Şerif Mardin, Recep Tayyip Erdoğan ve Bediüzzaman

Bugün 1 Şubat 2017 Türk düşünce tarihinde önemli bir gün. Bediüzzaman batıya endeksli düşünen düşünce tarihimizi hiçbir zaman hesaba katmadan, batının bir silik kopyası olmayı kabul etmeyen, bin yıldır bu topraklarda atıyla cihat ruhunu koşturan ve cihanla ilim ve fazileti öğreten bir milletin kalemi ile de aynı cevelanı gösterip ilim tarihine büyük sayfalar ve büyük insanlar ilave etmiştir. Türk sosyoloji tarihi bir büyük milleti görmezlikten gelerek batının sosyologlarının kilise ve Hıristiyanlık ruhu ile yazmış ve organize etmiş oldukları sözde fikirleri fikir arenamıza sürmüştür.

Nasıl Galileo telakkileri ile batının başını eline alıp düşünmesini sağlamışsa Şerif Mardin Beyefendi de siyasi iradenin ve Türk sosyoloji camiasının zıddına Bediüzzaman Said Nursi’nin bu topraklar için değil bütün dünya için sosyolojik değerler ürettiğini ilk defa haykırdı. O ne yaptığının bilinci içindeydi.

Hz. Peygamberi (asm) Mekke’nin sözde zengin ama ruhta fakir kişilerinin kendini ayıplamasına karşı, onlara hiç bakmadan İslam’ın değerler kümesini ortaya koydu. Bir öksüz bütün dünya değerlerini ve coğrafyasını değiştirdi.

Bediüzzaman, Kur’an’ın ve Peygamberi Zişan’in (asm) bu asırdaki en büyük müdafii. Hz. Peygamberi ve mücadelesini bu asırda modern bilim denen safsatanın zıddına anlattı. Kitaplarının büyük bir kısmını Peygamberlik kurumuna ve Peygamberimizin (asm) mücadelesine, Kur’an’ın şerh ve izahına ayırdı. Onu Türk düşünce tarihi kabul etmemekte direndi ama bir köy yamacında dünyaya gözlerini açan Bediüzzaman hiçbir silahı olmadan Barla matbaasında kendine gönül vermişlerle eserlerini dünyanın gündemine oturttu. “Ben bunları bütün dünyaya okutturacağım“ dediğinde etrafında üç beş insan vardı. Ama bugün eserleri bütün dünyada her akşam ücra köylerde, batının şehirlerinde, ülkemizin her yerinde okunuyor ve hidayet dağıtıyor.

Şerif Mardin bu büyük insanın telakkilerini kendinin tepetaklak aşağı indirileceğini bildiği halde Ömer, Ali, Ebubekir ruhu ile dünyaya haykırdı. Büyük bir babanın, padişahın ilim sofrasında konuşan azametli bir babanın oğlu Şerif Mardin Bediüzzaman’ın batının köhnemiş sosyolojisinin zıddına kendi sosyolojisini ürettiğini haykırdı dünyaya. Onu tıpkı Galile gibi yargıladılar, hiç onları nazara almadı. Uzun yıllar milletin kalbinde yer almış bu insan bir takım sipariş kağıtların dışında kaldı. Dert etmedi ısrarla düşündüklerini söyledi.

Kahraman ruhlu Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip erdoğan bu unutulmuşluğa bir son verdi. Zaten milletin kalbinde yer etmiş bu büyük ilim adamını ve sosyoloğunu bugün ihtişamlı sarayında ağırlıyor ve ona büyük bilim ödülü veriyor. Barla’nın dağlarında ve bütün Türkiye’de ellerinde kalemleri ile Risale-i Nurları bir matbaa şeklinde kaleme alan, çoğaltan insanların kabre intikal etmiş ruhları Cumhurbaşkanımızı alkışlıyor.

Mümkün olsa bugünün maveraya yansıyan görüntülerini bir ilahi sinema ile gösterilse idi. Bediüzzaman ve talebeleri onu alkışlıyor, insanlık tarihi onu alkışlıyor, hepimiz onu alkışlıyoruz. Sağolsun varolsun.

Bediüzzaman bu ülkenin bilim gündeminde gereken yerini bu millet ve bu din için alacaktır, başka alayiş ve nümayişlerle işimiz yok.

Aşağıdaki yazımızı bugünün ihtişamını anlatmaya gücü yettiği kadar yayınlıyoruz.

Sosyolog Bediüzzaman ve Sosyolog Şerif Mardin veya İki Galileo

Ünlü sosyolog Sayın Şerif Mardin ile ilgili olarak 2008 yılının sonunda Doğu-Batı yayınları bir kitap yayınlar. Şerif Mardin Okumaları, kitapta sosyologun çalışmaları ve sosyoloji konusunda Türkiye’nin bazı üniversitelerinde ve bağımsız çalışan yazarlar fikirlerini öne sürerler. 315 sahifelik kitabın editörü Taşkın Takış’tır. Kitabın Sunuş kısmını yine editör yapar.

Biz Hutbe-i Şamiye isimli eserde Bediüzzaman’ın tarzını anlatırken bir cümlesini nakletmiştik. Bu cümle, Bediüzzaman’ın birçok kimlikleri içinde bir kimliği olan sosyolog kimliğinin Batı’ya dayalı değil, bizatihi kendi ülkesinin şartlarına göre düşündüğünü gösteriyordu. O cümle şuydu: “Ben bu zaman ve bu zeminde beşerin hayat-ı ictimaiye medresesinde ders aldım ve bildim.” (Hutbe-i Şâmiye, 20) Hayat-ı ictimaiye medresesi, hayatın kendisidir, hayattır. Şerif Mardin ile Bediüzzaman bu yönden birleşirler.

Taşkın Takış, onu anlatırken bir cümle kullanır: “Mardin’e göre Batı’da ortaya çıkan teorilerin Türk toplumu hakkındaki geçerliliği bir dereceye kadar işlevseldir. Bir noktadan sonra kendi açıklamalarımızın ihtiyacı derinden hissedilmiştir. Çünkü her kuram ve her model içeriden bir bakışla kendi tarihsel toplumsal gerçekliğin izlerini taşır. Mardin, Osmanlı’da ve Türkiye’de nevi şahsına münhasır yapıların yani genel geçer modellere tekabül etmeyen ve ara katmanların önemini birçok yazısında vurgulamıştır.“ (Şerif Mardin Okumaları, Sunuş, Taşkın Takış, s. 11) Bu cümleler Bediüzzaman gibi Şerif Mardin’in de Batı kaynaklı sosyolojik reçetelerin bizim ülkemiz için çok az veya yerine göre hiç önemi olmadığıdır.

Tarihte bütün değişimciler statükocu değildirler. Onlar belli bir statüko, kanon içinde bir süre bulunsalar da daha sonra onları aşarlar, yadırganırlar, hırpalanırlar, ama onlar dayanır ve gelenekten ayrılarak yeni bir gelenek oluştururlar. Hz Peygamber, gördüğü uygulamalara katılmaz, onları bir gün gelir değiştirir, çok büyük sıkıntılar çeker ama vazgeçmez. Bilim adamları, felsefeciler de öyledir. Descartes, skolastiği yıkmak için büyük gayret, sabır sarf eder ve sonunda isteğine ulaşır. Newton ve daha birçok kişi bu uygulamaya tabidirler. Taşkın Takış, Şerif Mardin’in de sosyoloji kanonundan ve statükosundan ayrıldığını anlatır. “Bağımsız bir tavır olarak Şerif Mardin’in yaşamı boyunca birçok çevreyle çeşitli seviyelerde mesafesini koruduğunu gözlemliyoruz. Mardin, seçkin bir sınıfın üyesi olarak göründüğü yerlerde bile gündelik hayata inişi toplumun farklı kesimlerindeki ilişki biçimlerinin nasıl yürüdüğüne dair tesbitleri Cumhuriyet seçkinlerinin çevresine bir hayli uzak olan yaklaşımından tamamen farklıdır. Ne zaman ki bir mağduriyet psikolojisi içine girildi o zaman seçkin zümreler halktan güç alma yoluna başvurmuşlardır. Kuşkusuz ideal manada Şerif Mardin’in bir Cumhuriyet seçkini ve aydınıdır ama üst kadroların halkla kurduğu bu ikircikli ilişki onda görünmez. Mardin’in tek başına yarattığı çaba bu sınıfların konformizminden tamamen ayrışır. “(Şerif Mardin Okumaları, Taşkın Takış, s 14)

Bediüzzaman’la Şerif Mardin’in kişiliklerinin ve ilmi faaliyetlerinin uyuştuğu bir nokta da bu anlattıklarımızdır. Bediüzzaman da ta küçüklüğünden itibaren önüne konan ve o devrin ilim kanonlarına göre sıralamacı ve periyodik eserleri kendi mantığının ve kendisinde mevcut ayıklamacı ve seçici mantığına göre yorumlar. Onların tamamına teslim olmaz, okur, ayıklar gerekli olanları dehasının arşivine alır. Bir sıralamaya ve zamana muhtaç olan eğitimin akışına karşı çıkar, bildiği gibi davranır, eline geçen eserleri kısa sürede okur, gerekli olanı alır, diğer kısımlarını eler. Aynı tutum felsefe okumalarında, müsbet ilimler dediğimiz fen bilimleri konusunda da geçerli kuraldır. Bu yüzden belli çevrelerin antipatisini üzerine çekmiş ama o yolundan vazgeçmemiş, elde ettiklerini ve kimliğini herkesin üstüne getirecek bir şekilde bağımsızlığını isbat etmiş, kendi imkânlarının ve bakış açısının istiklaliyetini ilan etmiştir.

Şerif Mardin Okumaları isimli kitapta, Türk modernleşmesinin hikâyesi anlatılır. Şerif Mardin’in sosyolojik faaliyetinin ana hatlarından biridir bu çizgi. Bediüzzaman’ın da sosyolojik faaliyeti sadece Türk modernleşmesi veya çağdaşlaşması ile sınırlı değildir. Bediüzzaman bu çağdaşlaşmada batı felsefesini, bilimi ve tefekkürünün tesirlerini de sosyolojik süzgeçten geçirir. İslam itikadının ana temalarını gözden geçirirken onların sosyolojik tesirlerini de sadece bizim ülkemize göre değil genel anlamda bütün insanlığı alakadar edecek biçimde global bir yorumdan geçirir. Mesela Haşir ile ilgili bir mukaddimede öldükten sonra dirilme hakikatinin sosyolojik tesirlerinden bahseder: “Haşir akidesinin pek çok ruhi faidelerinden ve hayati neticelerinden bir tek netice-i camiayı ihtiyar ile beyan ve hayat-ı insaniyeye hususan hayat-ı ictimaiyesine ne derece lüzumlu ve zaruri olduğunu izhar” (Haşir, 88) olduğunu ifade eder. Hatta bu bahiste soylologlara, siyasilere ve ahlakçılara ironik bir göndermede bulunur. “Beşerin idare ve ahlak ve içtimaiyatı ile çok alakadar olan içtimaiyyun ve siyasiyyun ve ahlakiyyunun kulakları çınlasın! Gelsinler bu boşluğu ne ile doldurabilirler ve bu derin yaraları ne ile tedavi edebilirler? “(Haşir, 90)

Şerif Mardin, Türkiye’de insanlarımızın sosyal hayatında büyük değişmelere neden olan Bediüzzaman üzerinde bir Batılı sosyolog gibi durmuştur.  Kitabın sunuş kısmını yazan Taşkın Takış, eserin ilerleyen bahislerinde yine Şerif Mardin ile Bediüzzaman bahsine döner. Resmi çevrelerin Türkiye’de dini, bilimsel bir olgu ve sosyolojik bir olay olarak almadığını, bunu ilk defa bozanın Şerif Mardin olduğunu belirtir. Onun Said Nursi olayına eğilmesini anlatır. “Türkiye’de din sosyolojisi çalışmaları sosyal bilimlerin arka bahçesinde el değmemiş konular olarak duruyordu. Said Nursi ve Nurculuk hareketi bunlardan biriydi. İçeriden ve dışarıdan hazırlanmış incelemeler sayılmazsa, objektif kaygı güden yapıtların başında Mardin’in Bediüzzaman Said Nursi Olayı gelir. Aslında etkisi çok geniş bir sahaya yayılan hareket hakkında bu kadar az sayıda güvenilir kaynağın olması son tahlilde bilim camiasının içinde yer aldığı “korku“ları göstermektedir.

Bediüzzaman Said Nursi Olayı isimli inceleme Türkiye’de modernleşme serüvenini bildik bir hareket üzerinden değerlendirir. Nurculuk hareketinin yaygınlık kazandığı dönemlerde Cumhuriyet modernleşmesinin büyük bir mesafe katetmesinin aynı dönemlere rastlaması tesadüf değildir. Temel bir tez olarak modernleşme hikâyesine eşzamanlı bir biçimde farklı kesimler tarafından nasıl eşlik edildiği gösterilmektedir. 

Nurculuk hareketi her şeyden önce bir tecdid ve yenilenme hareketiydi. Mardin, modernleşmenin derinlerine inerek İkinci Abdülhamid’in reform çabalarını dikkatli bir şekilde tahlil eder. Dönemin İstanbul’undaki fikir hareketleri tüm canlılığıyla tasvir edilir. Bunun yanında Nursi’nin bulunduğu Bitlis, Van, İsparta gibi civar illerin kültürel ve demografik özellikleri incelenir. Aşiret ve ağalık gibi geleneksel kurumlar hakkında ayrıntılı bilgi ve rakamlar verilir. Bu bölgelerdeki yerli halkın yaşayış şekli ile eşrafın Osmanlı hükümetini temsil eden memurlarla kurduğu diyaloglar anlatılır. Özellikle bir hareketin hangi koşullar altında ortaya çıktığı etraflı bir biçimde anlaşılmaya çalışılır.

Said Nursi, son derece asi ve inatçı bir kişilikti. Nursi, çocukluğundan beri müthiş bir aktivizm içinde yer almaktaydı. Toplumun alışılmış gündelik telaşının dışında yaşıyordu. İyi bir medrese eğitimi almıştı. İlk dönemlerinde İslam reformizminin  tirumvirası  Cemalettin Afgani, Muhammed Abduh ve Raşit Rıza’nın fikirlerinden etkilenmiştir. Geleneksel lehçeyi kendine has üslubu ile kullanmaktaydı. Risale-i Nur’un mesajının geniş kesimlere ulaşabilmesi için öğrencileriyle birlikte büyük bir mücadelenin içinde yer almıştı. İmanın milyonlara yayılması davasını güdüyordu. Said Nursi İslamı uhrevi kimliğinden arındırmaksızın doğa bilimlerine ve modern dünyaya cevaplar üretiyordu.

Said Nursi, hareketinin kırsal çevreden derin yankılar bulması çok doğaldı. Zira, Kemalizm geleneksel kurumların manevi yönlerini doyurabilecek en basit ilmihal bilgilerinden mahrumdu. Kemalizm’in duygusal yankı yaratacak bir programı yoktu. Nurculuk hareketi aynı zamanda manevi değerlere vurgu yapan kesimlerin moderleşme taleplerinin geniş bir projeye katılım aynı zamanda bu, Cumhuriyet projesine katılımın sancılı bir serüveniydi. “ (Şerif Mardin Okumaları, 89)

Taşkın Takış, bu makalesinde, Said Nursi’nin neden Şerif Mardin’in Türkiye’nin değişim programındaki sosyolojik hareketlerin en önemli olanı olarak yer almasının nedenlerini izah etmiştir. Şerif Mardin, Tanzimat’tan günümüze Türk edebiyatının tiplerle konuşan eserlerinden hareketle sosyal değişime vesikalar üretmiştir. Bediüzzaman da bu sosyal değişimi hem eserlerindeki tipler hem de o eserleri okuyarak değişen insan tipleri ile gerçekleştirmiştir. Tanzimat’tan günümüze edipler, yazarlar, romancılar yeni Türkiye’yi arkalayıp götürecek tipler üretmişlerdir. Bu tiplerin hepsi uzun uzadıya anlatılabilir. Ama Türkiye’de bütün değişimler kendilerini sağlayacak veya devam ettirecek tipleri ne hazır bulmuştur, ne de yetiştirmiştir.

1918’de Mondros ile Osmanlı tarihteki yerini alırken birkaç sene sonra kurulan Türkiye Cumhuriyetini oluşturan memurlar Osmanlının memurları idi. Yeni bir cumhuriyeti götürmekle tarihe karışmış bir devletin icraatını götürecek olan kafalar aynı idi.

Ceyhun Atuf Kansu, Yakup Kadri’nin Ankara romanında idealize ettiği dört başı mamur roman kişisi Selma hanımı eleştirirken Türk inkılâbının bir Selma hanımı olmadığını söyler. “Anadolu devriminin bir Selma hanımı olsaydı, devrim bu değin yozlaşmaz, Atatürk’ün ölümü ile birlikte soluğunu da yitirmezdi. Devrimin bir Selma hanımı olmamıştır. Selma Hanım çatışması yoktur devrimde. Türk devriminin Yakup Kadri’nin yarattığı bir Selma Hanım’ı yoktur. Bu Selma Hanım’lar İstanbul’dan gelmişler, iki üç yıl Kurtuluş Savaşı Ankara’sının sıkıntılarını acılarını kocaları ile paylaşmışlar ve Cumhuriyet Ankara’sı ile birlikte halktan kopmuş bir devrim burjuvazisinin yaratılmasında kocalarına yardım etmişlerdir. O Selma Hanım’ların hiçbir iç çatışmaları olmamıştır. Apartmanlar, Galatasaray’da okuyan çocuklar, balolar, türlü türlü çıkar oyunları, giyim, kuşam, hiçbir soruna kafa yormadan, Yenişehir dedikoduları içinde yaşamak, kocalarını türlü çıkar işlerine sürmek, halktan ayrılmak, bu yeni devrim burjuvazisi kadınlarının ortaklık ettiği bir hayatla belirli öğeleri olmuştur. “(Ceyhun Atuf Kansu, Ankara, Yön Dergisi, 4.12.1964)Ceyhun Atuf, devrimin yazarlar kadrosunu da “İstanbul’dan getirilmiş oportünüstler alayı” olarak yorumlar. (aynı makale) 19. yüzyılın başından tip üretmeye çabalayan Türk aydınlarının tiplerinin hiçbiri İmparatorluğu geri saymaktan kurtaramamıştır.

Kurtuluş Kayalı, farklı bir söylemle, sanatlı bir ironiyle Şerif Mardin’in Said Nursi hakkında yazdığı kitaptan dolayı yazarın mahalle baskısına, hep aynı şeyleri söyleyen ve dar bir kanonik çevre içinde bunalan aydınların yürek daralmasından mahalle baskısına yönelen sosyologları eleştirir. “Belki de mahalle baskısı kavramı ve söylenenler bu nedenle soğuk duş etkisi yapmıştır. Bu durum muhtemelen daha doğru Şerif Mardin okumalarının yolunu açacaktır. Tabii ki bunun öncelikli şartı Şerif Mardin’in metinlerine, kendisinin yaklaşımlarına destek aramak yerine onu anlamaya çalışmak amacıyla yaklaşmaktadır. Aksi halde Şerif Mardin’in körün fili tarifi çerçevesinde görülmeye devam edilecektir. Zaten devam edilmektedir de.” (Şerif Mardin Okumaları, Kurtuluş Kayalı, 102)

Galile, Batı bilim ve felsefe tarihinde aykırı düşünceden hakikate giderek büyük bir yol açmıştır. Copernikci sistemi savununca yüzyılların evren anlayışına, Aristoteles’in scolastismine karşı olduğundan sapkınlıkla suçlandı. “Deneysel yöntemin kurucusu ve modern bilimin babası olarak bilinen Galile, kütle çekimi ve hareket konusundaki öncü çalışmaları ve deneyle matematiksel analizi birleştirmesi nedeniyle aynı zamanda deneysel fiziğin ve modern mekaniğin de kurucusu olarak kabul edilir. Onun en önemli başarısı, Aristoteles’in mantıksal sözel nedenleri bulmayı amaçlayan niteliksel yaklaşımına karşı, matematiksel akılcılığı ve niceliksel yaklaşımı yerleştirmiş olmasıdır. Onun temel ilkesi ölçmek ve niceliksel olarak belirlemek olmuştur.”  (Ahmet Cevizci, Felsefe Sözlüğü, 742)

Şerif Mardin Okumaları isimli kitabın yazarlarından Tayfun Atay’ın makalesinin başlığı anlamlıdır, ironiktir. Geriye dönüş tekniği ile bu kadar yüzyıl sonra Galile’yi yargılayan mantığın devam ettiğini göstermektedir. Başlık şu: “Şerif Mardin ve Türkiye’de Galile Olmak.” Dünyada mazlumlar birkaç sınıfa ayrılır; din mazlumları, bilim mazlumları, zulme karşı çıkan mazlumlar v b. Bediüzzaman din mazlumu olarak isimlendirilmiştir Necip Fazıl tarafından, onun eserinin adı Son Devrin Din Mazlumları adını taşır. Ama Bediüzzaman hem ilim, hem din, hem hürriyet, daha birçok alanda mazlumdur.  Onun eserleri temel olarak din şemsiyesi altında görünürse de o dinden sonra onlarca bilime giden, ama din penceresinin büyüklüğünden o temalara gidebilen bir büyük dehanın eserleridir. Şerif Mardin de Bediüzzaman gibi mazlumdur, ilim mazlumudur. Bir mazlumu savunduğu için onu yargılayan zalimlerin yeni vitrine koyduğu bir başka mazlum. Yani yeni Galileo.

Tayfun Atay, Sayın Şerif Mardin’i Galile yapan nedenler üzerinde durur.  Akademik yaşamındaki tesiri yanında Türkiye’deki sosyolojik çalışmalardaki farklılığını anlatır, aykırılığını vurgular: “Şerif Mardin, daha genel çerçevede Türkiye’de dine yönelik bilimsel, entelektüel ve akademik ilginin, yeni, değişik, farklı demek yetmez, aykırı bir açılım kazanmasında üstüne basa basa söylemek gerekirse ilk tohumu atmış olan isimdir. Ancak bu aykırılık, Türkiye’de zihin ve duygu dünyaları belli bir epistemolojik şablona yani bilme biçimine göre tohumlanıp olgunlaşmış pozitivist –laisist entelijansiya karşısında onun bir lanetli öteki konumuna yerleştirilmesine neden olmuştur. Bağlantılı olarak ondan etkilenen ve din konusunu ele alırken onun yaklaşımını benimseyenleri de en kötüsünden  ‘beyni yıkanmış zavallılar’ en iyisinden ‘iki arada bir derede kalmış, kafası karışık biçareler’ olarak etiketlenme durumunda bırakmıştır.” (Şerif Mardin Okumaları, 104)

Tayfun Atay, iki Galile’ye, Bediüzzaman ve Şerif Mardin’e karşı takınılan tutumu iki örnek vaka ile biçimlendirir: “Mikropla Uğraşmak. Bu söylenenleri somutlaştırma yolunda başımdan geçen iki olayı paylaşmak istiyorum. Şerif Hoca’nın Türkiye’de din konusunda ezber bozucu mahiyetteki aykırı çözümleme ve yorumlarının bu memlekette Cumhuriyetin başından 1980‘lere kadar rakipsiz olan o dönemden sonra ise rakipsiz konumunu kaybetse de etkinliğini sürdüren pozitif laisist entelijansiya tarafından nasıl değerlendirildiğine örnek teşkil eder bunlar. Birincisi doğrudan Şerif Hoca’nın kendisi ile ilgili, ikincisi ise onun hayli gürültü koparan Said Nursi çalışmasıyla ilişkilendirilebilecek, böylece dolaylı olarak onun yapıp ettiklerinin yukarıda belirtilen entelijensiya açısından nasıl anlamlandırılıp değerlendirildiğine ışık tutacak bir mahiyet taşır.

“İlk örneğimiz İngiltere’den Londra’da lisansüstü eğitimimi sürdürdüğüm okul, birer hafta arayla Türkiye’nin iki duayen sosyal bilimcisini konuk etmişti. Bunlardan biri Şerif Hoca’ydı. Kendisi bir konuşma yapmak için davetliydi. Konuşmasını dinledik, sonra sohbet ettik ve uğurladık onu. Bir hafta sonra okulda düzenlenen bir sempozyum çerçevesinde Türkiye’den saygın bir sosyal bilimci aramızdaydı. Sempozyumdan sonra onunla da sohbet ederken, ona önceki hafta Şerif Hoca’nın okulda olduğunu söyledim. Bunu duyar duymaz birden yüzü donuklaştı, kısa bir süre durakladı ve gergin ‘Ne anlattı?’ diye sordu, sonra da şu sözler döküldü ağzından;

‘Onu hiç affetmeyeceğim! Cumhuriyetin imkânlarıyla okudu, en çok nimetini o yedi Cumhuriyetin; ama Cumhuriyet’e en büyük kötülüğü de o yaptı…’

İkinci örnek ise Türkiye’de bir başka tanınmış sosyal bilimcimizle bir akşam yemeğinde yaşandı. Şerif Hoca’nın o dönemde yeni yayımlanmış olan Said Nursi çalışmasından konu açılmıştı. Ben bu çalışmanın önce sosyolojik anlamda çözümleyici gücü üzerinde birkaç söz ettiğimi hatırlıyorum. Sonra da Şerif Hoca’nın bu çalışmada ki derdinin Said Nursi’den çok, onun üzerinden Türkiye’de Osmanlıdan Cumhuriyet’e geçişte yaşanan toplumsal değişim sürecinin eleştirel çözümlemesi olduğunu vurguladım… Nihayet onun araştırma nesne’sinden nasıl bağımsız bir yaklaşım içinde olduğuna dair birkaç söz daha etmiştim ki sohbet ettiğim sosyal bilici hocam birden araya girdi ve şunları söyledi.

‘Said Nursi öyle bir mikroptur ki, sen ne kadar iyi niyetli olursan ol, ona dokunduğunda istesen de istemesen de sana bulaşır.’
Yukarıda ifadelerine yer verilen her iki sosyal bilimci de Türkiye’de çok öğrenci yetiştirmiş saygın ve değerli insanlar. Şerif Mardin karşıtı çizgilerini bariz kılan sözlerine yer vermekten muradım onları olumsuzlamak değil. Onların Şerif Hoca’ya ve onun dolayımıyla din konusuna ilişkin ağır ifadelerine yer vermemin nedeni, bu ağırlığı var eden ideolojik, daha doğrusu epistemolojik bağlama dikkat çekmek istemem. Yukarıda zikredilen onlara ait sözler, öncelikle Türkiye’de dine yönelik anlama ve çözümleme çabası sergileyen bir sosyal bilimciye tipik akademik yaklaşımın ne olduğunu çarpıcı biçimde örnekledikleri için dikkate değerler. İkinci ve bağlantılı olarak özellikle bir dini ilmi şahsiyete- Said Nursi – genelde ise Cumhuriyet Türkiyesi’nde dinin, kültürel, siyasal ve ideolojik anlamda kimliksel dışa vurumlarına yönelik ortalama enteklektüel tavrı kristal berraklığıyla sergiledikleri için dikkate değerler. Her iki ifadede de yer alan kavrayış çerçevesinin Türkiye’de yakın zamanlara kadar bürokratik, akademik ve entelektüel iklimde yaygın ve hâkim olduğu söylenebilir. Öyle olunca bu memlekette Şerif Mardin olmak da, onun düşünsel çerçevesinden etkilenen ve onu izleyen bir öğrenci tilmiz olmak da zor zanaat haline gelmiştir.” (Şerif Mardin Okumaları, s 105)

Bir Anti-kahraman Said Nursi

Tayfun Atay, roman terminolojisine göre bir benzetme yapar ve Bediüzzaman’ı yaşadığı dönem içinde bir anti kahramana benzetir. İngiliz roman terminolojisinde protoganist ve antagonist diye iki tür kahraman sınıflandırılması vardır. Protagonist romanın bütün olaylarının etrafında yer aldığı merkezi ve odak şahıstır. Antagonist ise kahramanın, protagonistin karşısında yer alır. Romanın mesajı ve hakikatı bu ikilinin çatışması ve mücadelesi ile ortaya çıkar. Cumhuriyet ideolojisinin anti kahramanı yoktur, bütün kahramanlar çatışmayı ortadan kaldırmış, tek kale maç oynarlar. Zıddıyla kavgalı olan bir demokratik mantık bizde çok sonraları görülmüştür demokrasimizde. Bediüzzaman’da kimsenin hesab etmediği bir kimlik, anti kahraman olarak ortaya çıkmıştır. Cumhuriyet bir anti kahramana göre düzenlenmemiş ve dizayn edilmemiştir. Muhalefetin ayıklayıcı ve hataları gösterici mantığı görülmez. Cumhuriyete sadık olan bazı kişiler çeşitli vesilelerle ülkeden bazı görevlerle gönderilmişlerdir. Yakup Kadri, Yahya Kemal elçiliklerle ülkeden uzaklaştırılmışlardır. Bu yüzden Yakup Kadri kendini Zoraki Diplomat olarak isimlendirir.  Anti kahramanlı bir demokrasi fikri bize Menderes idaresi ile gelmiştir. Halide Edip de mücadelenin ciddi anlamda içinde olduğu halde ülkeyi terk etmiştir, onun da kendine göre gerekçeleri vardır. Ama bütün bunları bir demokrasi mantığı içinde muhalefet halinde bir koro halinde götürmek kimse tarafından düşünülmemiştir.

Bediüzzaman Milli Mücadelenin içindedir, İngilizlerin İstanbul’u işgali sırasında İstanbul’dadır. Onlar siyasetleriyle kamuoyunu lehlerine çevirmiş, ulemayı dahi aldatmışlar, İngiliz Muhibler Cemiyeti İstanbul’un aristokrat kesiminden çok önemli şahısları bünyesinde barındırmıştır, öyle ki bu adamlar İngiliz himayesinde ülkesinde daha rahat yaşayacağını kabul edecek kadar hürriyet fikrinden mahrum marazi derecede rahat adamlardır. Bediüzzaman ise İngilizler aleyhline yazdığı eserini iki öğrencisi ile İngiliz ve işgalci diğer zaptiyelerin denetimindeki İstanbul’da dağıtır, kamuoyunu milli mücadelenin lehine çevirirler.  İngiliz işgal kumandanı onun öldürülmesini isterse de bunun çok büyük kargaşaya neden olacağı kendine söylenir ve vazgeçer. Bediüzzaman büyük bir kahramandır. Milli Mücadele bitip Türkiye bağımsızlığını ilan edip yeni Türk devleti ortaya çıkıncaya kadar o büyük bir kahramandır. Van’a gidip bir kenara çekilince, o birden bire bir anti kahraman olur ve oradan alınır, İstanbul yolu ile Barla’ya sürgün edilir. O Türkiye’nin büyük romanından alınmış, bir protogoinst iken fon şahıs durumuna düşürülüp bir köye sürgün edilmiştir. Sahneden tamamen silinmiştir.

Ama kahramanlık onda asli bir unsurdur, ondan sonra o eserler yazarak ülkesinin gündemdeki yerini alır, yine kahramandır ama, hâkim düşüncenin istemediği bir anti kahramandır. Eserleri ülkenin ve her yerin gündemine girip, insanlar tarafından büyük bir iştiyakla okununca, “biz seni sahneden kovmuştuk sen hala sahnede duruyorsun” der gibi anti kahraman ile otuz yıl gizli kapaklı, aşikar mücadele edilmiş, sahneden silmek için bütün cebri yollar kullanılmış ama o bir türlü sahneden atılamamış, sahnenin ebedi hâkimi gibi görünenler sahneden rolleri bitince ayrılmışlar, o gün geçtikçe sahnedeki yerini sağlamlaştırmıştır. Bu yüzden Tayfun Atay‘ın anti kahraman ifadesi yerinde bir kullanımdır. Şimdi Tayfun Atay’ın yorumlarına dönelim. Onun anti kahraman konusundaki yorumları yüzünden nasıl aforoz edildiğine bakalım.

“Said Nursi kitabında, Türkiye coğrafyasının bu bir numaralı antik kahraman‘ını sosyo- tarihsel bağlamda çözümlerken İngiliz Simgesel Antropojisinin çığır açıcı ismi Victor Turner’in kuramsal ve kavramsal dağarcığından beslenir. Yine iddia edebilirim ki ne Şerif Hoca’nın kitabını yazdığı, ne kitabın Türkçe’ye çevrildiği dönemde Türkiye antropolojisi Turner’in adından da yapıp ettiklerinden de düşünüp yazdıklarından da yeterince haberdardır. Kısaca dünyada kuramsal anlamda olup bitenleri derhal yakalayan ve bu bakımdan Türk sosyal bilimlerinin kuramsal çözümleme pratiğinde hep bir boy önde olan isimdir Şerif Mardin.

Şerif Hoca yine Türk sosyal bilim dünyasıyla ilişkili ve kanımca hayli dramatik bir başka özelliğe  daha sahiptir. O kendisiyle ortak dili konuşan meslektaş yahut düşündaşlarının önemli bir kesimi tarafından en ortalama deyişle afaroza uğramış bir insandır.” (Şerif Mardin Okumaları, s 107)

Tayfun Atay, Nur cemaatinin de Şerif Mardin hoca’yı yeterince anlamadığını belirtir. Sosyolog ile cemaatin bakış açısını karşılaştırır. “Öte yandan Şerif Hoca’nın dilinden dökülenlerden hoşlanan çevreler, sözgelimi Nur cemaatinin ileri gelenleri ve üyeleri ise onun ne dediğini anlamakta zorluk çekerler. Şerif Hoca’nın Said Nursi çalışmasının bu sözünü ettiğimiz ikinci çevrede, kitap henüz Türkçe’ye çevrilmemişken büyük heyecan ve coşku yaratması, ancak Türkçe’ye çevrilip nüfuz edilebilir olduğunda ise hayal kırıklığı ve sönüklüğe yol açmış olması üzerinde bu bakımdan düşünmek gerektir.

Kuşkusuz Şerif Hoca da Nur cemaati üyeleri kadar önemsemiştir Said Nursi’yi. Ancak sorun şuradadır ki, cemaat üyeleri için özne olan Said Nursi, Şerif Mardin için nesnedir. Şerif Hoca, esasen Said Nursi üzerinden Osmanlıdan Türkiye’ye yaşanan siyasal, toplumsal ve kültürel değişme ve süreklilikler ile bunların insanların anlam ve değer dünyasında yol açtığı sarsılma ve kırılmalar üzerine çözümlemelere gitmektedir. Said Nursi’yi hayatının öznesi yapmış insanlar açısından, bu öznenin bir araştırma konusu olarak öne çıkması heyecan yaratmış, ama bu öne çıkışın nesneleştirme suretiyle olması onların umduklarını bulamamalarına yol açmıştır.

Cemaat onun özneden nesneye indirgenmesini, sosyal bilimciler de Said Nursi’nin bir kahraman ve bilimin nesnesi olmasını çekememişlerdir.” Öte yandan Said Nursi’yi bir anti kahraman olarak, ters yönden öznelleştiren laik, Kemalist ve pozitivist Türk sosyal bilimcileri açısından, onun bir araştırma nesnesi olarak dahi öne çıkartılmış olması kabul edilemez tahammülfersa bir girişimdir. Çünkü biraz önce yukarıda denildiği üzere Said Nursi bir miktoptur ve mikropla uğraşmak, mikrop kapmaya ve mikropun taşıyıcılığına ve bulaşıcılığına yol açacaktır.” (Şerif Mardin Okumaları, s 108)

Şerif Mardin’i en iyi anlayanlar sosyalist-entelektüel bir çevredir. “Ancak bu hercümerc içerisinde Şerif Hoca’yı hem anlayan hem de ondan hazzeden bir çevrenin varlığını ve çevrenin Şerif Hoca’nın yeni kuşaklar nezdinde entelektüel kredisinin yükseltilmesine olan katkısını es geçmek haksızlık olur. Bu, Murat Belge öncülüğünde Birikim Dergisi ile İletişim Yayınları bünyesinde şekillenen ve sivil toplumcu vasfıyla öne çıkan bir sosyalist entelektüel çevredir.“ (Şerif Mardin Okumaları, s 108)

Diğer Değerlendirmeler

Sosyolog Mustafa Güneri Gök, Yüzüncü Yıl Üniversitesi’nde yaptığı, Türkiye’de Din Sosyolojisi –Şerif Mardin Örneği isimli tezinde, Şerif Mardin’i Türkiye’deki bazı sosyologlarla yol ayrımına sokan çalışması olan Türkiye’de Din ve Toplumsal Değişim – Bediüzzaman Said Nursi Olayı isimli çalışmasının sosyoloji, ülkemizin sosyoloji çalışmaları içindeki yerini belirler. Güdümlü bir sosyoloji yorumu değil, bize göre bir sosyoloji değerlendirmesi olduğunu vurgular. “Mardin İslamın da, bu toplumun da (genellemelerden uzak) kendine özgülüklerini ön plana çıkarmaya çalışmaktadır. Bu çerçevede kavramların bile yerine göre bir genelleme taşıdığını düşünür. Bu konuda Türkiye’deki gelişmeleri ilgi odağı haline getirmesiyle, din sosyolojisi üzerine örnek bir çalışma olan Modern Türkiye’de Din ve Toplumsal Değişim – Bediüzzaman Said Nursi Olayı onun bu alandaki özgün bir din sosyolojisi çözümlemesi olarak da görülmektedir. Din sosyolojisinde çok yönlü bir perspektif kullanmasının temel nedenlerinden biri de budur.“ (Şerif Mardin Okumaları, s 174)

