Said Nursi'nin hiç vazgeçmediği proje

Said Nursi'nin hiç vazgeçmediği proje

Said Nursi’nin bu konudaki ilk girişimi, 1907’de İstanbul’a ilk gelişine tekabül eder

Risale Haber-Haber Merkezi

Araştırmacı-yazar Osman Tekin Bediüzzaman Said Nursi’nin çok önem verdiği “Medresetü'z-Zehra Projesi”ni detayları ile kaleme aldı.
İşte “Bediüzzaman Said Nursi'nin Medresetü'z-Zehra Projesi” yazısının birinci bölümü:

GİRİŞ

Sanayi Devrimi’nin ve Fransız İhtilali’nin etkileri 19. yüzyılda oldukça belirginleşmeye başlamıştır. Bu yüzyılda birçok ülkede kentleşme hareketleri başlamış, yeni icat ve keşiflerle beraber pozitif bilimlerde önemli ilerlemeler sağlanmıştır. Hızlı gelişen kültürel, siyasal ve teknolojik yeniliklere ayak uyduramayan İmparatorluklar çökmeye başlamıştır.

Osmanlı İmparatorluğu ise bu süreçte, bir taraftan kendi içindeki değişim sorunlarıyla uğraşmış diğer taraftan varlığını idame ettirmek için   kendi dışındaki gelişmelere ayak uydurmaya çalışmıştır. Bu dönemde gerek Osmanlı devlet ricali, gerekse aydınlar ve ulema sınıfı, sorunlara çözüm arama gayret ve telaşındadırlar. Avrupa’nın pozitivist, inkârcı ve materyalist felsefi düşüncesinin ve bunun sosyal, kültürel ve ekonomik hayata yansımasının neticesi olarak o günün Osmanlı toplumu çalkantı içerisindedir.

Bediüzzaman Said Nursî de o dönemde yaşamış bir mütefekkir olarak bu problemlerle ilgilenmiş ve birtakım reçeteler sunmuştur. Bu asrın insanları kesret içinde boğulmuş, dünyevî meşgaleler içinde yorgun düşmüştür. Düşünce ve duyguları standart hale getirilmiş, gülüşleri bile mekanikleşmiş, doğal hallerinden uzaklaşmışlardır. Said-i Nursi insanların, Batının kültürel meydan okuyuşuna direnemeyerek, seküler bir eğitim sonucu dünyevileşmesini ve dinden uzaklaşmasını felaket olarak görür. Laikliğin kişilik parçalanmasına yol açtığını: “Din ile dünyayı kabili tefrik zannedenler felakete sebeptirler” (1)  diye ifade eder. Batı medeniyetinin insani ve dini boyutunu yitirmesi sonucu, insanlığın felakete doğru sürüklendiğini dile getirir.

İslam aleminin geri kalması, fakr-u zaruret içinde olması, dünyevileşip dinden uzaklaşması Said Nursi’nin yüreğini dağdar eder. Neden bu kadar yıprandığı ve sarsıldığı sorulduğunda şöyle der: “Ben kendi âlâmlarıma tahammül ettim. Fakat İslâm’ın âlâmından gelen teellümat beni ezdi. Âlem-i İslâm’a indirilen her bir darbenin en evvel kalbime indiğini hissediyordum. Onun için bu kadar sarsıldım. Fakat bir ışık görüyorum ki o âlâmları unutturacak. İnşaallah!..” (2)

Said Nursi, sorunların çözümünün, nedenlerinin doğru teşhisine bağlı olduğu gerçeğinden hareketle… Âlemi İslam’ın kendi problemlerinin farkına varacağı, sağlam temellere ve ilkelere dayanan büyük bir proje gerçekleştirmek ister. Kur’anın tarihsel bir metne dönüştürülmemesinin gerekliliğini, hükümlerinin zaman ve mekânla sınırlı olmadığını ve sadece tilavetiyle taberrük olunan bir mübarek eser derecesinde kalmaması için, Müslümanlara asli kaynak olan Kur’ana dönmeyi tavsiye eder. Nursi, Kur’anın insanlığa bugün inmiş gibi gençliğini koruduğunu ifade ederek, problemlerimizi onunla çözebileceğimiz Kurani bir hayat modeli sunar. Savunduğu düşüncelerini gerçekleştirmek için somut bir girişim olan ve “Bütün hayatımda bu darülfünunu takip ediyorum” dediği Medresetüzzehra gibi hayati bir projeyi ortaya koyar. Medresetüzzehra projesi dini ilimlerin, fen bilimlerinin ve tasavvufun birlikte üç dilde  (Arapça, Kürtçe, Türkçe) okutulacağı bir üniversite projesidir.

Bu üniversitede yetişecek talebelerin, İslam kardeşliğini esas alan erdemli birer aydın ve âlim olmalarını hedefleyen Nursi, dalalet hücumlarına karşı çabuk sönmeyen tahkiki iman sahibi, küfrün hiçbir saldırısı karşısında sarsılmayacak yepyeni bir neslin inşasına çalışmıştır.

MEDRESETÜ’Z-ZEHRA FİKRİNİN ORTAYA ÇIKIŞI

Bedüüzzaman yaşadığı dönemin gelişmelerini yakından takip etmekte ve bu gelişmelerin İslam ümmeti için zihinsel ve içtimaî anlamda neye karşılık geldiğini sorgulamaktadır. Tespit ettiği  sorunlar için  çözümler üretmeye ve reçeteler sunmaya çalışmaktadır. Dönemin baskın paradigmalarından pozitivizm diğer modernist akımlarla birlikte toplumu dinden arındırma projesinde önemli bir işlev görmektedir. Bu ortamda Bediüzzaman,  seküler modernist akımlar ile  geleneksel eğitim kurumları arasında kalmış bu toprakların insanlarına; İslami eğitimin güçlü bir biçimde canlandırılmasını bir reçete olarak sunmaktadır.

“Altmış beş sene evvel bir vali bana bir gazete okudu. Bir dinsiz müstemlekât nazırı, Kur'an'ı elinde tutup konferans vermiş. Demiş ki: "Bu, İslâmların elinde kaldıkça, biz onlara hakiki hâkim olamayız, tahakkümümüz altında tutamayız. Ya Kur'an'ı sukut ettirmeliyiz  veyahut  Müslümanları ondan soğutmalıyız." Bediüzzaman’ın, bu havadis üzerine: “Kur’an’ın sönmez ve söndürülmez manevî bir güneş hükmünde olduğunu, ben dünyaya isbat edeceğim ve göstereceğim!” diye kuvvetli bir niyet ruhunda uyanır ve bu saikle çalışır. Van ve Diyarbakır’da dârülfünun derecesinde bir medrese tesisine çalışmak için İstanbul’a gelir. (3) 

Nursi, sömürgeler bakanının Kur’an’a karşı bu tavrını duyduktan sonra, ifsat komitelerinin bakanın vurguladığı iki dehşetli fikri uygulamaya koyacağını hissetmiş ve bu fikirlere karşı önlem almaya karar vermiştir.
“İşte bu iki fikirle, iki dehşetli ifsat komitesi bu biçare fedakâr, masum, hamiyetkâr millete zarar vermeye çalışmışlar. Ben de altmış beş sene evvel bu cereyana karşı, Kur'an-ı Hakîm'den istimdat eyledim. Hakikate karşı kısa bir yol ve bir de pek büyük bir "Dârülfünun-u İslâmiye" tasavvuru ile altmış beş senedir ahiretimizi kurtarmak ve onun bir faidesi olarak hayat-ı dünyeviyemizi de istibdad-ı mutlaktan ve dalâletin helâketinden kurtarmaya ve akvam-ı İslâmiyenin mabeynindeki uhuvvetini inkişaf ettirmeye iki vesileyi bulduk.

Birinci vesilesi: Risale-i Nur'dur ki; uhuvvet-i imaniyenin inkişafına kuvvet-i iman ile hizmet ettiğine kat'i delil, emsalsiz bir mazlûmiyet ve âcizlik hâletinde telif edilmesi ve şimdi âlem-i İslâmın ekseri yerlerinde  Avrupa ve Amerika'ya da tesirini göstermesi ve ihtilâlcilere ve dinsiz felsefeye ve otuz seneden beri dehşetli bir surette maddiyyun ve tabiiyyun gibi dinsizlik fikrine karşı galebe çalması ve hiçbir mahkeme ve ehl-i vukuf dahi onları cerhedememesidir. İnşaallah bir zaman da, sizin gibi uhuvvet-i İslâmiyenin anahtarını bulan zatlar, bu mucize-i Kur'aniyenin cilvesini âlem-i İslâma işittireceksiniz.    

İkinci vesilesi: Altmış beş sene evvel Camiü'l-Ezher’e gitmek istiyordum. Âlem-i İslâmın medresesidir diye, ben de o mübarek medresede bir ders almaya niyet ettim. Fakat kısmet olmadı. Cenab-ı Hak rahmetiyle bir fikir ruhuma verdi ki: Camiü'l-Ezher, Afrika'da bir medrese-i umumiye olduğu gibi; Asya, Afrika'dan ne kadar büyük ise, daha büyük bir darülfünun, bir İslâm Üniversitesi Asya'da lâzımdır. Ta ki İslâm kavimlerini, meselâ, Arabistan, Hindistan, İran, Kafkas, Türkistan, Kürdistan'daki milletleri, menfi ırkçılık ifsat etmesin. Hakiki, müsbet ve kudsî ve umumî milliyet-i hakikiye olan İslâmiyet milliyeti  انما المومنون اخوة  (4)  ile Kur'an'ın bir kanun-u esasisinin tam inkişafına mazhar olsun. Ve felsefe fünunu ile ulûm-u diniye birbiriyle barışsın ve Avrupa medeniyeti, İslâmiyet hakaikıyla tam müsalâha etsin. Ve Anadolu'daki ehl-i mekteb ve ehl-i medrese tam birbirine yardımcı olarak ittifak etsin diye vilâyat-ı şarkiyenin merkezinde hem Hindistan, hem Arabistan, hem İran, hem Kafkas, hem Türkistan'ın ortasında Medresetü'z-Zehra manasında, Camiü'l-Ezher üslûbunda bir dârülfünun; hem mekteb, hem medrese olarak bir üniversite için, tam elli beş senedir Risale-i Nur'un hakaikına çalıştığım gibi, ona da çalışmışım.” (5) 

Nursi’nin kurmayı düşündüğü darülfünun  hakkındaki fikirlerinin oluşmasında , Camiü'l-Ezher'in  önemli bir yer teşkil ettiğini görmekteyiz. Fakat O, Ezher’i model almaktan ziyade böyle  bir  eğitim kurumunun varlığından yola çıkarak kendi bölgesinde bu şekilde işlevsel olacak yine kendine özgü bir eğitim kurumu tasarlamıştır. Bu eğitim kurumu ırkçılık tehlikesine karşı müminlerin kardeşliğini pekiştirecek, müspet ve dini ilimlerin beraber okutulacağı hem bir üniversite hem de bir medrese olacaktır. Nursi bu tasarının kendisi için ne kadar ehemmiyetli olduğunu, elli beş yıl üzerinde çalıştığı Risale-i Nur'a verdiği önemi ona da atfederek göstermiştir.

MEDRESETÜ’Z-ZEHRA İSMİNİN TARİHSEL VE SOSYOLOJİK KÖKENLERİ

Bediüzzaman’ın, bu proje için (sosyolojik ve psikolojik açıdan, içi dolu ve kökü derin olan) “medrese” adını kullanması; toplumca kabul edilebilir, halka sıcak gelen ve âlem-i İslam’daki diğer toplumlara da hitap edebilir bir eğitim kurumunu düşündüğünü gösterir. Kendi ifadesiyle: “Medrese nâm, meluf ve menus ve cazibedar ve şevk-engiz itibarı olduğu halde büyük bir hakikati tazammun ettiğinden, rağabatı uyandıran o mübarek “medrese” ismiyle tesmiye” (6)  edilmesi gerektiğini ifade eder. “Camiü’l-Ezher’in kızkardeşi olan “Medresetü’z-Zehra” namıyla dârülfünûnu  mutazammın” (7)  ifadesi ise medrese isminin bir başka kaynağına ve boyutuna işaret eder.

Ezher ve Zehra her iki kelimede Arapçada aynı kökten gelir, Arapça da gramer kuralı olarak, Ezher müzekker (eril) bir kelime, Zehra da müennes (dişil) bir kelime olduğu için dişil bir kelime olan Zehra’ya Camiü’l-Ezher’in kız kardeşi gibi latif bir ifade kullanmıştır.

