Serdar BİLGİN
Duvarlarımızı Ne Zaman Yıkacağız?
“Seyahat Notları”
İstanbul Havalimanından başlayan yolculuğumun iki saat on beşinci dakikasında Bavyera’nın en büyük şehri ve başkenti olan Münih’e indim. Münih Franz Josef Strauss Havalimanında kontroller uzun sürdü; sebebi güvenlik değil, ülkedeki göçmen yoğunluğuna karşı gelişen genel bir temkin hâliydi. Almanlar; ülkeye giren her yabancıyı ölçüyor, tartıyor, anlamaya çalışıyordu. Ancak bunu bir düşmanlık olarak değil, bir belirsizliğin sonucu olarak gördüm. Almanya son yıllarda çok farklı ülkelerden çok büyük göç dalgaları almıştı. O nedenle sarı kafalı olmadığınızda göçmen olma ihtimaliniz vardı ve sizi kara fafalı (dunkelhaarige) olarak fişliyorlardı. Bu ifade dikkatimi çekti. Münih Franz Josef Strauss Havalimanında Alman pasaport polisleri tarafından ifade edilen dunkelhaarige (kara kafalı) kelimesi, aslında saç ve ten rengi anlamında kullanılmıyordu. Bu kelime sosyolojik bir ayrımın işareti olarak kullanıyordu. Alman pasaport polisleri “dunkelhaarige” diyerek aslında şunu söylüyorlardı.
“Bizden olmayan, bizim gibi görünmeyen, bizim kültürümüzden gelmeyen.”
Bu kelime yalnızca bir fiziksel betimleme değil, yabancılık, göçmenlik ve statü farklılığı anlamlarına da bürünmüştü. Yani bu ifade;
Yabancı
Yeni gelen
Dil bilmeyen
Entegre olamamış
Potansiyel kaçak veya kayıtsız göçmen gibi anlamlara geliyor, kültürel bir etiket, göçmenlikle özdeşleşmiş bir kelimeye dönüşüyor, aslında derin bir kültürel mesafeyi ifade ediyordu. Almanya’nın son yıllarda aldığı yoğun göç dalgası, yerli halkın zihninde görünmez bir kategorizasyon oluşturmuştu, kimse bunu açıkça söylemiyordu ama hissediliyordu. Hatta şunu da üzülerek ifade etmeliyim Alman siyasetine, siyasetçilerine bile bu durum yön veriyordu. Bu durum beni hem duygulandırdı hem düşündürdü. Bu duygu ve düşünceler ile Münih Franz Josef Strauss Havalimanından ayrıldım.
Havaalanından çıkıp Münih sokaklarına karıştım. Şehirde ilk adımlarımı atar atmaz şunu fark ettim: küreselleşme, şehirlerin yüzünü birbirine benzetmiş, sokaklar adeta aynı kalıptan çıkmış gibi geldi. Toplu ulaşımı, metronun yeraltındaki ağır atmosferi, AVM’lerin benzer mimarisi, elinde akıllı telefonuyla bir şeyler izleyen Alman gençler… Hepsi Türkiye’den tanıdık. Tabelalar değişmiş ama şehirlerin ruhu aynılaşmış. Bir sokak başını dönüyorum, başka bir ülkede değil de sanki İstanbul’un bir semtinde gibiyim. Çevre temizliği konusunda dikkatli bir şehir Münih; tek istisnasının sigara izmaritleri olduğunu ifade etmeliyim. Onların da dünyanın ortak hatası hâline geldiğini eklemeliyim. Birçok Avrupa ülkesinde benzer durum var. Yine de kaldırımın düzeni, yolların temizliği, parkların özeni insanın ruhunu dinlendiriyor.
Olympiaturm’a çıkıp şehri 360 derece izleme fırsatı buldum. Yukarıdan bakınca şehrin ne kadar derli toplu ve planlı olduğu daha net gördüm. Olympiaturm’dan sonra BMW Welt ve BMW Müzesi’ne geçtim. BMW Welt ve BMW Müzesi’nin tasarımın, mimarinin ve teknolojinin ruhunu görmek isteyen herkes için büyüleyici bir durak olduğunu ifade etmeliyim. Dünyanın otomotiv kalbinin burada attığını hatta otomotivde dünyanın başkenti olduğunu söylersem abartı olmaz. BMW’nin Almanca açılımı olan Bayerische Motoren Werke’nin Türkçe karşılığının Bavyera Motor Fabrikaları olduğunu öğrendiğimde, bu dev şirketlerin aslında ne kadar köklü ve yerel bir geçmişe sahip olduğunu düşündüm. Bir buçuk milyonluk bu şehirde Türkiye ekonomisi büyüklüğünde şirketlerin olması ise bende hayranlık uyandırdı.