Bediüzzaman, Büyük Millet Meclisi ile ilk buluştuğunda namaz konusundaki ihmallerden rahatsız olur. Yazdığı birkaç sahifelik metinde namazı anlatmakla birlikte Milli Mücadeleyi kazanan ve meclisi kuran ekiple düşüncelerini karşılaştırır. Namaz sadece oradaki birçok bahse bir penceredir. Bediüzzaman büyük bir geleneksel modernisttir. Meclisin hem saltanatı hem de hilafeti temsil etme yetkisinin bir şahsın temsilinden daha mantıklı olduğunu söyler. ”Şu inkılab-ı azimin temel taşları sağlam gerek. Şu meclis-i âlinin şahsiyet-i maneviyesi sahip olduğu kuvvet cihetiyle mana-yı saltanatı deruhte etmiştir. Eğer şeair-i İslamiyeyi bizzat istimal etmek ve ettirmekle mana-yı hilafeti dahi vekaleten deruhte etmezse, hayat için dört şeye muhtaç, fakat an’ane-i müstemirre ile günde laakal beş defa dine muhtac olan şu fıtratı bozulmayan ve levhiyat-ı medeniye ile ihtiyacat-ı  ruhiyesini  unutmayan bu milletin hacat-ı diniyesini  Meclis tatmin etmezse, bilmecburiye mana-yı hilafeti  tamamen kabul ettiğiniz isme ve lafza verecek. O manayı idame etmek için kuvveti dahi verecek. Hâlbuki meclis elinde bulunmayan ve meclis tarikiyle olmayan böyle bir kuvvet, inşikak-ı asaya sebebiyet verecektir. İnşikak-ı asa ise “vatesimubihablillahicemian” ayetine zıttır. Zaman cemaat zamanıdır. Cemaatin ruhu olan şahs-ı manevi daha metindir. Ve tenfiz-i ahkâm-ı şeriyeye daha ziyade muktedirdir. Halife-i şahsi ancak ona istinad ile vezaifi deruhte edebilir. Cemaatin ruhu olan şahs-ı manevi eğer müstakim olsa ziyade parlak ve kâmil olur. Eğer fena olsa pek çok fena olur.” (Mesnevi Nuriye s, 100)

Mustafa Günerigök, Bediüzzaman’ın bu farklı yenilik anlayışını makalesinde Mardin’in çalışmasına dayanarak anlatmıştır. “Şerif Mardin modernleşmenin önemli bir kısmının İslamlaşma süreciyle gerçekleştiğini düşünür. Bu konuyu, Nurcu hareketin kurucusu Bediüzzaman Said Nursi hakkındaki etkileyici çalışmasında çarpıcı bir biçimde verir. Mardin’e göre İslami gruplar sırf dinsel dönüşümü sağlamazlar. Başta siyasal hayat olmak üzere her türlü alanın modernleşme çerçevesinde dönüşümü sağlarlar. Örneğin Said Nursi, kaldırılan halifeliğin TBMM tarafından temsil edildiğini ve zaten tek kişinin artık böyle bir temsili üstlenemeyeceği inancını arkasındaki kitleye vererek modern siyasi dönüşüme katkıda bulunur.“ (Şerif Mardin Okumaları, s, 177)

Bediüzzaman halifeliğin ve saltanatın ilgasıyla Osmanlı tarzı yaşamdan koptukları için ülkeyi terk eden binlerce muhafazakâr gibi davranmamış, Cumhuriyetin ve Büyük Millet Meclisinin hem saltanatı hem de hilafeti temsil edebileceğini meclistekilere anlatmıştır. Bu kadar toplumun düşünen adamlarının, siyasilerinin, sosyologlarının çok ilerisinde düşünen bir adamı nedense olmadığı şekilde göstermek bu ülkenin bir takım yarasa mizaçlı aydınlarına has bir garip tutumdur. Bu yüzden onun Cumhuriyeti, Milli Mücadeleyi kuran ve inşa eden –ki kendisi de onların içindedir- ekiple bir sorunu olmamıştır, çekilip Van’a gitmiştir.

Adem Çaylak isimli sosyolog Şerif Mardin’in fikirlerinin özellikle Kemalist çevrelerde nasıl karşılandığı konusunda izlenim ve bilgilerini anlatır. ”Kemalist Söylem nezdinde Şerif Mardin. Mardin’in özellikle İslam, tarikatla ve Nakşibendîlik üzerine yaptığı ve siyasal ve toplumsal değişmeyi açıklayabilmek amacıyla ortaya çıkardığı din eksenli çalışmaları konusunda üçüncü pozisyon alış, Cumhuriyet’in kurucu kadrolarının din konusundaki yaklaşımlarına paralel bir biçimde davranmayı hala büyük erdem olarak gören Kemalist zümre içinden gelmektedir. Özellikle Mardin’in modern Türkiye’de din toplum ilişkilerini ele aldığı ve Türk modernleşme sürecinin bir parçası olarak nitelediği Nur hareketinin lideri Bediüzzaman Said Nursi‘nin sosyolojik biyografisi olan Bediüzzaman Said Nursi Olayı, Modern Türkiye’de Din ve Toplumsal Değişme isimli kitabı yayınlandıktan sonra, Mardin Kemalist kesimin hiddetini üzerinde toplamış ve dini Cumhuriyet rejimi karşısında meşrulaştıran bir kişi ve Nurcular olarak bilinen İslami kesimin hayranı olarak sunulmuştur. İlginçtir ki yıllar önce Said Nursi çalışmasının projesini hazırlarken Mardin, İsmet İnönü’nün bir görüşme sırasında kendisine; “Bu adam çok tehlikelidir. Seni de ifsad etmesin“ diyerek uyardığını nakletmektedir.

Şerif Mardin Said Nursi kitabının yazılmasında Cemil Meriç‘in tesirini anlatır; “Cemil Meriç bana, bu şahsiyetin derinlemesine incelenmesi boşuna yapılacak bir iş değildir. Orada gerçekten incelenmesi gereken bir cevher vardır. Eğer meseleyi incelerseniz bu konuda yanlış bir yola girmezsiniz” demişti.

Mardin, Said Nursi çalışması yüzünden Türkiye Bilimsel Akademisi TÜBA üyeliğinden hiçbir resmi gerekçe gösterilmeden iki kez veto yediğini anlatmaktadır. Bu bile Mardin’in Türkiye’de yandaşlık-taraftarlık ya dışlama –görmezlikten gelinme ekseninde değerlendirildiğine en güzel örnek olmak gerektir.“ (Şerif Mardin Okumaları, s 219)

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
4 Yorum