ÇOCUKLAR İÇİN MESNEVÎ-İ NURİYE
Salih Kayra bir tencerede kaç yemek birden pişirebilir?
'Selamün aleyküm' arkadaşlar. Evet. Bildiniz. Bundan sonra merhabalaşmalarımız böyle olacak. Öhöm. Peki siz ne diyeceksiniz cevap olarak? Hatırlıyor musunuz bakalım? Tamam. Çok güzel. Aynen öyle. 'Ve aleyküm selam..' diyeceksiniz. İsterseniz 've rahmetullah...' da ekleyebilirsiniz. Eklerseniz çok daha güzel olur. Kankanız Cikcik olarak 'hayır' demem yani. Hatta mutluluktan cikcikcik öterim. Çünkü selamlaşmak duadır. Başlarken selam verdiğimde size bir dua etmiştim. Şimdi siz de selamımı alırken bana dua etmiş oldunuz. Her canlının birbirine böyle güzel şeyler söylediği bir dünya kötü olabilir mi hiç!
Dua etmeyi çok severim o yüzden. Dua ettiğimde keyfim yerine gelir. Sizin kulağınıza farklı gelse de aslında bütün kuşların ötüşü duadır. Biz de güzel Allahımıza kendi dilimizde teşekkür ederiz. Çok ötmemize şaşırmayın. Teşekkür edilecek o kadar çok şey vardır ki. Hava için teşekkür ederiz. Su için teşekkür ederiz. Güneş için teşekkür ederiz. Yıldızlar için teşekkür ederiz. Çiçekler için teşekkür ederiz. Meyveler için teşekkür ederiz. Kurabiyeler için teşekkür ederiz... Sonra bize böyle güzel arkadaşlar verdiği için teşekkür ederiz. Hatta 'teşekkür etmeyi öğrettiği için' bile teşekkür ederiz. Çünkü, Allah bize teşekkür etmeyi öğretmeseydi, teşekkür etmeyi de bilmezdik. O zaman teşekkürün de teşekküre ihtiyacı var. Biz hep bunları söylüyoruz işte. Kuşça bilmiyorsanız sizin ayıbınız. Ben Türkçe biliyorum mesela. İstediğim zaman kankam Salih Kayra ile konuşabiliyorum.
Geçenlerde de mutfakta yakaladım onu. Vay yaramaz vay. Kendi kendine yemek yapmaya çalışıyordu. Hemen kulağını gagaladım tabii. Çocukların tek başlarına mutfakta olmaları doğru birşey değil. Neyse ki yalnız değilmiş. Annesi terastan birşey almaya çıkmış. Yaaa... Meğer beraber yemek hazırlıyorlarmış. "Salih Kayra kadar küçük bir çocuk nasıl yemek hazırlar?" demeyin. Annesi yardımcı olduktan sonra çok çalışkan bir çocuktur. Hem de cesurdur. Deneme yapmaya bayılır. Geçenlerde yaptığı kurabiyeleri tırtıkladım mesela. Oy, oy, oy. Tadı hiç fena değildi. Mutfakta bir aşçı daha bulunması kötü birşey değil. Nihayetinde oradan ne çıkarsa Cikcik'in kontrolünden geçer. Benim gagamın kontrolünden geçmeyen yemeği kimse yiyemez.
Bu defa kurabiye değil çörek hazırlıyorlarmış. Talha Enes okuluna götürecekmiş. Aman! Tuzlu şeyleri de pek sevmem. Benim olayım tatlılardır. Fakat ne yapalım? Talha Enes istedikten sonra yapılacak birşey yok. Emir demiri keser. Ben yine de kenarından tırtıklarım. Neyse. Bari şunlara çöreğin hamurunu nasıl yoğuracaklarını tarif edeyim de yanlış birşey yapmasınlar:
- Salih Kayra niye hamuru kuvvetlice yoğurmuyorsun? Öyle çimdikler gibi olur mu? Iı-ıh. Hiç beğenmedim. Biraz daha özenli lütfen. Ah benim kanatlarım değil de ellerim olacaktı ki görecektin. On dakikada yoğururdum hepsini.
- Senin de kocaman ayakların var Cikcik. Gel onlarla yoğur istersen. Parmakların neredeyse benimkiler kadar uzun.
- Uzun ama hepi-topu üç tane var. Yoramam şimdi onları. Hem hamur gibi nimete hiç ayak sokulur mu?
- Sokulmaz mı?
- Sokulmaz tabii. Allah'ın yarattığı nimetlere saygı göstermeliyiz. Hele ekmeğe-hamura daha fazla. Onları yere düşmüş görsen 'Kimse üstüne basmasın' diye kenara kaldırmalısın. Kuş kardeşlerim kenarda hallederler. Yahut da karıncalar yapar bu işi. Evet. Karıncalar en kalabalık çöpçü teşkilatıdır. Yerdeki her kırıntıyı toplayıp toprak altında istiflerler. Onların gücü yetmezse de kuş kardeşlerim yetişir. Köpekbalıkları da mesela denizlerin çöpçüleridir. Allah her yeri temizlikçisiyle birlikte yaratmış. Uzayda bile çöpçüler var. İsimleri de karadelik. Onlar da fezadaki kalabalığı süpürüp yutuyorlar. Tıpkı elektrikli süpürge gibi. Hem biliyor musun Salih Kayra, bu tür olaylar aslında yardımlaşmadır, yani kainattaki herşey düzenin devamı için yardımlaşır.
- Karıncalar bize yardım mı ediyorlar yani?
- Evet.
- Ama annem onları mutfaktan uzak tutmaya çalışıyor?
- Çünkü karıncalar annenin dolaba ayırdığı yiyecekleri de çöp sanıyorlar. Onları da alıp götürmeye kalkıyorlar. Ne bilsinler. Çok küçükler. Bak sen de yemek yapmayı bilmiyordun eskiden. Şimdi büyüdün. Annene yardım etmeye bile başladın.
- Doğru. Fakat bugün kafam çok dalgın Cikcikçiğim. Kendimi hamur yoğurma işine veremiyorum.
- Bak seeen. Kafan neden dalgınmış bakalım? Derdini söylemeyen derman bulamaz. Söyle de kankan çözümü bulsun.
- Ben de zaten sana sormayı planlıyordum. Geçenlerde amcam Bediüzzaman Dede'nin birkaç cümlesini daha okudu. Ne demek istediğini kavrayamadım. Bakalım sen anlayacak mısın? Bir saniye. Nasıldı? Hah! Hatırladım: "Sath-ı arz sahifesinde kusursuz, noksansız, sehivsiz, kemâl-i intizamla üç yüz binden fazla risaleleri yazmak, öyle bir Zâtın sikke-i mahsusasıdır ki, herşeyin içyüzü, herşeyin kilidi onun elindedir. Ve hiçbirşey onun teveccühünü başkasından çevirip kendisine hasredemez."
- Ooo! Ne kadar uzunmuş. Bana birara anımsat da Ahmed amcanın kulağını şöyle bir güzel gagalayayım.
- Neden?
- Yaşına göre ağır şeyler okuyor da ondan.
- Yaaa, hayır, olmaz. Ben amcamı da çok seviyorum okuduklarını da. Hem zaten o açıklamaya çalışıyor. O açıklayamazsa da sen açıklıyorsun. Böylesi güzel. Eğer anlaşılmayan her kitaptan kaçarsak cahil kalmaz mıyız? Ben cahil kalmak istemem hiç.
- Tamam, madem öğrenmekte böyle cesursun, açıklamak artık benim görevimdir. İyi dinle beni. Yine bir hikâyeyle bu cümleleri aklımıza yaklaştırmaya çalışacağız.
- Süüpeeer! Hikâyelere bayılıyorum. Hele bir de sen anlatınca tadına doyulmuyor.
- Öhöm. İltifatlar için teşekkür ederim. Evet. Hakikaten Cikcik kankan çok güzel hikâye anlatır. İşte bu hikâyemizin adı da "Bir Tencerede Kaç Yemek Pişirilir?" Başlıyoruz. Bismillah... Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, uzak diyarlardan birinde Salih Kayra isminde bir çocuk yaşarmış. 'Çocuk' deyip geçmeyin ha. Yaşına göre çok hünerliymiş. Çok güzel yemekler pişirirmiş. Hiçkimsenin bilmediği tarifleri bilirmiş. Hiç kimsenin tutturamadığı kıvamları tuttururmuş. Bu yüzden herkes yaptığı pastalardan yemek istermiş. Herkes kurabiyelerini gagalarmış. Şeeey. 'Gagalarmış' dedim. Yanlış oldu. Herkes gagalamaz tabii... Yani kurabiyelerini hapır hupur yutarlarmış. Gagalama işini kuşlar yapar. İnsanların gagası yoktur.
Salih Kayra da gösterilen ilgiye aldanıp büyüklenirmiş. Yani kibirlenirmiş. Hindiler gibi göğsünü kabartırmış. "Benden daha iyi aşçı var mı haa!" diye çevresindekilere meydan okurmuş. Hatta kapısına gelen çok tatlı bir muhabbet kuşunu da "Sen benim kurabiyelerimi yemeye layık değilsin!" diyerek kovmuş. Kuşun kalbi buna çok kırılmış. Çünkü ta uzaklardan gelmiş. Karnı da çok açmış. Üzüntüyle ötmeye başlamış. Yoldan geçmekte olan bir derviş ötüşünü duymuş. Karnını doyurmuş hemen. Ve olanları anlatmasını istemiş. O da yaşananları anlatmış. Derviş dede Salih Kayra'nın bir derse ihtiyaç duyduğuna karar vermiş.
Aradan zaman geçmiş. Salih Kayra bir yemek müsabakası düzenlendiğini duymuş. Ödül ise her geçilen aşama için bir altınmış. Ama eğer yarışmacı söylenenlerden birisini pişiremezse o zaman yüz altın iade etmek zorunda kalacakmış. Şehirdeki diğer aşçılar yarışmanın şartlarını ağır bulup çekinmişler. Katılmak istememişler. Salih Kayra'ysa kendisine çok güveniyormuş. "Benim pişiremeyeceğim bir yemek olamaz!" diyormuş. Hemen kendisini 'yarışmacı' olarak kaydettirmiş. Hazırlıklara başlamış.
Yarışma ilk günlerinde çok güzel geçiyormuş. Söylenen her yemeği Salih Kayra çok hızlı bir şekilde hazırlıyormuş. Hazırladıkları da pek lezzetli oluyormuş. Puanları topluyormuş. Fakat zaman ilerledikçe sınav zorlaşmış. İstenen tarifler karmaşıklaşmış. Zamanlar kısaltılmış. Bunları da bir şekilde aşmış Salih Kayra. En sonunda artık çözümünü bulamadığı bir teklifle karşılaşmış. O teklif de şuymuş: Aynı tencerede, aynı anda, hem üç tane tatlı hem de üç tane tuzlu yemek pişirecekmiş.
Bunu duyunca Salih Kayra umutsuzluğa düşmüş. "Böyle şey olur mu?" demiş. "Aynı tencerede, aynı anda, hem üç tane tatlı hem üç tane tuzlu nasıl pişer? Bir tane tatlı bir tane tuzlu bile pişemez. Birbirine karışırlar çünkü. Karışırlarsa da tatları korkunç olur. Kimse yiyemez onları. Bana ödülü vermek istemiyorsanız söyleyin. Böyle imkansız şeyler teklif etmeniz yanlış!"
