Said Nursi reçeteyi mesih kürsüsünde yazdı
100. Yılında Hutbe-i Şamiye Işığında İslam Dünyası konulu 1. Arama Konferansında sunulan tebliğler
Risale Haber-Haber Merkezi
Risale Akademi tarafından düzenlenen "100. Yılında Hutbe-i Şamiye Işığında İslam Dünyası konulu 1. Arama Konferansı"nda sunulan tebliğleri yayınlamaya devam ediyoruz. İşte Mustafa Özcan'ın tebliği:
Mesih kürsüsünde yazılan reçete
Hicri 1377 ve miladi 1958 yılında Mısır’ın küresel çapta tanınmış karilerinden Abdüssamet Abdulbasit, Emevi Camii’nde Nebe Suresini tilavet emiş. Bu makaleyi kaleme almadan önce kasetlerden o tilavetini dinledim. Konuyla yakından alakalı bu surenin 35’inci ayeti dikkatimden kaçmadı. ‘La yesmauna fiha lağven vela kizzabe’ ayeti cennette ne boş bir söz ve lakırdı ne de bir yalan olduğunu beyan ediyordu.
Bediüzzaman da Abdulbasit gibi Mesih’in kürsüsünde lakin ondan 47 yıl önce irat etmiş olduğu makalesinde veya hutbesinde İslam dünyasının hastalıklarının başında sıdkın ölmesi geldiğini beyan etmiştir. Cami-i Emevi hadislerde beyan edildiği gibi Mesih’in ineceği Beyaz Minareyi temsil etmektedir. Beyaz temizliği ve sıdkı remz ettiği gibi Cami-i Emevi de Hazreti İsa’yı remz etmekte ve burası bir nevi onun kürsüsü hükmüne geçmektedir. Hazreti İsa’ya en yakın ve onu görmüş bir peygamber olarak Hazreti Yahya’nın da burada medfun olması malum mekanın başka bir ayrıcalığıdır. Papa John Paul de tam 10 yıl önce 6 Mayıs 2001 tarihinde burayı ziyaret etmiş ve Başmüftü Ahmet Keftaro ile birlikte burada bir selamlama konuşması yapmıştı (1).
Bediüzzaman Hazretleri, Hutbe-i Şamiyesi’nde asra ve Müslümanlara ezcümle şöyle seslenmektedir:
“Ben bu zaman ve zeminde, beşerin hayat-ı içtimaiye medresesinde ders aldım ve bildim ki: Ecnebîler, Avrupalılar terakkide istikbale uçmalarıyla beraber; bizi maddî cihette kurun-u vustâda durduran ve tevkif eden, altı tane hastalıktır. O hastalıklar da bunlardır:
Birincisi: Ye’sin, ümitsizliğin içimizde hayat bulup dirilmesi.
İkincisi: Sıdkın hayat-ı içtimaiye-i siyasiyede ölmesi.
Üçüncüsü: Adâvete muhabbet.
Dördüncüsü: Ehl-i imanı birbirine bağlayan nuranî rabıtaları bilmemek.
Beşincisi: Çeşit çeşit sarî hastalıklar gibi intişar eden istibdat.
Altıncısı: Menfaat-i şahsiyesine himmeti hasretmek….”
Bediüzzaman’ın hayat-ı içtimaiyenin hastalıkları arasında saydığı yalan/kizb ve sıdk yoksunluğuna Kur’an, Nebe Suresinde temas ediyor ve ahiret ve cennet ehlinin boş ve lağv sözden ve yalandan müberra ve ak pak olduklarını anlatıyor. Cennete namzet olan Müslümanların da en önemli hasletlerinden birisi elbette ki sıdk ve yalandan uzak olmaktır. Bediüzzaman’ın Emevi Camii’nde veya Mesih kürsüsünde yalana temas etmesi boşuna değildir. Yalan hem içtimai hastalıklardan hem de nifak alametlerinden birisidir. Deccal da yalanla ve hile ile iş görecektir. Hazreti Mesih anti Deccal olduğundan dolayı onun şiarı sıdk iken onun dikotomik ve zıt temsiliyeti ve şahsiyeti olan Deccal'in şiarı ve yöntemi ise yalan ve hiledir. Dolayısıyla Mesih kürsüsünün, sıdka ve yalana muhalefete ve tenfire tahsisi eşyanın tabiatına uygun bir gelişme ve keyfiyettir. Mesih anti Deccal olması hasebiyle peygamberlik düzeyinde ve makamında sıddıkiyeti temsil ederken ilk halife Hazreti Ebubekir de hilafet düzeyinde ve makamında sıddikiyeti temsil etmektedir.