Kelime anlamı olarak Zehra: Çiçek, parlaklık, ışıldamak, gelişmek, büyümek, ortaya çıkmak gibi anlamlara gelmektedir. Aynı zamanda bu ismin Peygamberimizin kızı olan Hz. Fatma’nın bir lakabı olması da manidardır. Medresetü’z-Zehra ’darülfünunu mutazammın’ demesi ise ilköğretimden, üniversiteye ve belirli alanlarda ihtisaslaşmaya kadar bütün alanları kapsayacak büyük bir eğitim ve öğretim kompleksine atıf olarak düşünülebilir.

MEDRESETÜ’Z-ZEHRA'NIN AÇILMASI İÇİN HARCANAN ÇABALAR

Said Nursi’nin bu konudaki ilk girişimi, 1907’de İstanbul’a ilk gelişine tekabül eder. Aslında İstanbul’a geliş gayesi, medreselerdeki demode olmuş eğitim sisteminin, insanların akli ve kalbi ihtiyaçlarına cevap veremediği Kürdistan’da bir eğitim seferberliği başlatmaktır. Bu amaçla cehaleti ortadan kaldıracak nitelikte, Medresetü’z-Zehra’ya bir çekirdek olacak nitelikte bir eğitim kurumunun açılmasını talep eden bir dilekçeyi dönemin yöneticilerine  sunar. Verdiği dilekçeyi aynı zamanda “Şark ve Kürdistan” gazetesinin 2 Aralık 1908 tarihli sayısında “Kürtler Yine Muhtaçtır” başlığıyla yayınlar. (8) 

Bu dilekçe ile Kürt çocuklarının Türkçe bilmemeleri nedeniyle eğitimden mahrum kaldıklarını, bu sebeple Kürt çocuklarına Kürtçe eğitim verecek üç medresenin açılmasını - biri Ertuşi Aşiret merkezi olan Beytuşebab’da  diğeri Mutkan, Belkan, Sason’un vasatında; bir diğeri ise Sipkan ve Haydaran Aşiretleri vasatında olan Van’da hükümetten talep eder. (9)   Başka bir yerde de Bitlis, Van ve Diyarbakır’da olması gerektiğini ifade eder. (10)  Bu medreselerin her birinde en az  ellişer talebenin okumasını ve maişetlerinin hükümetçe karşılanmasını talep eden Nursi, bunların yapılmaması durumunda istikbalin, Kürtler için müthiş darbelere ve sıkıntılara sebep olacağını, bunun ise ehl-i basireti dağdar ettiğini ifade eder.

Bu girişimleri kendisinin tımarhaneye ve hapishaneye atılmasına sebep olur. Bu süreçte İçişleri Bakını Şefik Paşa ile görüşür ve aralarında şu diyalog geçer:
Zaptiye Nazırı: “Padişah sana selâm etmiş, bin kuruş da maaş bağlamış. Sonra da yirmi-otuz lira yapacak” dedi.
Cevaben: “Ben maaş dilencisi değilim, bin lira da olsa kabul edemem. Kendim için gelmedim, milletim için geldim. Hem de bu bana vermek istediğiniz rüşvet ve hakk-ı sükûttur.” (sus payıdır.)…
Nazır: “Senin, Kürdistan’da neşr-i maarif olan maksadın Meclis-i Vükelâ’da derdest-i tezekkürdür.”
Cevaben: “Acaba maarifi tehir, maaşı tacil edersiniz, ne kaide iledir? Menfaat-ı şahsiyemi menfaat-ı umumiye-i millete tercih ediyorsunuz.
Nazır hiddet etti. Ben dedim: Ben hür yaşamışım. Hürriyet-i mutlakanın meydanı olan Kürdistan dağlarında büyümüşüm. Bana hiddet fayda vermez, nafile yorulmayınız. Beni nefyedin, Fizan olsun, Yemen olsun razıyım. Siz de pînedûzluktan ve yamacılıktan kurtulursunuz. Ben de yüksekten düşmekle incinmekten kurtulurum.” (11)
Bu kadar zahmet ve sıkıntılardan sonra, Bakan’ın ‘konu mecliste görüşülüyor’ demesine rağmen bir sonuç alınamaz.

II. Girişim: Nursi 1911 yılında bizzat kendisi Sultan Reşad ile görüşmüş ve Sultan’ın  yirmi bin altın lirayı vermesi üzerine 1913 yılında, Van-Edremit'te bu medresenin temeli atılmıştır. Fakat I. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla maalesef bu projenin tamamlanması mümkün olmamıştır. Kendisi bu süreci şöyle aktarmıştır: “ittihatçılar   zamanında Sultan Reşad’ın Rumeli'ye seyahati münasebetiyle Kosova'ya gittim. O vakit Kosova'da büyük bir İslâmî darülfünun tesisine teşebbüs edilmişti. Ben orada hem İttihatçılara, hem Sultan Reşad'a dedim ki: Şark böyle bir darülfünuna daha ziyade muhtaç ve âlem-i İslâm’ın merkezi hükmündedir. O vakit bana va'd ettiler. Sonra Balkan Harbi çıktı. O medrese yeri istilâ edildi. Ben de dedim ki: Öyle ise o yirmi bin altın lirayı Şark darülfünununa veriniz. Kabul ettiler. Ben de Van'a gittim. Bin lira ile Van gölü kenarında Artemit'de temelini attıktan sonra Harb-i Umumî çıktı. Tekrar geri kaldı.” (12) 

III. Girişim: Beş altı sene sonra Ankara’ya gittim, yine o hakikate çalıştım. İki yüz mebustan 163 mebusun imzalarıyla, o medresemize 150 bin banknot  iblağ ederek o tahsisat kabul edildi. Fakat binler teessüf, medreseler kapandı, onlar ile uyuşamadım, yine geri kaldı. Fakat Cenâb-ı Erhamürrahimîn, o medresenin manevî hüviyetini Isparta vilâyetinde tesis eyledi. Risale-i Nur’u tecessüm ettirdi. İnşaallah istikbalde Risale-i Nur şakirdleri o âli hakikatin maddî suretini de tesis etmeye muvaffak olacaklar.” (13) 

IV. Girişim: Celal Bayar’ın Cumhurbaşkanı, Tevfik İleri’nin Milli Eğitim Bakanı olduğu 1950’li yıllarda Nur talebelerinin girişimleri sonucu doğuda üniversite için altmış milyon lira ayrılması Bediüzzaman'ı memnun etmiştir. Bu Üniversite’nin açılmasını  desteklemiş, sahip çıkmış ve  Celal Bayar’ı  tebrik etmiştir.
İşte Meclis'te Reis-i cumhur büyük işler sırasında ehemmiyetli nutkunda bu gelen fıkrayı söylemiş: "Van havalisinde Doğu Üniversitesi'nin kurulması için maarif vekâletinin tedkikatına giriştiğini" söyleyen Celâl Bayar demiştir ki: "Doğu vilâyetlerimizden olan Van'da böyle bir irfan müessesesinin kurulması için bütün müşkilât iktiham olunmalı ve önümüzdeki bütçe yılında işe başlanmalıdır" demiştir. Demek Tarihçe-i Hayat'ı takdim eden genç üniversiteliler bir derece Nur Risalelerinin kıymetini reise ihsas etmişler.” (14) Hatta Bediüzzaman, kendisinin elli beş sene bu meseleye bütün hayatını sarf etmiş olması ve "bütün dekaikı ile ve neticeleri ile tetkik etmiş" olması dolayısıyla reyinin ve fikrinin sorulması gerektiğini belirterek, "Amerika'da, Avrupa'da bu meseleye dair istişareye kendinizi mecbur bildiğinizden elbette benim de bu meselede söz söylemeye hakkım var. Hamiyetkar olan bütün bir millet namına sizden bekliyoruz" (15)  diyerek tepkisini dile getirir. Bu üniversitede dini ilimlerin okutulmasını “Ulûm-u diniye o üniversitede esas olacak” (16)  diye ifade eder. Fiilen yapılmasa dahi bu mananın anlaşılması büyük bir fâl-i hayırdır. Bu mananın anlaşılması için de Milli Eğitim Bakanına bir yazı gönderir.

“Heyet-i Vekileye ve Tevfik İleri’ye arz ediyoruz ki: Şark Üniversitesi hakkında çok kıymettar hizmetinizi Üstadımıza söyledik. O dedi: “Ben hasta olmasaydım, ben de o mesele için vilâyat-ı şarkiyeye gidecektim. Ben bütün ruh-u canımla maarif vekilini tebrik ediyorum. Hem elli beş seneden beri, Medresetü'z-Zehra namında Şark Üniversitesinin tesisine çalışmak ve o üniversiteyi biri Van'da, biri Diyarbekir'de, biri de Bitlis'de olmak üzere üç tane veya hiç olmazsa bir tane Van'da tesis etmek için, Hürriyetten evvel İstanbul'a geldim. Hürriyet çıktı, o mesele de geri kaldı. Ben hayatımdan ümidim kesilmiş gibiyim. Fakat o azim üniversitenin temelleri ve esasatı ve manevî bir programı ve muazzam bir tedrisatı nev'inden Risale-i Nur'un yüz elli risalesini kendime tevkil ediyorum. Bu vatan ve milletin istikbalinin fedakâr genç üniversite talebelerine ve maarif dairesine arz edip bu meselede muvaffakiyete mazhar olan Tevfik İleri’nin bu biçare Said'e bedel Risale-i Nur'a himayetkârane sahip çıkmasını rahmet-i ilâhîden niyaz ediyorum.”  (17)

V. Girişim: Hükümetler ve rejimler değişmekte fakat Nursi bu gayeden asla vazgeçmemektedir. Ömrünün son yıllarına kadar her münasebette bu arzusunu dile getiren ve bütün çabalarına rağmen, Medresetüz-zehra'sını gerçekleştiremeyen Bediüzzaman, Medresetü’z-Zehra’nın  "manevi hüviyetinin  Isparta vilayetinde tesis edildiğini, Risale-i Nur’u tecessüm ettirdiğini ve yayıldığı merkezleri "Medresetü’z-Zehra" diye adlandırmıştır. Risale-i Nuru manevi bir Medresetü’z-Zehra olarak vasıflandırarak, "maddi suretini" de tesis etmeye talebelerinin muvaffak olacağını ifade etmiştir. (18)  Her ne kadar Nursî bu projeyi maddeten gerçekleştirememiş ise de manen gerçekleştirmeyi başarmıştır. Risale-i Nur dünyanın her yerinde okunmaktadır. Bu yerler de O’nun manevî üniversitesinin birer şubesi hükmündedir. “Ben hayatımdan ümidim kesilmiş gibiyim, fakat o azim üniversitenin temelleri ve esasatı ve manevî bir programı ve muazzam bir tedrisatı nev'inden Risale-i Nur'un yüz elli risalesini kendime tevkil ediyorum” (19)  diyerek talebelerine Risale-i Nur gibi muazzam bir külliyat miras bırakmıştır.

VI. Girişim: Said Nursiden sonra talebelerinin de bütün çalışmalarına rağmen maalesef  Medresetü’z-Zehra halen açılmış değildir.

KAYNAKÇA:
1-Nursi Said, İçtimai Dersler, 411.
2-Nursi Said, İçtimai Dersler, 597
3-Nursi Said, Tarihçei Hayat, 54.İçtimai Dersler, 141.
4-Hucurat Suresi, 49/10 Müminler ancak kardeştirler.
5-Nursi Said, Emirdağ Lahikası, 449-452.
6-Nursi Said, İçtimai Dersler, 141.
7-Nursi Said, İçtimai Dersler, 141.
8-Nursi Said, İçtimai Dersler, 507.
9-Nursi Said, İçtimai Dersler, 508.
10-Nursi Said, İçtimai Dersler, 141. Emirdağ Lahikası, 450.
11-Nursi Said, İçtimai Dersler, 186.
12-Nursi, Said, Emirdağ Lahikası, 317, 430.
13-Nursi Said, Tarihçei Hayat, 282. Emirdağ Lahikası, 431.
14-Nursi Said, Emirdağ Lahikası, 317-318.
15-Nursi Said, Emirdağ Lahikası, 452.
16-Nursi Said, Emirdağ Lahikası, 452.
17-Nursi Said, Emirdağ Lahikası, 430-431.
18-Nursi Said, Tarihçei Hayat, 282.
19-Nursi Said, Emirdağ Lahikası, 430-431.

(Devam edecek)