Said Nursi 'Ben dindar bir cumhuriyetçiyim' demiyor mu?

Said Nursi 'Ben dindar bir cumhuriyetçiyim' demiyor mu?

Mim Kemal Öke: Bunlar olsaydı IŞİD olmazdı

Risale Haber-Haber Merkezi

Prof. Dr. Mim Kemal Öke, Arap dünyasında demokrasi, vicdan hürriyeti, insan hakları olsaydı IŞİD'in ortam bulamayacağını belirterek, "İyi bir dindar demokrat olabilir. Said-i Nursi de “Ben dindar bir cumhuriyetçiyim” demiyor mu? Bunu söylerken de karıncaları örnek gösteriyor. Demokrasinin yaşayabilmesi için insanların dini bir terbiyeden geçmesi gerektiğine inanıyorum" dedi.

Haber Türk'ten Balçiçek İlter’e konuşan Mim Kemal Öke, beyaz Türk bir ailede yetiştiğini, namaz kılmayı papaz sayesinde öğrendiğini, namaza başladıktan sonra uğradığı mahalle baskısını ve çocuklarının rahatsızlığı nedeniyle yaşadığı imtihanı anlattı.

Bunca siyasi koşuşturmanın ortasında bir yerde insan olmayı becerebilen bir “yaralı yürek” Pazartesi Sohbeti konuğum... Prof. Dr. Mim Kemal Öke, Türkiye için aslında yabancı bir isim değil. Ülkenin en genç profesörüydü o, müthiş bir aile, müthiş bir kariyer çizgisi; etrafı “Sen Başbakan olacaksın” diyenlerle doluydu. Sadece etrafı mı? Belki de bu işleri dizayn etmeye meraklılar tarafından Amerika’ya, İngiltere’ye davet edildi, “Siyasetin içinde yer almalısın” denildi... O ise nasibini bulana kadar kırk kapıdan geçti misali bir yolculuğa çıktı. Önce oğlunun rahatsızlığı, ardından doğduğu anda “Pencereyi açık bırakın da bu çocuk hemen soğuktan ölsün” dedikleri Down sendromlu kızı Nazlı’nın varlığı, yıllarını verdiği Boğaziçi Üniversitesi’nden uzaklaştırılışı, hayatta kalma çabası, maddi manevi tutunabilme gayreti derken karşımda “Başbakan” olamamış ama “Sevgili”nin bahçesine ulaşmak için çabalayan bir “Yaralı Ceylan” var. Prof. Dr. Mim Kemal Öke’nin hikâyesini, kitabında anlattıklarını, tasavvufa gönül verişini okudukça kendi nasibinizin peşine düşmemeniz mümkün değil. En azından çabalayacaksınız, biliyorum...

-Niye “Yaralı Ceylanlar Kulübü”? Niye ceylan?

Ekolojiye olan merakım dolayısıyla tabiat alemini çok severim. Taşı toprağı, canlısı... En sevdiğim hayvan ceylandır. Mahsun ve hüzünlü bir hali vardır, kendime de çok benzetirim. Yaralıdır. Türkülerimizde, şarkılarımızda, tasavvufta olsun, hep ceylan motifi vardır, ince bezenmiş bir semboldür. Peygamber Efendimiz de hüzünlüydü, ama kendisi için değil. Siz eğer Allah’ın yarattıklarına yönelik bir sosyal duyarlılık duymuyorsanız, iyi bir Müslüman olamazsınız. Müslüman öldürmeye değil, yaşatmaya vardır, başkalarının dertlerine derman, deva olmak için vardır. İşte bugün etrafıma baktığımda daha da hüzünleniyorum, kahroluyorum. Bugün maalesef İslam’ın en büyük düşmanı Müslümanların ta kendisidir! Ceylana dönersek; gözleri sürmelidir kalp gözü vardır, mürşittir, herkes o “ceylan”ın ve “misk”in peşindedir. Dergâhlara ve tasavvufa gönül verenler kalbi yaralı olanlardır, katı kalpliler gelmezler.