Hazreti Mehdi Hazreti Ebubekir’in de varisi ve halefi olması hasebiyle o da sıddıkiyet makamının temsilcisidir. Hazreti İsa da sıddikiyetin muşahhas halidir. Emevi Camii de hem bir Mesih kürsüsü olduğu gibi hem de ‘makade sıdkin inde melekin muktedir’ makamının dünyadaki numunesidir. Bu anlamda Cami-i Emevi sıdk ve sıddikiyet kürsüsüdür. Bu kürsü yalanla ve hile ile mücadeleye tahsis edilmiştir.
Kamer Suresi 54 ve 55’inci ayetleri de Emevi kürsüsünün numene-i hakikatinin cennette olduğunu müjdelemektedir:
“İnnel muttekîne fî cennâtin ve neher(neherin).”
(Muhakkak ki takva sahipleri, cennetlerde ve nehir kenarlarındadır.)
“Fî mak’adi sıdkın inde melîkin muktedir(muktedirin).”
(Kudret Sahibi Melik'in huzurunda, sadıklar makamındadır.)
Münazarat bilindiği gibi avamın reçetesidir ve Bediüzzaman avamın istifhamlarını ve şark aşiretlerinin sorularını cevaplandırmış ve onları muhavereleriyle irşat etmiştir. Muhakemat ise ulemanın cilası ve saykalı ve onun ötesinde reçetesidir. Hutbe-i Şamiye ise ümmetin reçetesidir. Telifinden veya tab’ından 100 yıl sonra 2011 yılı İslam aleminin bu reçeteye muhatabiyet yılıdır. Zira, İslam alemi bu yılda yapısal/bünyevi bir değişiklik geçirmekte ve 100 yıllık ölü toprağını üzerinden silkelemektedir. Bediüzzaman hakiki meşrutiyetin (ve bir nevi hakiki meşruiyetin de) 100 yıl sonra geleceğini Münazarat adlı eserinde dile getirmiştir.
Şöyle ki:
“Suâl: Tarif ettiğin meşrûtiyetin ne miktarı bize gelmiş ve niçin bütün gelmiyor?
Cevap: Ancak on kısımdan bir kısmı size gelebilmiş. Zîrâ sizin şu vahşetengiz, cehâletperver husumetefzâ olan sarp dağ ve derelerinizdeki vahşet ayılarından, cehâlet ejderhasından, husûmet kurtlarından bîçare meşrûtiyet korkar, kolaylıkla gelmeye cesâret edemez. Eğer siz tenbel kalıp da onun yolunu yapmazsanız, tenbellik etseniz, yüz sene sonra tamamen cemâlini göreceksiniz.”
Hemen akabinde de Şam’a gitmiş ve orada Hutbe-i Şamiyeyi irat etmiştir. Gerçekten de 100 yıl sonra bütün umutların buharlaştığı ve söndüğü bir anda ve Yusuf Suresinin 110’uncu ayetinde beyan edildiği bir halet-i ruhiyede medet esintileri baş göstermiştir. “Nihayet peygamberler ümitlerini yitirip de kendilerinin yalana çıkarıldıklarını sandıkları sırada onlara yardımımız gelir ve dilediğimiz kimse kurtuluşa erdirilir. (Fakat) suçlular topluluğundan azabımız asla geri çevrilmez.” Yaşayanların beyanıyla mucize kabilinden bir kıvılcım yaşanmış ve bu dünyayı aydınlatmıştır. Bediüzzaman ilk illet ve içtima-i maraz olarak gördüğü ye’is hali gitmiş ve Arap toplumları umuda gark olmuştur. Araplar her kemalin manii olan yeis halini yenmişler ve her türlü terakkinin ve istibdadın yadigarı olan nemelazımcılığı terk etmişlerdir. Bundan dolayı Araplar sosyal hastalıklardan kurtularak şifa yoluna sapmışlardır. Bunun birkaç nedeni vardır. Bu nedenlerden birisi, köhne rejimlerin akıl tutulması halidir ki aynı başlıklı yazımda konuya temas ettim. Olayları analiz eden yazı aynen şöyledir ve yazı en az bir yıl önce kaleme alınmıştır:
Akıl tutulması
Son dönemlerin en ilginç alanlarından birisini, değişim dinamiklerinin tarassut edildiği ve keşfedildiği alan oluşturmaktadır.
