Prof. Dr. Şadi EREN

Prof. Dr. Şadi EREN

İçtihat kapısı kapalı mı?

Bediüzzaman, İçtihad Risalesinin başında şöyle der:

“İçtihad kapısı açıktır. Fakat şu zamanda oraya girmeye "altı mâni" vardır.” [1]

Bazıları bu cümleden hareketle “Bediüzzaman içtihad kapısını kapatmıştır” gibi bir hükme varırlar. Bu, sathi bir nazarla verilen ve gerçeği yansıtmayan bir hükümdür. Şöyle ki:

-Bediüzzaman, açık bir ifadeyle “İçtihad kapısı açıktır” derken, Onun bu cümlesini tam tersine çevirmek ciddi bir anlama hatasıdır.

-Bediüzzaman, bu çalışmada da numuneleri görüldüğü üzere, -az da olsa- bazı meselelerde içtihad yapmıştır. Kapalı olsaydı, böyle bir şey yapmaz, sadece eskileri naklederdi.

-Ayet ve hadisler sınırlı, meydana gelen olaylar ise âdeta sınırsız olduğundan kıyamete kadar içtihada ihtiyaç olacaktır. Mesela organ nakli, tüp bebek, sigorta, sanal ticaret, borsa, bitcoin, kredi kartı ve kasko gibi durumlar günümüzün meseleleridir. Ayet ve hadislerde doğrudan bunlarla alakalı hükümler yoktur. Bu durumda, bu meseleleri araştıran İslam âlimleri, elbette hem ayet ve hadislerden hem de benzeri meselelere verilen fetvalardan hareketle, bunların hükümlerinin ne olduğunu ortaya koyacaklardır.

-Bediüzzaman’ın İçtihad Risalesinde nazara verdiği hususları günümüzün yeni meseleleriyle ilgili değil, geçmişte halledilmiş fıkhî meselelerle alakalı olarak değerlendirmek gerekir. Çünkü zaten halledilmiş meseleleri yeniden halletmeye kalkmak, her şeyden önce vakit kaybıdır. Bu, “Amerika’yı yeniden keşfetmek” deyiminde anlatılan duruma girer. Bir de bütün meselelerde içtihad yapmak, eski zamana göre daha zordur. Çünkü ahir zamanın manen kurak ikliminde eski zamanın manen bereketli ikliminde yetişen büyük müçtehitler ve otorite mezhep imamları yetişmez.

İÇTİHAD FARKLILIKLARI

İçtihad kelimesi günümüz hukukunda da kullanılan kelimelerden biridir. Birbirine benzer durumlarda hâkimler birbirinden farklı kararlar alabilirler. Bu, “hâkimin içtihad yetkisi” olarak değerlendirilir. Bediüzzaman şöyle der:

“Müçtehid olan başka müçtehidin taklidine mükellef değildir.”[2]

Mecellenin kaidelerinden biri de şudur: “İçtihad ile içtihad nakzolunmaz.”[3] Yani bir içtihat diğer içtihadı geçersiz kılmaz. Dolayısıyla bir müçtehit kendi görüşünü mutlak doğru olarak görüp “diğer görüşler batıldır!” diyemez. İmam Şarani’nin ifadesiyle “Müçtehit, müçtehidi inkâr etmez.”[4] Mesela, Ebu Yusuf, İmam Muhammed ve İmam Züfer, İmam Azamın talebesi olmakla beraber, onun taklitçisi değillerdi. Her biri içtihatlarında hür ve müstakildi. Hanefî mezhebinde pek çok meselede bu imamların zaman zaman farklı içtihatları vardır. İmam Azama olan hürmetleri, reylerini izhar etmelerine engel olmamıştır.

İmam Azam, yaptığı içtihatlar hakkında şöyle demektedir:

"Bu, ulaştığımız en güzel neticedir. Daha güzelini bulan ona tabi olsun."[5]

Herkesi bir tek içtihatta toplamak hem mümkün değildir hem buna ihtiyaç ta yoktur. Farklı içtihatlar hayata bir renklilik katmakta, ayrıca uygulama alanında farklı alternatifler sunmaktadır.

NÂRÂ-YI MERDÂNE!

Şöhret sebebiyle bazıları âdeta insanüstü bir konumda göründüğünden, sonradan gelenler onları aşmaya cesaret edemezler. “Söylenmesi gereken her şeyi onlar söyledi, bize söyleyecek yeni bir şey kalmadı. Bize düşen görev, onların dediklerini anlamak ve uygulamaktır” şeklinde kanaatlere sahip olurlar. Gerçi insanın kendini küçük görmesi iyi bir haslettir, ama bu “bizden adam olmaz, biz bir şey yapamayız” manasında olursa, insanı çekingen yapar, teşebbüs ve hamle gücünü kırar. Hâlbuki ilim binasında öncekiler temelleri atmışlar ve birkaç kat çıkmışlardır. Sonradan gelenlerin bu binayı daha da yükseltmeleri ve daha güzel bir şekle sokmaları gerekir. Hakikat noktasında öncekiler sonrakilere söylenecek çok şey bırakmışlardır. