allah’ın bunlar aracılığıyla gönderdiği hidayet ve iman nurunu önemsemek manasına gelmez mi? İslâmiyette hakkı, hakikati anlatmaya ve ilmi yaymaya, öğrenmeye ve öğretmeye çok önem verilmiştir. Bu, eşyanın tabiatına uygun bir gerçekliktir.

“Bir Kur’ân ve peygamber gelmiş, başka aracılara, vesilelere ve araya başkalarının ve başka şeylerin girmesine ne gerek var?” diyen, Allah’ın rızkımızı gökten aracısız göndermesini talep etmiyorsa ve o nimetten istifade etme akıllığını tercih ediyorsa ve o nimete Allah namına hürmet etmekte kusur etmiyorsa, bunu manevî nimetlerin vesileleri için de düşünmeli ve dikkat etmeli.

İslamî eser ve âlimlerin bizim için ifade ettiği manayı daha iyi anlamak için, bu konuda sahip olduğumuz gerçekçi yaklaşımızı başta hadislerle teyit edelim. Peygamberimiz demiş ki: "Allah, her yüz senede bir dinini yenileyecek âlimler gönderir." "Kendi zamanının din yenileyicisini tanımadan ölen, cehalet ölümü üzerine ölmüş olur." "Âlimler, peygamberlerin varisleridir.” “Benim ümmetimin âlimleri, yahudilere gönderilen peygamberler gibidirler.”

Öncelikle yukarıdaki hadislerin manaları tamamen mantıklı görünüyor. Çünkü Allah'ın indirdiği dini ve inananlarını başıboş bırakması ve bu âlimlerle inananlarını takviye etmemesi, yaşanan zamanın şartlarına, anlayışına göre ve ilmî, medenî gelişimlerin karşısında, yeni izah ve yorum tarzlarıyla dinini yenilememesi rahmet ve hikmetine zıttır. Yeni bir din getirmek değil, çünkü insanlığın en son döneminde artık bir başka dine ve peygambere ihtiyaç bırakmayacak ve kıyamete kadarki dönemde insanlığın ihtiyacına cevap verecek gelişmişlikteki bir mükemmel din ve son peygamber zaten gönderilmiştir.

Ancak, dinin mükemmelliğini turfanda olarak yeniden ortaya koyacak, insanlığın maddî manevî gelişimini göze alacak ve bizlere Kur’ân ve peygamberin temel esaslarıyla takdim ettiği dini, çağın ihtiyaçlarına ve anlayışına göre yeniden yorumlayacak ve taze bir şekilde sunacak bir hizmet lazımdır. İşte hadisin beyanıyla bu önemli hizmeti, müceddid (din yenileyicisi) tabir edilen seçkin âlimler üstlenecektir.

Kur’ân bir eczahanedir, o asrın hastalıklarına deva olacak ilaçları o eczaneden alıp insanlığa takdim edecek manevî doktorlar da, işte bu âlimlerdir diye tasavvur edebiliriz.

Esasen İslâmî eserlerin okunmasının önemini ve derslerinin yapıldığı ve pratiğe dökülmüş bir hayat tarzı olarak yaşandığı mekânlara, ortamlara gitmenin faydalarını ve lüzumunu hakkıyla anlatmak için küçük bir kitap büyüklüğünde sayfalarca yazı yazmak gerekir. Buna imkânımız bulunmadığından “arif olana işaret kâfidir” deyip burada imkân dâhilinde paylaşabildiğimiz kadarla yetiniyoruz. Bununla beraber şunları da söylemeden geçemeyeceğiz.

İslâmiyet tek başına yaşanan bir din değildir. Dünya algımızı tamamen ve kökünden değiştiren hakikatlere inanan ve bu hakikatleri hayatının en merkezî yerine koyan bir insanın, aynı duygu ve düşünceleri paylaşan, yani aynı dili konuşan insanlara olan ihtiyacı muhakkaktır.

Etrafımızdaki insanlara baktığımızda dünyadan ve dünyevî şeylerden başka bir şey düşünmeyen ve konuşmayan, fâni dünyanın geçici istek ve meşguliyetlerinden başka hiçbir şey ilgi alanına girmeyen sayısız insan görüyoruz. Toplum hayatı o kadar enteresandır ki, sürekli hastane ortamında bulunursanız, size sanki herkes hastaymış gibi gelecektir. Hâlbuki normal çalışma ortamınızda ise, sanki kimse hastalanmıyor, ölmüyor; dünya sürekli ve kalıcı bir şekilde, olduğu yerde durmaya devam ediyor gibi bir görüntü sizi aldatacaktır.

İşte aynen bunun gibi etrafınızda namaz kılmayan, tek derdi dünya olan ve bu dünyaya gönderilme gayesinin ne olduğuyla ilgilenmeyen çok sayıdaki insanla sürekli zaman geçirmek, sanki dünyada ebedî hayat için ciddî çalışan ve iman hakikatlerinin farkında olan ve hizmetinde çalışan kimse yokmuş gibi görünecektir.

Fakat gerçek bu değil! İşte bunun böyle olmadığını, ancak bu hakikatleri yaşayan ve hisseden insanların bir araya geldikleri yerlere giderek anlayabilirsiniz ve o zaman görürsünüz ki, dünyada aklı başında ve ebedî hayatı için ciddî çalışan ve gayret eden ne kadar çok insan varmış! İçine girdiğiniz, suyunda yıkandığınız ve akıntısına kapıldığınız nehri siz seçiyorsunuz.  Biz ne kadar bu hakikatlerin farkında olsak bile, yalnız başımıza kaldığımız müddetçe tüm kuvvetiyle dünyaya çekip götürmeye çalışan toplum ve şu zamanın tehlikeli vaziyeti bizi çok zorlayacak ve belki mağlub edecektir. Bir manevî desteğe ve enerji kaynağına, bir dayanak noktasına ve motivasyona ihtiyacımız var.

Âdeta yerde, güneşin harareti karşısındaki bir su damlasının tüm çabasına karşı ilerlemesi ve buharlaşıp yok olmaktan kurtulması nasıl zorsa; fitnesinden ve manevî tahribatından tüm peygamberlerin ümmetlerini sakındırdıkları ahirzamanın dehşetli vaziyeti karşısında bizler aynen öyleyiz. Hâlbuki aynı hakikate inanan ve hayatlarında bunları yaşamaya gayret eden insanlarla birlikte olmak ve kendimizi bir akarsuyun içine atmak ve onun kuvvetinden yararlanarak akıp gitmek bambaşkadır. Böyle bir manevî gücü terk etmek ise aklî değildir. Hem ayet ve hadisler de hep topluluk (İslâmî tabiriyle cemaat) içinde bulunmamızı şiddetle teşvik ve tavsiye ediyor.

Nasıl ki bir sınava evde de hazırlanabilirsiniz ama bunun yerine evdeki keyfini kaçırmak pahasına ve üstüne para vererek dershane ortamına gidilmesinin, bunun için özel zaman ayırılmasının sırrı, işte yukarıda ifade ettiğimiz akarsu misaliyle aynı manadır. O dershane ortamı içinde, kendiniz gibi aynı sınava çalışan insanları görür ve motive olursunuz. İşin aslında, özellikle sözel derslerde zamandan kaybetmemek için dershaneye gitmek, çok da anlamlı değildir. Fakat o dershanenin itici gücü ve şevkinizi kamçılayan, tembellikten mecburen uzaklaştıran manevî atmosferi ve motive edici etkisi yok mu! Sırf o sisteme dâhil olmak ve bu manevî güce sahip olmak için çoğu insan paraya kıyar, bu iş için özel zaman ayırır ve o dershaneye giderler.

İşte dünya denilen imtihan yurdundaki en büyük sınavın en dehşetli manilerinin bulunduğu bir dönemde ve İslâm’ı yaşamanın en zor olduğu bir devirdeyiz. Tek başımıza kalarak kendimizi nasıl kolayca muhafaza edebiliriz?

Açıkçası böyle bir ortamda yardım almak ve büyük bir manevî kuvvetin koruyucu dairesi içine girip işi kolaylaştırmak, çok akılcı ve pratik görünüyor ve manevî bir dershane ortamı içine girmemizi lüzumlu kılıyor.

Meselemizi teyit eden bazı hadisleri de paylaşalım sizinle: “Cemaatte rahmet, ayrılıkta azap vardır.”  “Şeytan bir kişiye yakın iki kişiden uzaktır” “Allah’ın yardımı cemaatle birlikte olanlaradır.” “Allah’ın rahmet ve kudret eli cemaat üzerinedir” “Kim iman selameti ile ölüp, cennetin tam ortasında olmak istiyorsa, cemaata yapışsın.” Bu hadislerde geçen cemaat kavramıyla kastedilen, elbette ilk planda tüm İslam cemaatı ve bütün müminler demektir. İslamiyet’te inananların kardeşliği esastır.

Fakat nasıl ki bir orduda tek tip bir askerlik yoktur, herkes ihtiyaca göre çeşitli görevler üstlenmiştir ve farklı bölümlere ayrılarak uzmanlaşmışlardır. Hem nasıl ki bir toplumda tek tip insan yoktur, sosyal hayatın ihtiyaçlarına göre özelleşmiş kurumlar ve topluluklar bulunur.

İşte aynen bunun gibi konusunda uzmanlaşmış bir İslamî eseri okuyup ders mekânlarına gitmek de, mana itibariyle “Kur’ân’a talebe olup hizmet edenlerin bir araya gelmeleri” gibi güzel bir manayı ifade eder.

Şöyle denilebilir: “Belli bir İslamî eseri okumak veya bu eserleri okuyan insanlarla bir araya gelmek şart mıdır?”

Cevabımız şudur: Elbette değildir. Hem hakikatin metotları ve cennete götüren yollar çok ve çeşitlidir. Fakat böyle manevî bir kazancı ve faydayı ve hususen içinde bulunduğumuz zamanın şartları içinde en kestirme, hızlı ve kolay bir Kur’ânî metot olarak hakikate ulaştırmakta büyük başarı elde etmiş ve kendini milyonların hayatını değiştirmekle ispatlamış bir hakikat rehberini elde etmekten vazgeçmek, çok akıllıca bir iş de olmasa gerektir. (Böyle eserleri arayıp bulmak gerekir. Örneğin Risale-i Nur bunlardan biridir.)

Cemaatle namaz kılmak da şart değildir, ama cemaat namazı ferdî namazdan yirmi beş veya yirmi yedi kat daha sevaplıdır. İslamiyet’te sürekli bir arada olmaya büyük bir teşvik vardır. Bediüzzaman’ın bir “şirket-i maneviye” tabiri vardır. İman ve Kur’an hizmetinde bir araya gelenler manevî bir şirket teşkil ederler. Ticaret sahasında elbette kişinin bir şirkete ortak olması şart değildir. Ancak bu zamanda ferdî sermaye ile edinilecek kârlar, şirketleşen büyük firmalar karşısında nasıl çok cılız kalır ve rekabet gücünü büyük ölçüde kaybederse, ferdî gayretlerle yapılan ibadetler veya hizmetler de, bir araya gelinerek cemaat halinde yapılan gayretler yanında öyle güçsüz kalırlar.

Böyle manevî bir gücü kim bu zamanda yanında bulundurmak istemez ki? Hem cemaat halinde yapılan dersler ve bir araya gelmek sayesinde, fertlerin güzel ahlak ve seciyeleri birbirine yansır. Ayrıca ders mütalaasında daha fazla feyiz ve zevk alırlar, birbirlerini tamamlarlar.

Lise yıllarımda bir hakikat arayışına girdiğimi hatırlıyorum. Öyle ki yaklaşık iki sene boyunca elime geçen çok sayı ve çeşitlilikte dinî kitabı elde edip, derin sorgulamalara ve arayışa girmiş ve bu arayışın sonucunda oluşan kanaatle namaza başlamış ve inandıklarımı insanlara anlatmaya bile (kendi çapımda) başlamıştım. Bunun öncesinde popüler bilim ve kişisel gelişim konusunda da pek çok kitap elimden geçmişti.

Bir Cuma namazı çıkışında çok sıcak bir şekilde tanımadığım birinin “Allah kabul etsin!” diyerek yanıma yaklaşarak benimle teklifsizce tanışması ve fizik bölümünde okuduğunu ve üniversiteli arkadaşlarla bir araya gelerek İslâmî kitaplar okuduklarını ifade etmesi hemen cazip gelmişti bana. Tereddütsüzce: “elbette gidelim” demiştim ve böylece bambaşka bir manevî âlemin ve tarifsiz bir deneyimin kapıları bana açılmıştı.