Bu kuralları tanıyarak değişime katkıda bulunuruz. Değişimin de çeşitli dinamikleri var. Dolayısıyla değişimi anlamanız, ancak ayak seslerini ve dinamiklerini hissetmenizle mümkündür. Değişimin vakti geldiğinde bunu hissedersiniz. Bu anlamda, değişimden önce değişimin zemini hazır ve mümehhed olur. Bu bağlamda eskiler: ‘Cenab-ı Hak bir şeyi murat ederse esbabını halk eder’ demişlerdir. Veya başka bir ifadeyle ‘doktor iyi olacak hastanın ayağına gelir’ demişlerdir. Bu değişim dinamiklerinden birisi de aslında akıl tutulmasıdır. Son dönemlerde gerçekten de en sık kullanılan tabirlerden birisi de akıl tutulmasıdır. Sosyal değişimler akıl tutulması sayesinde gerçekleşir. Zulümler vicdan ve iz’an tutulması sayesinde işlenir.
Akıl tutulmasını biraz daha açacak olursak; aslında sağduyu tutulmasının bir sonucudur. Sağduyu ve basiret olduğu müddetçe insanlar kolay kolay hata üzerine hata işlemezler. Dolayısıyla hataların büyümesi ve bunun bir değişim dinamiği ve yumağı haline gelmesi, ancak sağduyunun sakatlanması ve akıl tutulmasıyla mümkündür. Bundan dolayı da son sıralarda sıkça akıl tutulmasından bahsedilmesi ve bu duruma atıf yapılması değişimin kıyısında olduğumuzun işareti ve habercisidir. Yoksa kolay kolay hatalar sağanağı yaşanmaz. Son sıralarda, Türkiye’de Tabakatü’l-Kübra gibi kitaplarıyla tanınan Abdulvehhab Şarani ile alakalı olarak yapılan bir çalışmayı okuyorum.
Gerçekten de mükemmel bir çalışma. Şarani bizdeki İsmail Hakkı Bursevi’nin kalıbında, ayarında veya kademinde bir sofidir. Kendisi iki dönemi birden görmüş ve yaşamış muhadram bir şeyh. Hem Memlüklü (Kölemenler dönemi) hem de Osmanlı dönemine erişmiş. Bu onuncu hicri yüzyıl sofisi değişimin akıl tutulmasıyla birlikte geldiğine şahitlik ediyor. Onun için hicri 923 veya miladi 1517 tarihi bir dönüm noktasıdır. Ve akıl tutulmasıyla birlikte Mısır’la birlikte bu dönüm noktasını yaşayanlardan birisi de Şarani olmuştur.