-Sizin bu yaralı haliniz, yalnız haliniz çocukluğunuza dayanıyor?

Yalnız bir çocuktum. Acılı bir aileden geliyorum. Anne ve baba tarafı çok politik. Biri İstanbul diğeri İzmir’den beyaz Türkler, Türkiye’nin ekâbirleri. Biri DP diğeri CHP kurucularından. Ama öyle bir acı var ki ailede annem hâlâ tedavi altında. Annemin dedesi Bülent Üstündağ o zamanlar yedek subay ama “Demokrat İzmir” isimli muhalif gazeteyi çıkarıyor ve başyazılarını kendisi yazıyor. 46 seçimlerinde İsmet Paşa’nın olayı kendi lehine çevirdiğine dair bir algı oluşuyor.

-Ve dedeniz ağır bir yazı yazıyor...

“Nesebi gayri sahih” diye... Yani “Piç” diyor bir nevi.... “Piç” dediği için de imza atmıyor. O zaman sorumlu müdür olarak anneannem gözüküyor ve savcılar hamile anneannemi Meclis’e hakaretten tutukluyorlar. Affettirmek için devreye giriliyor vs. olmuyor. 1.5 yıl kalıyor, teyzem orada doğuyor. Dedem de bu olanlara dayanamıyor, intihar ediyor. Anneannem de aklını yitiriyor çünkü işkence görüyor. Annem o zaman 8 yaşında. Ardından anneannem de intihar ediyor, 10 Kasım’da, eşinin kendini öldürdüğü tarihte. Biz bu yükü ailecek yaşadık.

‘BEN RAMAZANI GAYRİMÜSLİMLERİN EĞLENCESİ SANIRDIM’

-Entelektüel, siyasi, beyaz Türk bir aile...

Sürekli sorumluluklarım var. “Sen en iyi yerlerde okumalısın, en iyi şekilde davranmalısın, cam bile kıramazsın, eşref önemlidir” vs... “Robert’te okuyacaksın, Cambridge’e gideceksin.” Hiç ama hiç sevmedim ben bu okulları, kapitalist düşmanıydım, bakmayın böyle bir aileden geldiğime... Ama itaat ettim, hiç sesimi çıkarmadım, ne isterlerse yaptım. Dünyayı Atlas gibi sırtımda kaldıracağıma inanırdım. Robert’teyken daha belirgin, herkesin süper kahraman olacağına inanılıyor. Çok okurdum ama kimseyle paylaşmazdım. Aşırı rekabetten hiç hoşlanmadım, sosyal Darvinist bir yapı vardı okulda, oysa ben düşenin yanında olmalıyım.

-Ya Cambridge?

Zorla gittim. Çift fakülte bitirdim, tarih ve iktisat. Babam bastırdı iş idaresi diye, o yüzden iktisat okudum. Oysa ilkokuldan beri ben dünyayı kurtarmak istiyordum ve sistemi eğitimle değiştireceğime inanmıştım. Ya diplomat olacağım ya da öğretim üyesi...

-Ve orada namaz kılmaya başlıyorsunuz...

Evet. Ailem Müslüman ama ameli bir Müslümanlık yok. Bana Fatiha’yı öğretmişlerdi örneğin ama namaz yoktu. Hatta bizim beyaz Türk çevresinde şöyle bir ortak düşünce vardı: “Teşvikiye Camii vardır ama oraya kapıcılar gider, kentsoylu, yüksek sınıf camiye gitmez.” Dine alt sınıfların yaşayacağı bir inanç sistemi gibi bakma durumu. Cahilseniz, fakirseniz camiye gidebilirsiniz. Ramazan gelirdi, evde hiçbir değişiklik olmazdı. Ben ramazanı gayrimüslimlerin eğlencesi sanırdım. Etrafımızda dindar yoktu.

‘CAMBRIDGE’TE MESCİT AÇILMAKLA KALMADI BEN DE İMAM OLDUM’

-Aile “Sen nereden çıktın?’’ demedi mi peki?

Demezler mi, dediler. (Gülüyor) Cambridge’te bir gün “Seni papaz çağırıyor” dediler. Ben misyoner bir hareket bekliyorum, “Kiliseye gelmezsen seni mezun etmeyeceğiz” falan tarzında bir çıkış... Bana dedi ki: “Burası İngiltere, din ve vicdan hürriyeti önemli bizim için, sizin ibadetinizi yapacağınız bir mahal yok, size bir oda vereceğiz.” Ne diyeceğimi şaşırdım, namaz kılmayı bile bilmiyorum ki... Deliliğe Övgü’nün yazarı Erasmus’un odasını verdiler toplu namaz için... Şimdi yaparlar mı böyle bir şey? Hiç sanmıyorum.

-Cambridge’te mescit açıldı yani..

Açılmakla kalmadı, ben de imam oldum. Şaka değil, dinimi bir papaz sayesinde öğrendim. İslamiyet hakkında okumaya başladım, Arapça öğrendim. Gel zaman git zaman İngilizce, Arapça ve Türkçe vaazlar vermeye başladım. Sonra sinagoglara, kiliselere çağrıldım İslam’ı anlatmak için.

-Türkiye’ye dönüp Boğaziçi Üniversitesi’ne mescit açmaya kalkınca kıyamet koptu ama...

Evet. “Orası Cambridge, burası Türkiye; kendine gel” dediler. Sonra kuzey-güney kampusu arasında bir araziyi istimlak ederek cami yapıldı, ben de camiye gidiyorum. Öğrencilerden biri, “Aman hocam gelmeyin, sizi fişliyorlar” dedi. Yıl 1980 sonu. Meğer dönemin emniyeti “Bu dinci adamın bu üniversitede ne işi var?” diye homurdananları ciddiye almış. Cuma günleri okula gitmemeye başladım, sırf orada namaz kılmayayım diye. Ne hazin değil mi?

-Peki ya kendi mahalleniz?

Mahalle baskısı öylesine kötü bir şey ki... Bizde, Nişantaşı camiasında “Kabahat de ibadet de gizli” derlerdi. Kaçak göçek namaz kıldım. Oysa ehl-i şeriat bir adamdım ben. İbadetinde İslami konulara duyarlı, dini literatüre hâkimdim. Hâlâ okurum, sonu gelmez ki... Annem-babam bir gün yanıma geldiler, “Bize de öğretsene namazı” dediler. O günden beri hâlâ kılarlar.

-Boğaziçi Üniversitesi’nde meslektaşlarınızla aranız nasıldı? BM’den gelmiştiniz, Cambridge mezunusunuz, profil tam o ortama göre aslında...

Doğrudan bir şey söylemezler ama dışlarlar. Lütfen selamlaşırlar, yemekhanede masanıza oturmazlar. Korkunç bir dışlanmışlık, ötekileştirilmişlik hali. Onu size hissettirirler, “Sen buraya ait değilsin, git!” derler. Hiçbir yere çağırmazlar.

-Ama gitmediniz...

Gitmedim çünkü öğrencilerimi seviyordum ve gerisi umurumda değildi. 22 yıl görev yaptım, dersime hiçbir şeyi karıştırmazdım. Bir şey bulamazlardı hakkımda. Çok uğraştılar ama benim için ibadet ayrı bir şeydi, ders ayrı bir şey. Öğrencim beni severdi. Beni fişlemek için neler yapmadılar ki... Sesimi kayda almaya çalıştılar, hangi tarikata üye olduğumu falan öğrenmeye çalıştılar. MİT ya da emniyet görevini yapabilir ama MİT’in görevine soyunan öğretim üyesi ne demektir? İstihbaratçı hocalar, müstahdemler....

-Peki, kopuş nasıl oldu?