O zaman yarışmayı düzenleyen yaşlı usta demiş:
- O zaman bize yüz altın borçlusun.
Salih Kayra ellerini çaresizce açmış:
- Ben size yüz altın veremem. O kadar altınım yok çünkü. Siz beni buraya benden yüz altın koparmak için mi çağırdınız yoksa? Eğer niyetiniz buysa yanlış kişiyi seçtiniz. O kadar altını benim gibi garip bir aşçı nereden bulsun? Hem yaptığınız şey dolandırıcılığa girer. Tuzak kurmuşsunuz bana. Olabilecek birşey söyleseydiniz elbette yapardım. Fakat bu dediğiniz imkansız."
Fakat yaşlı usta
- İmkansız değil, diyerek karşılık vermiş. İmkansız olsaydı yapılamazdı. Fakat, bak, Allah her baharda aynı toprak tenceresinde kaç çeşit yemeği birden pişiriyor. Tatlıyı da pişiriyor, tuzluyu da pişiriyor. Elmayı de yetiştiriyor, domatesi de yetiştiriyor. Hem hepsi aynı tencerede aynı malzemeyle pişirilmesine rağmen tatları birbirine karışmıyor. Demek mümkündür.
Salih Kayra bunları duyunca çok şaşırmış. Hiç böyle düşünmemiş çünkü. Demiş ki:
- Elbette Allah'ın herşeye gücü yeter. Fakat ben garip bir aşçıyım. Küçük bir çocuğum. Zayıfım. Benim aynı tencerede altı yemeği birden yapacak gücüm yok ki. İki yemeği bile aynı anda pişiremem. Karıştırırım. Kabiliyetlerimin sınırları var. Beni böyle ağır şeylerle sınamayın. Yoksa kaybederim. Acizliğime acıyıp daha kolay şeylerle imtihan ederseniz yapabilirim elbette.
- Fakat, demiş yaşlı usta. Sen kapına gelen herkese karşı gururlanıyordun? Hatta kurabiyelerinden vermeyecek kadar kibirleniyordun. Bak, Allah, o kadar eşsiz-benzersiz mucizeler yaratmasına rağmen kimseyi kapısından kovmuyor. Kuşlar da o meyvelerden yiyor karıncalar da. İnsanlar da o sebzelerden rızıklanıyor hayvanlar da... Madem bu kadar acizdin, gariptin, zayıftın, güçsüzdün neden bu kadar büyüklendin? Bir tencerede iki yemeği bile pişiremiyorken neden kendini diğer yaratılmışlardan büyük gördün? Şimdi de bedeli olarak yüz altını ödemelisin. Bunlar başına hep kibirlenmenden dolayı geldi.
- Ödeyemem. Beni affedin. Böyle olacağını düşünemedim. Başka yolu yok mu?
- O zaman şu garip muhabbet kuşundan özür dilemelisin. Eğer o seni affederse ben de seni cezadan affederim.
Salih Kayra hemen kuştan özür dilemiş. Ona en lezzetli kurabiyelerinden vermiş. Muhabbet kuşu da onu affetmiş. Yanaklarını öpmüş. Böylece arkadaş olmuşlar. Derviş de üstündeki kıyafeti çıkarınca usta olmadığı anlaşılmış. Meğer hepsi oyunmuş. Salih Kayra'ya ders vermek için yapılan bir planmış. Salih Kayra da derviş dedenin ellerini öpüp çok teşekkür etmiş. Çünkü aldığı dersin ne kadar kıymetli olduğunu kendisi de kavramış. Hayatı boyunca bir daha kimseye karşı gururlanmamış.
- Hikâye çok güzel de Cikcikçiğim, Bediüzzaman Dede'nin cümlesiyle ne ilgisi var, onu pek anlayamadım.
- Tam ben de ona bağlayacaktım dostum. Ne deniyordu orada? Hatırlayalım hemen: "Sath-ı arz sahifesinde kusursuz, noksansız, sehivsiz, kemâl-i intizamla üçyüzbinden fazla risaleleri yazmak, öyle bir Zâtın sikke-i mahsusasıdır ki, herşeyin içyüzü, herşeyin kilidi onun elindedir. Ve hiçbirşey onun teveccühünü başkasından çevirip kendisine hasredemez."
İşte, hikâyemizde dervişin verdiği 'toprak' misalini, 'sath-ı arz' yerine koyacağız. 'Üçyüzbinden fazla risale'yi de 'risale' yani 'kitap' olarak değil 'yaratılan harikalar' olarak düşüneceğiz. Çünkü onlar da birer kitaptır. Okudukça bize bilgi verirler. Lezzet verirler. Vitamin verirler. Gıda verirler. Koku verirler. Şifa verirler. Bir de ince ince incelersek daha neler neler öğretirler.
Mesela: Elma bir kitaptır. Portakal bir kitaptır. Domates bir kitaptır. Ve bu kitapların hepsi 'kemal-i intizamla' yani 'tam bir düzen içerisinde' aynı sayfa üzerinde yazılmaktadır. Dünya sayfası üzerinde her sene, her ay, hatta her an çok mucizevi şeyler yaratılıp durmaktadır. Elbette bunu başarmak herşeyi bilen ve herşeye gücü yeten bir Allah'tan başkasının eseri olamaz. Zira hikâyede gördün: Salih Kayra gibi süper bir aşçı bile, aynı anda iki yemeği, aynı tencerede pişiremiyor. Halbuki dünya üzerinde bizden akıllı canlı da yok. En zeki biziz. Biz, bu aklımıza rağmen şunu beceremiyorsak, aklı olmayanlar nasıl böyle mucizeleri başaracaklar? Bediüzzaman Dede o yüzden 'sikke-i mahsusa' diyor. Yani özel bir mühür. Taklit edilemez. Ondan başkasının yapabileceği bir iş değil. Hem öyle de yüce bir nazarı var ki, birşeye dikkat etmesi, diğerinde ne yapacağını şaşırmasına sebep olmuyor. Bizim gibi tatlıya tuzluyu karıştırmıyor. Kıvamları hep tutturuyor. İnsan böyle birşeyi başaramaz.
- Şimdi anladım. Aynı sayfada yazılan üçyüzbin kitaptan kasıt, aynı zaman diliminde, aynı şartlar içinde yaratılan canlılar mıdır yani? Hımm. Böyle düşünmemiştim hiç. Harika! Bayıldım buna. Gözüm açıldı. Gerçekten hepsi birer kitap. Ve hepsi aynı kağıdın üzerinde yazılıyor. Ancak hiçbiri diğeriyle karışmıyor. Elma ağacından armut çıkmıyor. Armut ağacından portakal alınmıyor. Hakikaten büyük bir mucize var bu işte. Aferin sana Cikcik. Akşam pişireceğimiz kurabiyelerden bir tane hakettin.
- Nee? Kurabiye mi? Ben çörek yapıyorsunuz sanıyordum.
- Bir leğende hem tatlı hem tuzlu hamur yapamadığımız için önce çörek yapacağız. Sonra da kurabiyelerimiz için hamur yoğuracağız. Hem de bu defa kurabiyelerimiz kakaolu olacaklar.
- Yaşasıııın!
İşte, arkadaşlar, bir maceramızın daha sonuna geldik. Hem de Bediüzzaman Dede'nin bir cümlesini daha anlamaya çalıştık. İçim sevinçle doldu. Allah'ı bilmek hayatın bereketidir. Bence bugün çok güzel geçiyor. Zaten akşama da kurabiye varmış. Cikcik kankanız için böyle günler en güzel günlerdir. Allah'a emanet olun. Bir dahaki macerada, inşaallah, görüşürüz.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.