Değişimin akıl tutulmasıyla ilişkisini, bir hadis-i şerifi şerh ve açıklama bağlamında ifade ediyor. Muhammed Sabri ed-Dali, üzerinde çalışma yaptığı Şarani’yi kaderci olarak yaftalıyor. Lakin değişim dinamikleri noktasında Şarani’nin kitaplarında bir hadis-i şerife dayandığını belirtiyor. Bu hadis-i şerif şudur: ‘Allah kader ve kazasını yürütmek ve gerçekleştirmek istediğinde akıl sahiplerinin akıllarını başlarından alır. Kaza ve kaderini gerçekleştirdikten sonra da akıllarını tekrar başlarına iade eder... (El Hitab es siyasi es sufi fi Mısr: Kırae fi hitabı Abdulvehhab el-Şarani lilsultati ve’l-müctemaa, s 129, Daru’l-Kütüp Ve’l-Vesaik el-Kavmiyye)’ Dolayısıyla değişimin arazı veya semptomu akıl tutulmasıdır. Öyleyse şöyle söyleyebiliriz; bir yerde akıl tutulması varsa; değişimi bekleyin. Değişim bu durumda kaçınılmazdır. Bu bize başka bir hadis-i şerifi de hatırlatıyor: İşler na-ehillere yani ehliyetsizlere verildiğinde karmaşa ve kıyameti bekleyin… Bu durumda ayaklar baş olmuştur. Bu ahvalde de değişimin dinamikleri veya esbabı tahakkuk etmiş demektir. Gerçekten de, Türkiye’de son dönemlerde en fazla sözü edilen hususların başında akıl tutulması gelmektedir. Normal dönemlerde yıllara sığabilecek olaylar, haftalara ve hatta günlere sığabiliyor.
Meselenin kader boyutuna gelince. Abdulvehhab eş-Şarani burada da önemli çözümlemelerde bulunuyor. Sözgelimi, Eş’ari kelamcıları ve özellikle müteehhirinden olanlar, irade-i bari ile rıza-i bari arasında ayırım gözetmişler ve yapmışlardır. Allah mürid ismiyle irade edebilir ama er-rıza ismiyle razı olmayabilir. Dolayısıyla şeytanı yaratma noktasındaki iradesiyle, amellerinden razı olmama hususunda adem-i rızası farklı tecelli etmiştir. Kader meselesi de böyledir. Biz kaderin; hayrın ve şerrin Allah’tan geldiğine inanırız. Bu noktada kadere iman eder ama makdurdan da razı olmayabiliriz. Bu noktada rızamız, Allah’ın rızasına tabidir. Şarani, bunu şöyle formüle eder: El-insanu en yarda bilkadai la-bilmakdiyyi… Yani insan kaza ve kadere razı olur ama bu makdurdan (kaderin muhtevasından veya şerre taallük etmesinden) da yani irade edilen şeyden de razı olduğu veya olacağı anlamına gelmez. Bu manada şerri irtikap etmek ve işlemek şer, lakin şerrin yaratılması şer değildir. Kısaca, kadere razı olmak makdura razı olmak değildir. Bu anlamda günlük lisanda kullandığımız ‘Allah’ın iradesine teslim olmak’ deyimi aslında rızasını istemek ve rızasına uygun amel işlemek ve istemek anlamına gelmektedir. Bu bağlamdaki irade, rıza makamında kullanılmıştır(3).”
Mısırlı İhvan mensuplarından İsam El-Aryan, Al-Misruyyun gazetesinde buna temas etmiş ve Arap rejimlerinin idrak tutulmasına kapılarak çürüdüklerini ifade ve beyan etmiştir. Lakin değişim tek ayak üzerine olmayacağı için halkın da ön alma veya inisiyatifi ele geçirmesi lazımdır. Bunun için üzerindeki ölü toprağını silkelemesi ve mukadderatını ele alması gerekmektedir. Yusuf Kardavi de bunu gayet veciz bir biçimde ortaya koşmuş ve ‘Allah, insanlar kendilerini değiştirmedikçe onları değiştirmez’ ayetinden yola çıkarak insanların iyiye doğru irade geliştirdiklerini ve Allah’ın da insanları bu istikamete sevk ettiğini beyan etmiştir. Tunuslu şair Ebu’l-Kasım eş-Şabi de bu içtimai seyir halini satırlara dökmüştür:
İrâdetu'l-Hayat Hayat İrâdesi
İzâ eş-Şa'bu yevmen erâde el-hayate Bir gün olur da millet hayat isterse
Felâbüdde en yestecîbe el-Kader Gerektir ki kader buna cevap vere
Velâ büdde lilleyli en yencelî Gece dürülüp kalka
Velâ büdde lil kaydi en yenkesir Zincirler kırıla…
Esasında bu beyitler ayetin tamamen bir tefsirinden ibarettir. Yani silkelenen topluma kader mütavaat eder. Kader dinamik ve pozitiftir ve bu anlamda ayette ‘len yüsibene illa ma ketebellahu lena huve mevlana’ denilmek suretiyle şair ve şiiri tasdik edilmekte ve doğrulanmaktadır.
