Sahîh bir îmânın şartları

Bu haftayı yoğun bir cihad tartışmasıyla geçirdik. Konuya detaylarla devam edeceğimizi ifade etmiştik. Doğru İslâm’ı anlamak ve Rızaya erişmek için söyleyeceğimiz ve yazacağımız çok şey var ve hepsi de hazır beklemede… Hiçbir şahıs, kurum veya şahıslar, kesinlikle muhalif taraf konumunda değildir. Kardeşlik, uhuvvet sırrı esastır. Kur’ân’ın nûru etrafında kenetlenmeye mecbur ve mükellefiz. Kur’ân umûma hitâb eder. Bazı yanlış anlamalara meydan vermemek, çok az sayıda da olsa, bizim gibi düşünmeyen kardeşlerimizi rencide etmemek, Hak ve hakikatın dışında sanki bir başka taraf mevcutmuş hissi uyandırmamak için, biraz daha sükûnet, itidal ve müsamaha fırsatı verip araştırmaya ve sahih kaynaklardan ve Nurlardan meseleyi doğru anlayıp değerlendirmeye teşvik etmek amacıyla bu yazıyı araya koymak durumunda kaldım. Yoksa, dinde ve dini kaynaklarda kıyamete kadar devam edecek ve asla değişmeyecek meseleler  ve deliller açıktır. Müdakkikâne ve muhakkikane bakmak yeterlidir. Üstad Hazretleri de harfiyen söz konusu kaynaklara ve Şeriat-ı Garra’ya tam tamına mütabık hareket etmiş, asla farklı bir şey söylememiştir. Hayatı ve Külliyâtı, bunun en sağlam şâhididir.                                                      
 
Şu an İslâm topraklarını sudan bahanelerle işgal etmiş olan Deccâliyetin zâlim güçlerini meşrû, haklı, mâsûm; mağdur ve mazlumları haksız ilân etmek gibi arz ve semâvâtı titretecek cinâyetlere tarafdar olmamız neûzü billah müslümanlardan beklenemez. Kur’ân, Sünnet ve onları bu asırda bize tefsir eden Risâle-i Nurlar’dan ta’vîz vermekten yüce Rabbimize sığınırız.
Şimdi müsadelerinizle konuya geçelim:
 
1) Îmânda şübhe olmamalıdır. Çünkü îmân, şek ve şübhe kabûl etmez. Şübhe ile îmân bir arada bulunmaz. O hâlde, inanılması gereken şeylerin tamâmına şeksiz, şübhesiz ve kesin olarak îmân edilmesi gerekir. Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’de mü’minleri şöyle ta’rîf etmektedir:


اِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ الَّذينَ امَنُوا بِاللّهِ وَرَسُولِه ثُمَّ لَمْ يَرْتَابُوا وَجَاهَدُوا بِاَمْوَالِهِمْ وَاَنْفُسِهِمْ فى سَبيلِ اللّهِ اُولئِكَ هُمُ الصَّادِقُونَ


“Mü’minler, ancak Allah’a ve peygamberine îmân eden, sonra da îmânında şübheye düşmeyen, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihâd eden kimselerdir. İşte îmân iddiasında sâdık ve doğru olanlar bunlardır.” (1)

Îmân etmiş olabilmek için ilk başta kalbden şübheyi atmak şart olduğu gibi; îmânın devâm ve bekásı için de şübheden uzak olmak şarttır. Îmân esâsları ile ilgili olarak, “Bunlar doğru mu, değil mi? Aslı var mı yok mu?” diye şübhe etmek, kesin bir şekilde kalbin huzûr ve sükûn içinde tasdîk etmesi ma’nâsında olan îmân ile ters düşer. Bunun için, îmânda kesinliği ifâde etmek, şek ve şübheyi gidermek için Kur’ân’da “îkán” ta’bîri kullanılmıştır. “Îkán” şek ve şübheden uzak ve yakínî olarak inanmak demektir. Şek ve şübhe içinde olan bir kimsenin kalbine îmân yerleşmemiştir.
 
2) Erkân-ı îmâniyyenin hepsine birden îmân etmek zarûrîdir. Zîrâ, îmân edilecek şeylerin bir kısmına inanıp, bir kısmına inanmayanın îmânı geçerli değildir. Îmân, bütünlük ister ve îmân esâslarının hepsine birden inanmayı gerektirir.
Bu konu hakkında Bakara 85, 136, 137, 285; Âl-i Imrân 84; Nisâ 150-153, 136,137; En’am 159; Hicr 91-94; Rûm 31-32 âyet-i kerîmelerine mürâcaat edilebilir.
 
3) Îmân, ye’s hâlinde olmamalıdır. Hayâttan ümidi kesip, ölümle karşı karşıya gelmeden ve İlâhî azâbla karşılaşmadan önce îmân edilmesi gerekir. Zîrâ, ye’s hâlindeki bir îmân, insâna fayda sağlamaz. Firavun’un îmânı gibi. Cenâb-ı Hak, ye’s hâlindeki bir îmânın sahîh olmadığını gelecek âyetiyle ifâde etmiştir:


فَلَمَّا رَاَوْا بَاْسَنَا قَالُوا امَنَّا بِاللّهِ وَحْدَهُ وَكَفَرْنَا بِمَا كُنَّا بِه مُشْرِكينَ  فَلَمْ يَكُ يَنْفَعُهُمْ ايمَانُهُمْ لَمَّا رَاَوْا بَاْسَنَا سُنَّتَ اللّهِ الَّتى قَدْ خَلَتْ فى عِبَادِه وَخَسِرَ هُنَالِكَ الْكَافِرُونَ
 

“O vakit azâbımızın şiddetini gördüklerinde şöyle dediler: ‘Allah’ın birliğine îmân ettik ve O’na şerîk koştuğumuz şeyleri inkâr ettik.’ Fakat, azâbımızı gördükleri vakit, îmânları kendilerine fayda verecek değildir. Allah’ın kulları hakkında devâm edegelen sünneti budur. İşte kâfirler burada aldanmışlar, ziyâna uğramışlardır.” (2)
Bu konu hakkında ayrıca Nisâ 17-18; En’am 158; Yûnus 90-92 âyet-i kerîmelerine mürâcaat edilebilir.
 
4) İmâna şirk karıştırılmamalıdır. Allah katında mü’min olabilmek için, insânın tevhîd üzere bulunması gerekir. Îmânına şirk karıştıran kimsenin, îmânı sahîh değildir ve böyle bir kimse hidâyete ermiş sayılmaz. Cenâb-ı Hak bu konuda şöyle buyurmaktadır:


اَلَّذينَ امَنُوا وَلَمْ يَلْبِسُوا ايمَانَهُمْ بِظُلْمٍ اُولئِكَ لَهُمُ الْاَمْنُ وَهُمْ مُهْتَدُونَ
 

“Îmân edenler ve îmânlarına zulüm (şirk) karıştırmayanlar, işte emniyet onlarındır ve hidâyete ermiş olanlar da onlardır.” (3)
Bu konu hakkında ayrıca Yûnus 105 ve Yûsuf 106. âyet-i kerîmelerine mürâcaat edilebilir.
 
5) Îmân esâsları kalb ile tasdîk edilmelidir. Zîrâ, îmânın mahalli kalbdir. Bu sebeble, îmânın sahîh olabilmesi için bir insânın sâdece dili ile îmân ettiğini söylemesi yeterli değildir; kalb ile tasdîk etmesi de gerekir. Cenâb-ı Hak bu konuda şöyle buyurmaktadır:


وَمِنَ النَّاسِ مَنْ يَقُولُ امَنَّا بِاللّهِ وَبِالْيَوْمِ الْاخِرِ وَمَاهُمْ بِمُؤْمِنينَ                                                                                           

“İnsânlardan bir kısmı da vardır ki; kalbleriyle inanmadıkları hâlde, dilleriyle Allah’a ve âhiret gününe inandık derler.” (4)
Bu konu hakkında ayrıca Mücâdele 22; Nahl 106 ve Mâide 41. âyet-i kerîmelerine mürâcaat edilebilir.
 
6) Îmân eden kimse, dînden olduğu kesinlikle bilinen bir hükmü inkâr veyâ tekzîb etmemelidir. Meselâ; bir kimse, dînin bütün hükümlerine îmân ettiği hâlde, tesettürün farziyetine , faizin haram olduğuna, cihadın farziyetine veyâ kısasa kısas gibi hükümlerden birini inkâr veyâ tekzîb ederse mü’min sayılmaz. Çünkü, bu adam, hakíkatte Allah’ı, Kur’ân’ı ve Hazret-i Muhammed (asm)’ı inkâr ve tekzîb etmiş olur.
 
7) Îmân eden kimse, İlâhî hükümlerin  icrâ ve tatbîkine tarafdar olmalıdır. O hâlde, bir kimse ahkâm-ı İlâhiyyeyi tasdîk ettiği hâlde, o ahkâmın icrâ ve tatbîkine tarafdâr olmazsa küfre girmiş olur. Meselâ; bir kimse, Allah’a, âhirete, Peygambere ve Kur’ân’a îmân ettiğini söylediği hâlde; “Fâizin yasak olması, içki ve kumarın şeytan pisliğinden bir pislik olduğuna inanmaya, sonucuna katlanmaya,  herhangi bir İlâhî hükmün  icrâ ve tatbîk edilmesine tarafdar değilim” derse ve böyle inanırsa inkâr ve küfre sapmış olur.
 
Evet, ahkâm-ı İlâhiyyeyi icrâ, tatbîk ve onlarla amel etmemek ayrıdır; o hükümlere  inanmamak, onları beğenmemek, icrâ ve tatbîkine taraftar olmamak veyâ onları engellemek  bütün bütün ayrıdır.

Birincisi, günâhtır. Çünkü, amel, îmândan bir cüz’ değildir.
İkincisi ise, küfür ve inkâr olup îmânın bütünlüğüne zıttır. Zîrâ, peygamberlerin asıl vazîfesi, ahkâm-ı İlâhiyyeyi tebliğ, icrâ ve tatbîki iken, böyle bir inanca sâhib olmayan bir kimse, o ahkâmı tasdîk etmemekle veyâ tasdîk ettiği hâlde tarafdâr olmamakla veyâ o ahkâmın icrâ ve tatbîkine sed çekmekle peygamberlere isyân etmiş olur. Peygamberlere isyân ise, Allah’a isyân hükmündedir. Bu ise küfrün ta kendisidir.
 
8) Ahkâm-ı İlâhiyyenin belli bir zamânla mukayyed olmadığına, o ahkâmın bütün zamânlara hükmettiğine inanmak da îmânın sıhhatinin şartları arasında yer alır. O hâlde, bir kimse ahkâm-ı İlâhiyyeyi belli bir zamâna hasredip o ahkâmın kıyâmete kadar devâm edeceğine inanmazsa, küfre girmiş olur. Meselâ, bir kimse Kur’âna îmân ettiğini söylediği hâlde, Kur’ân’ın muhkem ahkâmından olan “cihâd, tesettür ve Yahûdî ve Hıristiyanlarla ilgili âyetlerin” Kur’ân’ın nâzil olduğu devre âit olduğuna; bu asırda ise bu hükümlere ihtiyâc kalmadığına inanırsa; o kimse küfre girmiş olur. Halbuki, ahkâm-ı İlâhiyye zamânla mukayyed değildir. Ezelden gelmiş, ebede gidecektir. Cenâb-ı Hak, ahkâm-ı İlâhiyyenin aslâ değişmeyeceğini ve bütün zamânlara hıtâb edip bütün zamânların ihtiyâclarına kâfî geldiğini şu âyetiyle açık bir şekilde ifâde ediyor:


وَتَمَّتْ كَلِمَتُ رَبِّكَ صِدْقًا وَعَدْلًا لَا مُبَدِّلَ لِكَلِمَاتِه وَهُوَ السَّميعُ الْعَليمُ
 

“Ey Ekreme’r-Rusül! Rabbin Teâlâ’nın kelimesinden ibâret olan Kur’ân, va’dinde sâdık ve hükmünde âdil olması bakımından tamâm oldu. Aslâ noksan kalmadı. Çünkü, ihbârında yalan ve ahkâmında aslâ zulüm yoktur. Gerek geçmiş ümmetler hakkında, gerek kıyâmete kadar zuhûr edecek hâdisât husûsunda vermiş olduğu haberleri vâkıa mutâbıktır, aslâ hulf yoktur. Emir ve nehiy, helâl ve harâm gibi bütün ahkâmı adâlete muvâfıktır. Rabbin Teâlâ’nın kelimâtını tebdîl ve tahrîf ve kıyâmet gününe kadar ahkâmını tağyîr edici yoktur. Zîrâ, senin bi’setinle emr-i nübüvvet ve risâlet tamâm ve bâb-ı vahiy münsed oldu. Binâenaleyh, sen, enbiyânın hâtemi ve rusül-i kirâmın seyyidi oldun. Allahu Teâlâ, kullarının sözlerini duyar ve işlerini bilir.” (5)
 
Asrımızın müfessiri olan Üstad Bediüzzamân (ra) Hazretleri mezkûr âyetin tefsîri sadedinde şöyle buyurmuştur:
“Evet, Kur’ân’ın düstûrları, kánûnları, ezelden geldiğinden ebede gidecektir. Medeniyyetin kánûnları gibi ihtiyâr olup ölüme mahkûm değildir. Dâimâ gençtir, kuvvetlidir.” (6)
 

“ŞERÎAT-I GARRÂ; Kelâm-ı Ezelî’den geldiğinden, ebede gidecektir. Nefs-i emmârenin istibdâd-ı rezîlesinden selâmetimiz, İslâmiyyete istinâd iledir, o hablülmetîne temessük iledir ve haklı hürriyyetten hakkıyla istifâde etmek, îmândan istimdâd iledir. Zîrâ, Sâni-ı Âleme hakkıyla abd ve hizmetkâr olanın halka ubûdiyyete tenezzül etmemesi gerektir.” (7)
 
9) Yine bir kimsenin îmânının sahîh olabilmesi için dînin bütün hükümlerini beğenerek kabûl edip hiçbir İlâhî hükmü  küçümsememelidir. Ahkâm-ı İlâhiyyeden yüz çevirmemeli, dînî hükümleri alay konusu yapmamalı ve İlâhî emir ve yasakların hepsinin hak ve güzel olduğunu kabûl etmelidir. Bir insân, îmân ettiğini söylediği hâlde Allah ve Rasûlünün hükümlerinden yüz çevirir, kabûl etmez ve ahkâm-ı İlâhiyyeyi beğenmezse, îmân etmiş sayılmaz. Meselâ, namazı beğenmeyen veyâ tenbellikten dolayı değil, Allah’a karşı inad olsun diye kasden namazı îfâ etmeyen kimse mü’min olmaktan çıkar. Cenâb-ı Hak bu konuda şöyle buyurmaktadır:


وَيَقُولُونَ امَنَّا بِاللّهِ وَبِالرَّسُولِ وَاَطَعْنَا ثُمَّ يَتَوَلّى فَريقٌ مِنهُمْ مِنْ بَعْدِ ذلِكَ وَمَا اُولئِكَ بِالْمُؤْمِنينَ وَاِذَا دُعُوا اِلَى اللّهِ وَرَسُولِه لِيَحْكُمَ بَيْنَهُمْ اِذَا فَريقٌ مِنْهُمْ مُعْرِضُونَ وَاِنْ يَكُنْ لَهُمُ الْحَقُّ يَاْتُوا اِلَيْهِ مُذْعِنينَ اَفى قُلُوبِهِمْ مَرَضٌ اَمِ ارْتَابُوا اَمْ يَخَافُونَ اَنْ يَحيفَ اللّهُ عَلَيْهِمْ وَرَسُولُهُ بَلْ اُولئِكَ هُمُ الظَّالِمُونَ اِنَّمَا كَانَ قَوْلَ الْمُؤْمِنينَ اِذَا دُعُوا اِلَى اللّهِ وَرَسُولِه لِيَحْكُمَ بَيْنَهُمْ اَنْ يَقُولُوا سَمِعْنَا وَاَطَعْنَا وَاُولئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ وَمَنْ يُطِعِ اللّهَ وَرَسُولَهُ وَيَخْشَ اللّهَ وَيَتَّقْهِ فَاُولئِكَ هُمُ الْفَائِزُونَ
 

