Said Nursi ve yeni dünya düzeni

Birinci ve ikinci dünya savaşları, sanayi devrimi sonrası, insanlığın gördüğü en büyük savaşlardı. Milyonlarca insanın, kitle imha silahları ile öldürüldüğü ve adeta teknolojinin, insanlığa meydan okuduğu karanlık bir yüzyıldı. Ve yüzyılın sonuna gelindiğinde, dünya, yeni düzenini kurmuş oluyordu. Bu yeni düzen, gücün iktidarı belirlediği, gücün daima haklı, insani erdemlerin kapital ile yer değiştirdiği, bireyin devlete yenildiği,yerel ve küresel ortamları doğurmuştu. Sanayi devrimi, en büyük zayiatını vermişti.

Geçen yüzyıldan devraldığımız bu yeni dünya düzeni, yirmibirinci yüzyılın ilk çeyreğinde krize girmiş bulunmaktadır. Büyük oranda, ekonomik bir kriz olarak lanse edilen bu kriz, kapitalizm ve ulus-devlet krizini de beraberinde sürüklemektedir. Bu krizi, sanayi devriminin ikinci büyük zayiatı biçiminde de okumak da mümkündür.
Bunu bir ‘sanayi devrimi’nin krizi biçiminde yorumlamak erken olabilir. Ancak bu, sanayi devriminin paradigmalarını tartışmamıza engel değildir. Paranın gücü, sermayenin tekelleşmesi, küresel sermaye, devletin kutsallaştırılması gibi kavramlar kapitalist çevrelerce hiç tartışılmadı. Dindar müslüman çevrelerin de bu değerlere sahip olmasından sonra, bu kavramların dindar çevrelerce tartışılmasının yoğunluğu da azalmış oldu. ‘Yeşil sermaye’ nitelemesini haklı kılacak şekilde, kaptializme yeşil rengi verilmiş oldu. Son on yılda, devlet iktidarı da yeşile boyanınca, iktidar problemi çözümlenmişcesine rafa kaldırıldı.

Yazının başlığının çağrıştırdığı bu düşüncelerle, 15 Kasım tarihindeki, Nesil Grubunun düzenlediği Yasin Ceylan’ın ‘Yeni Dünya Düzeni ve Said Nursi’ başlıklı seminerine gittim. Seminerde, yeni dünya düzenine ilişkin olarak beklediğim kavramların tartışılmasından ziyade, bu kavramların felsefi arka planındaki kavramlar arz-ı endam ediyordu.

Yasin Ceylan, Said Nursi için, ‘benim de hocamdır’ gibi bir ifade kullandı ve İ’caz-ül Kur’anı okuduğunu söyledi. Risalelerle ilgili okumaları, gençliğinde okudukları ile sınırlı olan Ceylan, Risale-i Nuru okuduktan sonra, kendi filozofik ürünlerini ortaya koysaydı, hem Nursi’yi daha iyi anlamış hem de kendi filozofisini de Said Nursi üzerinden test etmiş olurdu. Özetle Ceylan, Said Nursi’yi hiç okumamışçasına yorum yapıyordu. İsterseniz önce Yasin Ceylan’ın ne dediğini özetle sunalım. Değerlendirmeyi ondan sonra hep beraber yapalım.

"Said Nursi’nin yaşadığı dönem, islam aleminin zelzleleli olduğu bir dönemdi. Batıya karşı mağlup olmuş bir islam aleminde, çare arayanlar çoktu. Efgani-Abduh çizgisi ve onlardan sonra gelenler, bu mağlubiyete çare aramaya çalışmışlardı. Çare arayanlar arasında, Said Nursi de vardı. Efgani ve Abduh’un mirası, uzun sürmedi. Reformist bakış, islam aleminde tutmadı. Ama Said Nursi’ni fikri tuttu.