TRT’de bir program yapıyordum. 28 Şubat süreci. Zara bir ilahi okudu, Hayrettin Karaman’a bir izleyici “Kadınlar ilahi okur mu?” diye sordu. Karaman da “Sesi güzelse okur” dedi. Ertesi gün hedefe konuldum. CHP hakkımda savcılığa suç duyurusunda bulundu, irticai faaliyetler sürdürdüğüme dair. Hakkımda soruşturma açıldı, çok gücüme gitti. Üniversiteden “Biz seni istemiyoruz” dediler. Tazminatımı yakarak istifa ettim. Dost bildiklerim aramaz sormaz, telefonuma çıkmaz oldu. Ya diyorsunuz “İş istiyorum”, para istemiyorum ki iş istiyorum. Çok zor günlerdi. “Dik dur Kemal diyordum sürekli, dik dur!” Bakın o gün de söyledim, bugün de söylüyorum.
Din ve vicdan hürriyeti olmalıdır ve buna saygı duymadığınız sürece bu boşluğu dolduracak başkaları çıkar. Tepki şiddetle gelir. IŞİD boşuna çıkmadı. Arap dünyasında demokrasi, vicdan hürriyeti, insan hakları olsaydı IŞİD ortam bulamazdı. Bunu, demokrasiyi sağlayacak olanlar da aydınlardır, akademisyenlerdir. İyi bir dindar demokrat olabilir. Said-i Nursi de “Ben dindar bir cumhuriyetçiyim” demiyor mu? Bunu söylerken de karıncaları örnek gösteriyor. Demokrasinin yaşayabilmesi için insanların dini bir terbiyeden geçmesi gerektiğine inanıyorum.

"NAZLI AİLEMİZİ BİR ARAYA GETİRDİ"

-Bütün bunlar yaşanırken, önce oğlunuzun kalp rahatsızlığı ve sonrasında Down sendromlu kızınız Nazlı’nın doğuşu....

İşte dönüm noktası benim için. Nazlı doğdu, doktor durumu anlattı, ben kendimi sokaklara vurdum, öylesine bir isyan, öylesine bir acı... Sonra bir yerlerde bayılmış kalmışım. Ben kendimle uğraşırken, doktor eşime “Pencereyi açık bırakın, zaten zayıf bir çocuk, ölsün gitsin bu yaşamasın’’ demiş. Nasıl bir doktorsa artık. Sonra duyduk başkalarına da aynı tavsiyeyi vermiş. Ve sonra bir rüya, başka bir kapının açılışı ve hayatım bambaşka... “Yaralı Ceylanlar Kulübü”ne hoş geldiniz. Senin başına gelmedi bu, sen seçilmiş bir kulsun, bunun hikmetini çöz. Nazlı ailemizi bir araya getirdi, hayatta bana ne yapmam gerektiğini gösterdi, kendimi buldurdu ve amacımı buldurdu. Engellinin sorununu çözmek toplumun sorununu çözmektir.

-Dünyayı kurtarmanın bir yolunu buldunuz yani...

Buldum. Hayatımı boşuna geçirmişim hissi. Tasavvuf o zaman girdi hayatıma.. Aklı reddetmeden zarif şekilde aşma hissi beni çok etkiler. Akıl olmadan bir yere gidemezsin. Onu çok daha sonra anladım. Yaptıklarımın, profesörlüğümün akıl ve bilim kullanarak gelmiş olduğu istasyonu reddetmemem gerektiğini Mehmed Faik Erbil hazretleri öğretti.

-Nasıl?

“Efendim ben kırbamı boşalttım, diplomamı her şeyi bir kenara atıyorum’’ dediğimde, “Yaptığın bilimlerin hepsinin bir yararı var, hiçbir şekilde reddedemezsin’’ diyen de odur, Nazlı doğduğunda “Profesör olmuşsun ama henüz tam bir baba olamamışsın” diyen de... Haklıydı. Metafiziksel derinliğimi Nazlı gösterdi bana.

 

HABERE YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
4 Yorum