“ ‘Allah’a ve Rasûlüne îmân ettik’ diyorlar. Sonra onlardan bir grup, bunun ardından yüz çeviriyor. Bunlar mü’min değillerdir. Onlar; aralarında hüküm vermesi için Allah’a (Kur’ân’a) ve Peygamber’e (sünnete) çağrıldıklarında, bakarsın ki içlerinden bir kısmı yüz çevirip dönerler. Eğer hüküm kendi lehlerine olursa, itâat ederek gelirler. Kalblerinde bir hastalık mı var? Yoksa şübhe içinde midirler? Yoksa Allah ve Rasûlünün kendilerine haksızlık edeceğinden mi korkuyorlar? Hayır. Asıl zâlimler (kâfirler) kendileridir.

“Aralarında hüküm vermesi için Allah’a (Kur’ân’a) ve Rasûlüne (sünnete) da’vet edildiklerinde, mü’minlerin sözü ancak ‘İşittik ve itâat ettik’ demeleridir. İşte asıl bunlar felâha erenlerdir. Her kim Allah’a ve Rasûlüne itâat eder, Allah’dan korkar ve harâmlardan sakınırsa; işte asıl bunlar kurtuluşa erenlerdir.” (8)
 
10) Mü’min, Allah’ın azâbından emîn olmamalı ve rahmet-i İlâhiyyeden ümidini kesmemelidir. Yâni, mü’min, havf ve recâ arasında yaşamalıdır.Cenâb-ı Hak, bu konuda şöyle buyurmaktadır:


اَفَاَمِنُوا مَكْرَ اللّهِ فَلَا يَاْمَنُ مَكْرَ اللّهِ اِلَّا الْقَوْمُ الْخَاسِرُونَ
 

“Allah’ın azâbından emîn mi oldular? Hüsrâna uğrayan topluluktan başkası, Allah’ın mekrinden emîn olmaz.” (9)
 
Ey İlâhım,
Beni bağışla, yâ Ğaffar, ya Settâr, yâTevvâb, yâ Vehhâb.
Beni affet yâ Vedûd, yâ Raûf, yâ Afüvv, yâ Ğafûr.
Bana lütufta bulun, yâ Latîf, yâ Habîr, yâ Semî', yâ Basîr.
Günahlarımı sil, yâ Halîm, yâ Alîm, yâ Kerîm, yâ Rahîm.
Bizi yolun doğrusuna ilet, yaâRab, yâ Samed, yâ Hâdî.
Fazlınla bana cevadâne ihsanlarda bulun, yâ Bedî', yâ Bâkî, yâ Adl, yâ Hû.
Kalbimi ve kabrimi imân ve Kur'an nuruyla nurlandır, yâ Nûr, yâ Hak, yâ Hayy, yâ Kayyûm, yâ Mâlike'l-Mülk, yâ ze'l-Celâli ve'l-İkram, yâ Evvel, yâ Âhir, yâ Zâhir, yâ Batın, yâ Kavî, yâ Kadîr, yâ Mevlâ, yâ Ğâfir, yâ Erhame'r-Rahimin…(10)
 
DİPNOTLAR:
1.Hucurât, 49/ 15
2.Mü’min, 40/ 84-85.
3.En’am, 6/82
4.Bakara, 2/ 8
5.En’am, 6/115
6.Sözler, Yirmi Beşinci Söz, Üçüncü Şuâ, Üçüncü şavk  İkinci Cilve , Üçüncü Derece
7.Târihçe-i Hayât, Birinci kısım; Divan-ı Harb-i Örfi, ‘‘Yaşasın Şeriât-ı Ahmedî’’
8.Nûr, 24/ 47-52
9.A’râf, 7/ 99
10.Mesnevi-i Nuriye, Tazarrû ve Niyaz

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
5 Yorum