Bediüzzaman’ı en çok dikkat çektiği yekdiğer ve ikiz hastalıklardan birisi de istibdat hastalığıdır ki altı hastalıktan birisidir. Köhne ve sömürgeciliğin devamı olan zorba Arap rejimlerinin yıkılması da istibdat hastalığının bertaraf edilmesi anlamına gelmektedir. Arap aleminde bu hastalığa ilk işaret edenlerden birisi Halepli Abdurrahman Kevakibi olmuştur. Lakin Abdurrahman Kevakibi’nin Bediüzzaman’dan farkı, bunu bir nevi davayı kavmiyete büründürmesi, bağlamasıdır. Dolayısıyla kavmiyetçilik bağlamında meseleye temas etmiş olmasıdır. Bediüzzaman ise bunu Osmanlı çatısı altında tedavi etmek istemiş ve unsuriyete bulaştırmamıştır. Tam tersi daima imtizac-ı anasırı savunmuştur.
Adavete muhabbet de izale oluyor. 100 yıllık Türk nefreti gidiyor ve yerini Türk muhabbeti ve modeli alıyor. Geçmişte buna dair bir yazım çıplak gerçeği ortaya koymaktadır.
Türk nefretinden Türk muhabbetine; 100 yıl!
Son sıralarda Arap diyarı ile Türkiye arasında 100 yıllık kopukluk aşılıyor ve tamir oluyor. Tamirat devresindeyiz. Gabriel Garcia Marquez'in '100 Yıllık Yalnızlık' kitabının çağrıştırdığı gibi çevremizle 100 yıllık kopukluk ve yabancılaşma sona eriyor. Geçenlerde Takiyyüddin Nebhani’nin ‘ ed-Devletü’l-İslamiyye’ adlı eserini okudum ve orada 100 yıllık karşılıklı yabancılaşmanın ipuçları veriliyordu. Belki de o yıllarda ecnebiler/yabancılar Beyrut ve Bağdat’ta kendilerinin de bir eseri ve ürünü olan Osmanlı ve Türk nefretini tarassut ediyor ve gözlemliyorlardı. O sıralarda belki de İngilizlerin zihninde Mezopotamya ile Necid’i birleştirmek ve başına da Mansur Paşa’yı geçirme düşüncesi vardır. Keza Asir ile Yemen’i birleştirerek başına Abidin Paşa’yı getirmeleri bahis konusuydu. Yine o dönemde alel’acele tasarlanan Filistin-İsrail federasyonu veya ortak devletinin başına da namzet olarak Mısır'da olan Şehzâde Mahmud Şevket Efendi düşünülmüştü. Şevket Efendi, Sultan Aziz'in oğlu Seyfeddin Efendi'nin mahdûmu idi.
Osmanlı’nın son dönemlerinde Arap tarafında Türklere karşı sun’i bir nefret atmosferi körüklendi ve oluşturuldu. Burada başı çeken ayrılıkçı rüzgarların körükleyicisi; Butros el-Bustani, Necip Azuri, İbrahim yazıcı gibi zevattı. Necip Azuri, 1904 yılında Paris'te bir dernek kurmuştur: Ligue de la. Patrie Arabe. Bu derneğin amacı, Suriye ve Irak'ın Türk hakimiyetinden koparmaktı. 1882 yılında ve sonrasında Beyrut ve Bağdat gibi şehirlerde bağımsızlık ve Arap milliyetçiliği rüzgarları esiyordu. Bağdat’ta yaşayan bir Fransız, günlüklerinde o havayı şöyle yansıtmaktadır : ‘Her yerde aynı oranda Türk nefretiyle karşılaşıyordum. Türk boyunduruğundan kurtulmak mayalanma halinde idi ve ortak bir hissiyatı yansıtıyordu. Ufukta bir Arap milliyetçiliği dalgası gözüküyor. Yakında Arapçılık akımı İslam alemi içindeki merkeziyetçi bir konum talep edecektir…(Ed Devletü’l-İslamiyye, Takiyyüddin Nebhani, s: 193, Daru’l Ümme)’ Reşid Rıza’nın o yıllarda kaleme aldığı Hilafet kitabında Musul’u yeni bir payitaht mekanı olarak göstermesi adem-i merkeziyetçi böyle bir rüzgarın sonucuydu. Şimdi ise Musul değil İstanbul konuşuluyor.
100 yıl sonra Türk nefreti, beklenmedik bir biçimde yeniden Türk muhabbetine dönüşüyor. Araplar yeniden siyasi merkeziyete Türkiye’yi oturtuyorlar. Bunun iki temel nedeni olmalı. Bunlardan birisi, Arap siyasi iradesinin dağınıklığı ve yetersizliği. İkincisi, Batıya yabancılaşma ve buna mukabil giderek depreşen İran korkusudur. Bunlara ilaveten üçüncüsü de, Türkiye’nin son yıllarda komşularını ihmali bırakması ve Arap ve İslam dünyasına yönelmesidir. Bu da Türk muhabbetini yeniden tepelere çıkarmıştır. Keza Şerif Hüseyin ve akıbetinin anlaşılması tarihi bir ders niteliğinde olmuştur. Lawrance ve Magmohon gibilerinin Osmanlı müşterek bağının koparılmasındaki gayretleri herkesin malumu haline gelmiştir. El Cezire geçtiğimiz haftalarda ( 21/22 Eylül 2010) Şerif Hüseyin ile Magmohon arasındaki yazışmalarını yeniden gündeme getirmiştir. Bu itibarla, tarih emperyalist anakronizmden sonra yeniden asıl mecrasına dönüyor ve izmlerin ve milliyetçiliğin uzaklaştırdığı Müslümanları İslamiyet yeniden kanatları arasına topluyor. Bu beraberliğin mihverinde de yenilenen Filistin ve Kudüs davası vardır.
Arap kamuoyu ve yazarları referandum meselesine de bu zaviyeden bakıyorlar. 100 yıllık yalnızlığa neden olduğunu düşündükleri Kemalist anlayışın referandumla birlikte Türkiye atmosferinden biraz daha ötelendiğini düşünüyorlar. Bu tür yorumlara İsrail ve Batı basınında daha az rastlanıyor. El-Kuds el-Arabi gazetesi referandum sonuçlarını iki temelde değerlendiriyor. Bunlardan birisi, Kemalist anlayışın zayıflaması. İkincisi ise ikinci cumhuriyetin kurulması sürecidir. Bizde de referandum ve sonuçlarına üçüncü meşrutiyet olarak bakanlar var. Eş-Şarku’l-Avsat gazetesinden Adil Tarifi’ye göre, AKP'nin yönetimi akla 'Elveda Lenin'i getiriyor. Referandumun ardından ülkedeki laik hegemonya son bulacak. Türkiye hâlâ laik bir ülke olacak ama aynı zamanda demokrasisi de güçlenecek. Burada ‘Elveda Lenin’ vurgusu manidar. Şu açıdan, Türkiye’de de geçtiğimiz yıl Mustafa Kemal’le alakalı peş peşe filmler çekildi. Birincisi, Can Dündar yapımı Mustafa filmi, Mustafa Kemal’in mirasına sahip çıkanlar ve laik kesimler arasında çok ses getirdi ve tepki çekti. Bazıları manevi hatırasına hakaret telakki ettikleri film için Dündar’a dava açmayı bile düşündüler. İkincisi de Zülfü Livaneli’nin alternatif Veda filmiydi. Onun maksadı, elbette ‘Lenin’e Veda’ benzeri bir film yapmak değildi. Lakin filmler üst üste gelince maksadı aşan bir biçimde ve zımni olarak ‘Mustafa’ya Veda’ gibi bir anlam da çıkmadı değil.