Hayatımın en güzel yıllarıydı o yıllar. Şimdi hasretle yâd ediyorum. Beni aynı hakikate gönül vermiş insanlarla tanıştıran o güzel insandan Allah razı olsun. Tek başına çabalamaya bedel, aynı hakikate inanmış insanlarla aynı ortamı paylaşmanın nasıl da bir dünya cenneti olduğunu yaşayarak gördüm.

Sanki zaman ve boyut atlamış gibiydim. Dışarı çıktığınızda dünya sanki bir başka dönüyordu ve başka yerlere doğru akıyor gibi görünüyordu. Fakat o mekândan içeri girdiğinizde, dünyanın tüm olumsuzluklarından soyutlanmış oluyorsunuz ve toplum hayatının tüm çirkinliklerini, akıp giden anlamsız koşuşturmacayı, hiç bitmeyen bir geçim derdini dışarıda bırakıyorsunuz ve görüyorsunuz ki, ebedî bir hakikate kendini vakfetmiş, fedakâr insanlar da varmış bu hayatta.

Daha önce hiç tanışmamış olduğunuz halde, menfaatsiz ve hesapsız bir şekilde, sırf Allah için tebessüm edip, hatırınızı soran ve kırk yıllık dostunuzmuş gibi sizi sarılıp kucaklayan insanlar ve samimî kardeşler görüyorsunuz karşınızda ve gerçekten dünyanız değişiyor. Faziletlerini ve güzel hasletlerini model alacağınız, İslâm’ı gerçek anlamda yaşamaya ve iman hakikatlerini insanlığa mal etmeye çabalayan, insanların ebedî hayatlarının saadet ve selameti için hiç bir maddî ve manevî fedakârlıktan kaçınmayan gönüllüler, manevî kahramanlar ve insana hayretle “Böyle insanlar bu zamanda da var mıymış?” dedirten etkileyici insanlar giriyor hayatınıza.

Mana itibariyle nakledeceğimiz şu mealde bir hadis rivayetine rastlamıştım: Allah Resulü (A.S.M.) bir gün şöyle buyurdular: “Dünyada gezerken cennet bahçelerini ziyaret ediniz ve oraya uğradığınız zaman gıdalanınız.”

Bunun üzerine sahabiler sorarlar: “Ey Allah’ın resulü! Dünyada cennet bahçeleri mi vardır? (veya neresidir)” Şöyle cevap verdi: “Cennet bahçeleri Allah’ın anıldığı (Kur’ân ve ilim öğretilen) ilim meclisleridir.”  İşte o dönemlerde bu rivayetin manasını tüm ruhumla hissediyor ve canlı olarak yaşıyordum.

Bu sohbetlerde peygamber devrinin ilim halkalarının, asr-ı saadetin kokusunu alıyorsunuz ve cennetin manevî zevkini bu dünyada da tattıran eşine rastlanmaz bir âleme giriyorsunuz. Anlıyorsunuz ki, dünya gördüğünüzden ibaret değil ve kanaatiniz geliyor ki, eğer kıyamet kopmuyorsa, bu insanların yeryüzünde bulunmalarının payı çok büyük ve böyle olduğunu en derinden ve tüm kalbinizle hissediyorsunuz. Bu abartı bir iddia değil, çünkü bu mekânlarda dünyanın kurulmasına sebep teşkil eden ve kâinatta en büyük hakikatin etrafında toplanmış oluyorsunuz. Bundan daha anlamlı ne olabilir ki?

Hayat denilen yolculukta sizi yalnız bırakmayacak güzel arkadaşlar kazanmanıza, bir ömür boyu okumaktan usanmayacağınız ömürlük kitaplarla tanışmanıza ve hiç ayrılmak istemeyeceğiniz manevî ortam ve mekânların varlığından haberdar olmanıza vesile olmak istediğimiz bu yazımız, Allah’tan niyaz ederiz ki, güzel ve anlamlı bir manevî âleme geçiş kapısı olsun sizler için…

İlk yorum yazan siz olun
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.