"İslam alemi, neden bir zelzele yaşadı? Aydınlanma döneminden sonra, batıda radikal bir değişiklik olmuştu. Bir çok doğulu aydın düşünür, bunu anlamamıştı. Ama Said Nursi, bu değişimi anlayabilmişti ve bunları yazmıştı. Abbasiler döneminde, eski Yunan eserlerinin tercüme edilmesiyle, yeni bir felsefe cemaati oluşmuştu. Abbasilerden ve dini bilgilerin tehlikeye girmesinden sonra, 12. asırdan 14. asra kadar, Gazali’nin ortaya çıkmasıyla, bir tür savunma eserleri yazıldı. Bu tercüme hareketleri sonucu, batı ile karşılaşmasından, islam dünyası zaferle çıkmıştır. Ancak, daha sonra, İslam aleminin XIX. Yüzyıldaki yeni felsefi dünya görüşüyle olan karşılaşmada, İslam dünyası, zaferle çıkamamış ve çatışma hala sürmektedir.
Gazali’nin şansını, Said Nursi yakalamamış olabilir. Ancak Gazali’nin hatasını, Said Nursi yapmamış ve Yunan bilimlerini dışlamamıştır.

"XIX. yüzyılın sonuna doğru, bilim tamamen dine karşıydı. Bu yeni düşünce tarzında, Tanrı yoktur. Descartes, Allah’a inanıyor. Ama felsefesinde, Tanrı yoktur. Laibniz de öyle.  Bu yeni düşünce tarzı, kötülüğe yol açtığı gibi, bir çok iyiliğe de yol açmıştır. ‘İlerleme’ anlayışı, bu düşüncenin yeni bir kazanımıdır. Terakki düşüncesi, yeni batı düşüncesinde var, ancak islam düşünce sisteminde terakkinin yeri yoktur.
Öte yandan, bu ilerlemeci görüşün bazı olumsuz yan etkileri de olmuştur. Hazcı bir insan tipi, batıda gelişmiştir. Hazcılık, ilerlemeciliğin yan etkilerinden birisidir. Ancak batı, kendisini sürekli yeniliyor. Bu yüzden, batıda ‘kalıcı kötülük’ vardır demek yanlıştır.

"Buna karşı Said Nursi, ne kadar başarılı olacak? İnsanın misyonu, insanda kamil olan istidatların ortaya çıkmasıdır. Dini anlayış, buna müsaade etmiyor. İslam alemi, Hristiyan ve batı düşüncesi, diyalektik bir biçimde birbirinden etkilenmektedir.
Bu günkü eğitim tarzımız, batı eğitim modelinin kopyasıdır. Bir görüşe göre insanoğlu, belli bir zamanda bir düşünce biçimi ortaya koymaktadır. Bu kişilerin fikirleri, kendilerinin mi? Yoksa dini kaynaklı mı? Geleneksel islamda, terakki umdesi yoktur. Çünkü mü’min, kendi kişiliğini inancıyla özleşleştiriyor, hafsalasında başka bir boşluk bırakmıyor. İlk müslümanlar, içlerindeki iyiliğin karşılığını, dinde buldukları için müslüman olmuşlardır.  ‘Dini iyilik’ten önce, insanın içinde bir iyilik vardır. İnsanın, inandığı şeyle kendisini özleşleştirmesi, ona katkı sağlaması ve ona ilaveler yapması lazım. Eğer ilaveler olmazsa, mükemmeliyet bitmiştir. Halbu ki batıda, her şey eleştirilebilir. Her türlü rejim, eleştiriye izin vermekle, kendisini yenilemeye izin vermiş olur. İnsanın, kendi ideolojisinde boğulmaması lazım.

"Asıl yaşam, pratik yaşamdır. Dünyevi hazlardan uzak durması, Said Nursi’nin en önemli özelliğidir. O, hiç takiyye etmemiş ve muhalefetini açık açık dile getirmiştir.  Onun dışında, bu tarzda davranan başka hiçbir alim yoktur. Said Nursi’nin bu erdemi nereden geliyor? Neden onun dışında kimse ortaya çıkamadı? Bu sorunun cevabını vermek lazım. Nursi, Kemalist ideolojiye karşı meydan okuyup, siyasi hayattan çekildi. İlk Said, projelerinin pek faydalı olmadığını gördüğünde, bunlardan vazgeçti ve siyasetten uzak durmaya çalıştı. Şiddetten uzak bir islam anlayışını, o ortaya koymuştur. Halbuki, islam dünyasının çoğunda şiddet modeli var. Nursi’nin üslubu,güzel ahlak ve ikna üslubudur. İkna ile islamiyeti anlatmak ve yaşamak, islamiyetin batı felsefesine karşı olumlu bir hamledir.

"İslamiyet ve batı medeniyeti, bu günkü haline gelene kadar, zaman içinde bir çok ürün vermiştir. XVII.asırdan sonra, insanlık, kendi bilgisine önem vermiş ve dini bilgiyi uzaklaştırmıştır. Doğa bilgisini keşfederek de Tanrı’ya yaklaşılabilir. Tanrı adını zikretmeyip, doğayı keşfederek de Tanrı bulunabilir ve O’na yaklaşılabilir. İmanı, inancı araştırmakla neyi geliştireceksiniz? İnançların, şüphe ile yüzyüze gelmesi lazım. Şüphe, insan zihninin temel fonksiyonlarından biridir. İlk müslümanlar, kendi şühelerinden şüphe etselerdi, müslüman alamazlardı. Şüphenin inanca da uyulanması lazım. Bir şeyin doğruluğundan şüphe etmek, yanlışından da şüphe etmek lazımdır.  Bu yüzden, ‘Ya Rabb, kalbime şek ve şüphe sokma!’ dememek lazım. Zihin, rahat bırakılmalı; zihinle yabancılaşmamlıyız. Zihni ve zihinsel faaliyetleri, rahat bırakmak lazım, yoksa zihin, çalışamaz ve zaaf ortaya çıkar.

"İnsanları, inanan-inanmayan diye yapılan ayrımları, realizasyona tabi tutmak lazım. Şevket Eygi, ‘Japon Ahlakı’ ile ilgili yazısında, Japonlar’ın İslamiyeti yaşadıklarını söylüyor. Oysa ki, onların bir  semavi dini de yok. Japonya’ya giden Hristiyanlar, orada hırsızlık olmadığını görünce, kendi Papazlarının yalan söylediklerini düşünmüşler ve söylemişlerdir. İslamiyet dışı kültürleri, islamiyete aykırı saymamak lazım. Bu gün artık, bütün kültürler elde edilebilir hale gelmiştir. Bir kültürle yetinmemek lazım. Birden fazla kültürle muhatap olmak ve küresel insan olmak lazım."

Elbette ki, Yasin Ceylan’ın bütün dediklerini cümle cümle analiz edecek değilim. Daha ehil olanlar, gereken cevabı verecektir elbette. Ancak onun dediklerini birkaç ana başlıkta eleştiriye tabi tutmak gerekir.

I.Eski Yunan eserlerinin tercüme edilmesi ve İslam düşünce yapısında, fikir üretiminin donması meselesi:

Tercümeler asrında (miladi 8-9. yüzyıl), eski Yunan metinleri bir bir Arapçaya tercüme ediliyor ve İslam Dünyası, eski Yunan metinleriyle yüzyüze geliyordu. Abbasi Halifesi Me’mun döneminde, devlet eliyle Sokrat, Eflatun ve Aristo başta olmak üzere, eski Yunan filozoflarının bir çok eseri Arapça’ya tercüme edilmiştir.

Eski Yunan eserlerinin tercüme edilmesinin, biri İslam medeniyetine, diğeri Eski Yunan metinlerine ait iki sonucu olmuştur:
Birincisi, İslam medeniyetinde var olan mutezile akımı güçlenerek, içeride bulamadığı fikri desteği dışarıdan gelen takviye ile bulmuştur. Böylece mutezile düşüncesi, önceleri islami kaynakları anlama çabası iken, tercümelerden sonra felsefi bir mecraya dönüşmüştür. Bir çok mitolojiyi de içinde barındırdığından dolayı Yunan felsefesi, özelde mutezileyi genelde de İslam düşüncesini derin bir şekilde etkilenmiştir. İslam aklı da bu dönüşümden nasibini alarak durağanlaşmış ve taklid dönemi başlamıştır. Bu açıdan bakıldığında, Yasin Ceylan’ın iddia ettiği durağanlaşmanın sebebi Gazali değil, felsefenin kendisidir. Bediüzzaman da muhakematında, eski Yunan eserlerinin tercüme edilmesini, taklidin sebeplerinden birisi olarak görmektedir.

İkincisi, tercümelerden sonraki eski Yunan eserleri de değişime uğramış, ve eski metinler İslami bir cilayla parlatılmıştır. Bir tür bilginin islamileştirilmesi(doğruluğu tartışılmalı) gibi bir muameleye tabi tutulan Eski Yunan metinleri, müslümanca bir okumaya tabi tutulmuştur. Dolayısıyla eski eserler, saf halini muhafaza edememiş, Müslümanların tercümesiyle batıya sunulmuştur.

Daha sonraları ortaya çıkan Rönesans hareketlerine ve günümüzdeki batı medeniyetinin inşasına, işte bu eserlerin tercüme edilmesinin etkisi göz ardı edilmemelidir. Dolayısıyla bu günkü batı medeniyetine de, sırf eski Yunan medeniyetinin saf ve yeni bir versiyonu diye bakmamak gerekiyor. Çok baskın olmasa da içinde vahyin unsurlarını barındıran bir niteliğin varlığını gözlemliyoruz. Bu yüzden topyekün kabul ya da reddiye esası üzerine bina edilen bir batı eleştirisi mümkün olmamalıdır.

Bu yüzden, Yasin Ceylan’ın, batıda ‘kalıcı bir kötülük’ olmadığını söylemesine ben de katılıyorum. Nitekim Bediüzzaman da, Avrupa’yı ikiye ayırmaktadır. Birinci Avrupa’da, insanlığa büyük faydalar sağlayan ve önemli ilerlemelerin kaydedilmesine imkan veren  bir medeniyet anlayışı vardır. İşte böyle bir medeniyet, sadece Hıristiyanlığın malı değildir. Bu medeniyetin arka planında; asırlar boyunca devam edegelen fikirlerin birbirlerine ilave edilmesi ile oluşan birikim, semavi dinlerin katkısı, fıtri ihtiyaçların zorlamaları ve özellikle İslamiyet'in de katkısı vardır

Ancak ikinci Avrupa’yı da görmek lazımdır. Bu ikinci Avrupa, iki dünya savaşını meyve vererek, sayısız zulüm ve adaletsizliklere yol açmıştır. Dolayısıyla batı dediğimizde, önce şunu sormamız lazım: Hangi batı? Birinci Avrupa mı? İkinci Avrupa mı?

Hangi batı sorusuna cevap verebilmek için, Bediüzzaman’ın 25. Sözdeki iki medeniyet mukayesesindeki, batı medeniyetinin kıstaslarını kullanmamız elverişli olur. Bir medeniyet ki, temelinde kuvvet belirleyicidir; hedefi menfaattir; hayat prensibi mücadeledir ve güçlünün zayıfı ezmesi üzerine kuruludur; toplumsal bağları, milliyetçilik esasına dayanmaktadır. İşte bu esaslar üzerine kurulu olan bir medeniyeti, ikinci avrupa olarak okumamız mümkündür.

II.Yasin Ceylan, Said Nursi’nin batıdaki gelişmelerden duyarsız kalmadığını ve onları anladığını düşünüyorsa, bu konuda daha sıkı okumalar yapması gerekir. Zira, risalelerde en az 4-5 yerde, Kur’an medeniyeti ve batı medeniyeti karşılaştırması yapan Bediüzzaman, sırf batı karşıtlığından ziyade, bu günkü batı medeniyetinin olumsuzluklarını ortaya çıkaran asıl belirleyici faktörleri bulup eleştirmiştir.

Batı medeniyeti,toplumlarıbirarada tutanbağolarakırkıve menfi milliyetigörür.Bu medeniyetin gayesi,nefsanî hevesleri tatmin ve ihtiyaçları çoğaltmaktır. Kuvvetin gösterdiği yol, tecavüzdür. Menfaat, her arzuya kâfi gelmediğinden, onun gösterdiği yol, boğuşmaktır. Cidal prensibinin gösterdiği yol, çarpışmaktır. Başkasını yutarak beslenen ırk ve menfi milliyetin gösterdiği yol, tecavüzdür. Kur'an'ın hikmeti ise, dayanak noktası olarak kuvvet yerine "hakk"ı kabul eder. Gayede, menfaat yerine "fazileti ve rıza-yı İlâhî"yi kabul eder. Hayatta, cidal yerine "yardımlaşma" prensibini esas tutar. Toplumu birarada tutan bağ olarak, ırk ve menfi milliyet yerine "din ve vatan" bağını gözetir. Kur'an hikmetinde gaye, nefsanî heveslerin meşru olmayan tecavüzlerine set çekmek, kişiyi ulvî emellere teşvik etmek ve insanı kemâle eriştirmektir. Hakkın gösterdiği yol , birleşmedir. Faziletin gösterdiği yol, dayanışmadır. Yardımlaşmanın gösterdiği yol, birbirinin imdadına yetişmektir. Dinin gösterdiği yol kardeşliktir. Benliği gemlemenin ve ruhu kemâle erdirmeye çalışmanın gösterdiği yol, dünya ve ahiret saadetidir.