Elbette referandum sonuçları her zaviyeden tartışılacaktır. Hangi anlama geldiğini zaman tayin edecektir. Bununla birlikte, kat’i olarak şunu söyleyebiliriz: Gerçekten de 100 yıllık yalnızlık bitiyor. Ramazan umresinden gelenler Abdurrahman Südeys veya diğer Harem imamlarının hutbelerini Türkiye’deki gelişmelere ayırdıklarını ve umumen ülkemiz için dua ettiklerini ve isim verdiklerini belirtiyorlar. Yine Ramazan umrecilerinden olan arkadaşımız İbrahim Balcı da Türk muhabbetinin yeniden kabardığına tanıklık ediyor ve Türkiye’nin yeniden İslam aleminin merkezine yerleştiğini ve Türkiyeli olmanın ayrıcalıklı ve imtiyazlı bir vasıf haline geldiğini söylüyor(4).”
Arap dünyasındaki hareketler ve insanların canlarını ve mallarını ortaya koymaları himmetini zatına ve şahsına hasretme döneminin de kapandığını gösteriyor. Binaenaleyh hem katılımcı rejimler dönemine, hem de sosyal paylaşım çağına geçiyoruz. Twitter’in sosyal paylaşım ağı olması da bunu remz etmiyor mu?
Dolayısıyla İslam alemi ve Arap alemi sosyal hastalıklarını aşıyor. Bunlardan kurtuluyor. Bunun Hutbe-i Şamiye’den 100 yıl sonraya rastlaması rastlantı veya tesadüf olabilir mi? Hayatta tesadüfe tesadüf edilmediğine göre, elbette hayır. Zira, Hutbe-i Şamiye sıdk kürsüsünde ve Mesih’in kürsüsünde yani Ak Minarede irat edilmiştir. O kürsü aynı zamanda Gazali’den Halid-i Bağdadi’ye kadar mücedditler kervanının ortak kürsüsüdür. Dolayısıyla Mesih kürsüsünde yazılan ümmetin reçetesi bugün tatbikat mevkiine gelmiş bulunuyor. Bundan sonrası cennet-i asa bahardır. Madem ki sıddik Yusuf’la başladık ve onunla devam ediyoruz ve onunla bitirelim:
Bilindiği gibi, Erzincanlı Aşık İsmail Daimi'nin söz konusu olan deyişi üç dörtlükten ibarettir:
Ne ağlarsın benim zülfü siyahım
Bu da gelir, bu da geçer ağlama.
Göklere erişti figânım, âhım
Bu da gelir, bu da geçer ağlama.
Bir gülün çevresi dikendir hardır,
Bülbül har elinde ah ile zardır.
Ne olsa da kışın sonu bahardır,
Bu da gelir, bu da geçer ağlama.
Daimi'yem her can ermez bu sırra,
Gerçek âşık olan erer o nûra.
Yusuf sabır ile vardı Mısır'a,
Bu da gelir, bu da geçer ağlama.
Bahsedilen televizyon programında elenen yarışmacı, son dörtlüğü şu şekilde seslendiriyor:
Daimiyem her can ermez bu sırra
Eyüp sabır ile gitti Mısır'a
Koyun oldum ağladım ardı sıra
Bu da gelir bu da geçer ağlama.
Yusuf hem sıddikiyet hem de sabır makamını temsil ediyor. İnşaallah İslam alemi de 100 yıllık sabır sonunda yalnızlığını kırıyor ve vuslata eriyor. Mesih’in dediği gibi; bugün bayram; dünyada esenlik ve mele-i a’lada kutlama. Vursun davullar, çalsın zurnalar.
Kaynaklar:
1-http://www.ewtn.com/library/PAPALDOC/JP2ATHIN.HTM/Address to Muslims of Damascus :On Sunday evening, 6 May 2001, the Holy Father left the Syrian Orthodox cathedral to go to the Umayyad Great Mosque of Damascus, to visit the memorial of St John the Baptist with the Grand Mufti, Shiek Ahmad Kuftaro, and other Muslim authorities. The Holy Father addressed the Muslims in the courtyard of the mosque.
2-Münazarat 19-27
3-Mustafa Özcan - Yeni Akit 1 Şubat 2010, Akıl tutulması
4-http://www.candundar.com.tr/_old/index.php?Did=13216

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.