Şanlıurfa Barosu: Said Nursi'nin mezarının bilinmesinde kamu yararı var!

Şanlıurfa Barosu: Said Nursi'nin mezarının bilinmesinde kamu yararı var!

Said Nursi ile ilgili belgeleri vermediği için Şanlıurfa Valiliği’ne dava açan Şanlıurfa Barosu dava dilekçesinde gerekçeler sıralandı

Risale Haber-Haber Merkezi

Avukat Murat Aydeniz ile Avukat Nurullah Küçükoğlu’nun hazırladığı dilekçede, “Hukukun Üstünlüğünü, İnsan Haklarını Savunmak ve korumanın Baroların temel görevleri arasında” yer aldığı belirtilirken, “Merhum Said-i Nursî’nin naaşının defnedildiği yerden alınarak kaybedilmesinin ağır bir insan hakkı ihlali olduğu ve naaşın İlimizden kaçırıldığı da göz önüne alındığında, Müvekkil Kurum’un iş bu konuda dava ve taraf ehliyetinin bulunduğu hususu her türlü şüpheden varestedir” ifadeleri yer aldı.

Şanlırfa Barosu’nun Said-i Nursî’nin kayıp naaşının yerinin bulunmasıyla ilgili İdare Mahkemesinde dava açılması kararının “oybirliğiyle” alındığının vurgulandığı dilekçedeki gerekçeler şöyle:

Naaşı mezar soyguncularınca çalındı

Merhum Said-i Nursî 23 Mart 1960’ta ilimiz Şanlıurfa’da vefat etmiş, ertesi günü ilimizde bulunan Mevlid-i Halil (Dergah) Camisinin avlusunda defnedilmiştir. Maalesef defninden 111 gün sonra 12 Temmuz 1960’ta Darbeci Zihniyet tarafından, eski dilde nebbaş olarak tesmiye edilen mezar soyguncularınca çalınmış gibi, bizzat Dergah Camisi görevlilerine açtırılan kapıdan girilmemiş gibi, demir parmaklıkların bir ucu kesilerek oradan içeri girilmiş süsü verilerek mezarı parçalanmış ve naaşı kamuoyunca bilinmeyen bir yere götürülmüştür.

Kayıp naaşı ile ilgili bilgi ve belge bulunmaması mümkün değil

Müvekkil Kurum (Şanlıurfa Barosu), Davalı İdareye (Şanlıurfa Valiliği’ne) başvuru yaparak Davalı İdareden arşiv kayıtlarının tetkik edilerek merhum Said-i Nursî’nin kayıp naaşının yeri ile ilgili bilgi ve belge talebinde bulunmuş, Davalı İdarenin kayıtlarında kayıp naaş ile ilgili bilgi ve belge bulunmaması halinde, Genel Kurmay Ankara Seferberlik Bölge Başkanlığı ve Milli İstihbarat Teşkilatı kayıtlarında Merhum Said-i Nursî’nin kayıp naaşı ile ilgili bilgi ve belge bulunmamasının mümkün olmadığı hususu açık olduğundan ve böyle ağır bir insanlık suçunun sır olamayacağından bahisle de, anılan kurumlara müzekkere yazılarak kayıp naaşla ilgili bilgi ve belgelerin müvekkilimize verilmek üzere bahsi geçen kurumlardan talep edilmesi istenilmiştir.

TBMM Komisyonu, iade-i itibarına karar verdi

Merhum Said-i Nursî’nin naaşı ilimiz idari sınırları içerisinden kaçırıldığından dolayı Davalı Kurumun idari anlamda sorumluluğu bulunmaktadır. Davalı İdare, her ne kadar arşiv kayıtlarında kayıp naaşın yeri ile ilgili bilgi ve belge bulunmadığını belirtmiş olsa da; İdari Sorumluluk ilkesi gereği kayıp naaş ile ilgili yukarıda belirttiğimiz kurumlara bu konuda yazı yazıp araştırma yapması gerekirken, herhangi bir araştırma yapmaması idari işlemin iptalini gerektirmesi bir yana, “hukuk devleti” ilkesine de aykırılık teşkil etmektedir. Anayasa Mahkemesinin yerleşik içtihatlarında “hukuk devleti” insan haklarına dayanan bir devlet olarak tanımlanmıştır. Bilindiği üzere İdare Hukukunda tüm idari işlemlerin genel amacı “kamu yararı” olarak ifade edilmektedir. 

Davaya konu idari işlem, amaç yönünden de hukuka aykırılık taşımaktadır. Burada kayıp naaşın yerinin bilinmemesinde değil, bilinmesinde bir “kamu yararı” bulunmaktadır. 24 Şubat 1993’te TBMM  İnsan Hakları İnceleme Komisyonu, Merhum Said-i Nursî’nin iade-i itibarına dahi karar vermiş iken ve ayrıca çok uzun zamandan beri toplumun büyük bir kısmının bilmek istediği, defalarca Mecliste kayıp naaşın yerinin tespiti ile ilgili araştırma önergeleri verilmiş bir konunun açıklığa kavuşmasında elbette ki büyük bir “Kamu Yararı” bulunmaktadır. Bu yönüyle dahi davaya konu işlemin iptal edilmesi gerektiği açıktır.

Hakikati bilme hakkı

Bilindiği üzere hakikati bilme hakkı temel bir insan hakkıdır. Hakikati bilme hakkı, İnsancıl Hukukun en önemli belgelerinden Cenevre Sözleşmesi Ek 1 Nolu Protokolü’nün 32. ve 33. maddelerinde açıkça yer almaktadır. Yine 1992 tarihli “Kayıplar Bildirisi” ve 2006 tarihli “Kayıplar Sözleşmesi” de hakikati bilme hakkına yer vermiştir. “Birleşmiş Milletler Dokunulmazlıkla Mücadele Yoluyla İnsan Haklarının Teşvik Edilmesi ve Korunmasına İlişkin Güncellenmiş İlkeler Bütünü” de hakikati bilme hakkını bağımsız olarak açıkça tanımlamıştır. 

Hakikati bilme hakkı, mağdurlar açısından bireysel bir hak olmakla birlikte, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komiserliği Raporunda da vurgulandığı gibi, sosyal boyut nedeniyle kolektif bir nitelik de taşımaktadır. Hakikati bilme hakkı, devletlerin ihlalleri kayıt altında tutma, bu ihlallerle ilgili delil ve belgeleri arşivleme ve dolayısıyla kolektif hafızanın revizyonist ve inkarcı eğilimlerle ortadan kalkmasını önleme ödevi ile iç içe tanımlanmaktadır.

AİHM kararı

Çok yakın tarihte de İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi, vermiş olduğu Cangı/Türkiye davasında (Başvuru No:24973/15, 29 Ocak2019); Allianoi antik kentinin koruma planları ile Kültür ve Tabiat Varlıkları Koruma Kurulunun toplantı tutanaklarının bir avukat ve hak savunucusu olan bir vatandaşla paylaşılmamasını, İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesinin 10. Maddesi ile garanti atına alınan ifade özgürlüğünün ihlali olarak saptamış "toplantı tutanaklarının halkın konuyla ilgili farkındalığını artırmak için mücadele eden bir sivil toplum kuruluşunun üyesi ve bir vatandaşın kamu yararı hakkında bilgi alıp iletme hakkının ihlal edildiğine" karar vermiştir.

HABERE YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
3 Yorum