III.‘Dini iyilik’ten önce, insanın içinde bir iyilik olması hususunu ‘vicdan’ kavramı ile karşılayabiliriz. İnsanda, hem iyiliğe hem de kötülüğe meyyal istidatlar vardır. Bu istidatlar, çoğu kere kendi başlarına ‘iyilik’ kavramına ulaşamayabilirler. Çoğu kere, dini bir iyilik kavramı ile karşılaştığında, insandaki iyilik kavramı, daha da açığa çıkar ve kamil insan öyle ortaya çıkar. Aksi halde, insanın içindeki iyilik istidadı, uygun bir mecra bulamazsa, körelip gitmektedir.

Dini iyilikten önce, insanın içinde apriorik olarak bir iyilik bulunması düşüncesi, Hem Eflatun’da var hem de, Farabi gibi bir çok hükemada da vardı. Öyle ki, insanın içindeki bu iyilik düşüncesi, felsefe ile ortaya çıkarılabilecek durumdaydı. Bu düşünceden dolayı felsefeye o kadar değer atfettiler ki, felsefeyi bu konuda yeterli saydılar ve hatta nübuvvete gerek olmadığını bile söylediler. Bu yüzden, Yasin Ceylan’ın içindeki bu iyilik düşüncesine atfettiği değeri, felsefenin bu bakışı ile birlikte okuduğumuzda, daha da anlamış oluyoruz.

IV.Ceylan’ın ‘doğa bilgisini keşfederek de Tanrı’ya ulaşabilirsiniz’ cümlesini de bu bağlamda okumak mümkündür. Doğa bilgisi, bilimsel verilerle keşfedilmektedir. Dolayısıyla, bu bilgiye ulaşıldığında da Tanrı’ya ulaşılabiliyorsa, artık ille de dini kavramlarla Tanrı’ya ulaşmaya gerek yoktur. Felsefi kavramlarla ya da insanlığın icad ettiği kavramları tek başına kullanarak da Tanrı’ya ulaşılabilir.

Bu sorunlu bir yaklaşımdır. Zira nasıl ki, akıl tek başına doğruyu bulmaya yetmemektedir. Aklın ürünü olan, kavramlar ve sistemler de doğruyu bulmaya yetemez. Bu durumda, aklı tek başına bırakmak yerine, vahy desteğiyle doğruyu bulmasına yardımcı olabiliriz. Bediüzzaman’da bu durum, akıl-kalb dengesi biçiminde okunmaktadır. Demokrasi de insanlığın bulduğu önemli bir icaddır. Ancak, tek başına yetmediği yüzyılların tecrübesiyle ortaya çıkmıştır. Demokrasinin eksiklerini ve yanlışlarını da vahy eksenli bakışlarla, tashih etmek ve düzenlemek gerekir.

Yine Bediüzzaman’da iki türlü kitap anlayışı vardır. Birincisi, Allah’ın Kelam sıfatından gelen bildiğimiz Kur’an-ı Kerimdir. Diğeri ise, Kainat kitabıdır. Kainat kitabını keşfetmek, tek başına dünyevi saadeti sağlayamamaktadır. Bunu mutlaka, Kelam sıfatından gelen emirlerle buluşturmak lazım. Bu yüzden Ceylan’ın, ‘doğa bilgisini, keşfederek de Tanrı’ya ulaşabilirsiniz’ cümlesi sorunludur.

Geçtiğimiz yüzyıldaki dünya, doğa bilgisinin en fazla keşfedildiği bir dünya idi. Ama bunu keşfedenlerin büyük bir çoğunluğu, bu keşfi Tanrı’ya ulaşmak yerine, birbiriyle savaşarak harcadı. Ve halen de savaşmaya devam ediyor. Kimsenin de elinde üçüncü bir dünya savaşının yapılmayacağına dair bir garantisi yoktur.

Kadim felsefenin, bilimsel pozitivizme evrildiği ve bunun da bu savaşları meyve verdiği bir dünyada, hala doğa bilgisinin tek başına hakikati bulmaya yeteceğini söylemek çok mantıklı görünmüyor. Bu yüzden başta da ifade ettiğim gibi, sayın Ceylan’ın, felsefesini mutlaka Risale-i Nurlarla test etmesini öneriyorum.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
3 Yorum