Şehirde dolaşırken Münih’in yalnızca sanayi ve ekonomiyle değil, tarih ve kültürle de örülü olduğunu daha iyi anladım. Her adım başında geçmişle modern hayatın birbirine dolandığı bir düzen var. Şehrin gezilecek yerlerini dolaşırken bunu daha güçlü hissettim. Münih’in merkezine doğru yürüdüğümde yolum Marienplatz’a düştü. Burası tam anlamıyla şehrin atar damarı…
Yeni Belediye Binası’nın (Neues Rathaus) gotik ihtişamı beni çok etkiledi. Meydandaki hareketlilik, sokak sanatçıları, kafelerde oturan insanlar… Hem tarihi hem modern bir yaşamın iç içe geçtiği bir alan olarak karşıma çıktı.
Marienplatz’a birkaç adım uzaklıktaki Frauenkirche gittim; Frauenkirche, iki kubbeli dev kuleleri ile şehrin sembolü hâline gelmiş. İçeri girdiğimde beni yüksek tavanlar, uzun sütunlar ve mekânı olduğundan daha geniş gösteren dikey bir mimari karşıladı. Duvarlarda aşırı süsleme yoktu; o sadelik, mekânın ruhuna bir dinginlik katıyordu.
Ardından Avrupa’nın en büyük şehir parklarından olan Englischer Garten’e gittim. Devasa çayırlar, göller, yürüyüş yolları, bisikletliler, kano yapanlar… En şaşırtıcı olanı ise parkın içinde sörf yapan Alman gençleri görmekti.
Münih’te gezilecek yerler arasında adını en çok duyduğum yerlerden biri Nymphenburg Sarayı idi. Şehrin merkezinden biraz uzaklaşınca, aniden geniş bir alanın içinde yükselen bu beyaz ve zarif sarayla karşılaştım. Sarayın uzun ve simetrik cephesi, önündeki geniş göletle birlikte adeta bir tablo görüntüsü oluşturuyordu. Göletin kenarında süzülen kuğular ve ördekler ise bu tabloyu daha da etkileyici hale getiriyordu. Bu tabloyu fotoğraf karesi yapmasam olmazdı. Fotoğraf çektikten sonra sarayın içine girdim. İçeri adım attığımda karşıma çıkan salonlar, yüksek tavanlar, altın varaklı işlemeler ve dönemin Bavyera kraliyet ailesine ait eşyalar; Avrupa aristokrasisinin zarafetini bütün detaylarıyla hissettiriyordu. Her oda, farklı bir hikâyeye açılan kapı gibi beni başka bir zamana götürdü.
Buraya kadar her şey çok güzeldi. Ancak farklı renkleri farklı güzellikleri barındıran bu güzel şehrin sokaklarını dolaşmaya devam ederken göçmen karşıtlığı bir eylem ile karşı karşıya kalınca çok üzüldüm. Oturdum, Almanya’nın birinci ve ikinci dünya savaşları ile soğuk savaş döneminin izleriyle, Berlin Duvarı’nın yarattığı tarihsel kırılmalarla nasıl yüzleştiğini ve nasıl toparlandığını düşündüm. Takdire şayandı. Almanya önce kendi iç sonra da dış duvarlarını yıkmıştı. Doğu ile Batıyı birleştirmişti. Avrupa Birliği ile sınırlarını kaldırmıştı. Ama bu günlerde –belki de farkında olmadan- yeni bir duvar örüyordu.
Göçmen–yerli duvarı.
Önyargı–gerçeklik duvarı
Kimlik–uyum duvarı
Ama maalesef bu duvar görünmüyordu, ama etkisi en sert betonlardan bile ağırdı. Son yıllarda Almanya’ya her girişimde bunu hissediyordum. O an şunu düşündüm:
“Duvardan duvara koşan insanlık, kendi kalbinin duvarlarını ne zaman yıkacaktı? Bir ülke sınırlarını açabilir, ama insanların zihinleri kapalıysa o sınır hiçbir şey ifade etmezdi.”
Almanya, Berlin Duvarı’nı kaldırarak siyasi bir başarı elde etmişti; fakat toplumsal bütünleşmenin yolu yalnızca duvar yıkmakla değil, birbirine yaklaşmakla mümkündü. Almanya’nın bunu başarıp başaramayacağını bilmiyorum. Ama bildiğim bir şey vardı. Biz de kendi coğrafyamızda benzer duvarlar örüyorduk. Mezhep, kimlik, ideoloji, yaşam tarzı… Belki daha görünmez, belki daha sessiz ama çok daha derin duvarlardı bunlar.
Beni Passau’ya götürecek trene bindim, gördüklerimi düşündüm yol boyu.
…Ve şunu sordum kendime:
“Biz kendi aramızda birlik olamazsak, başka milletlere nasıl kendimizi anlatacağız?”
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.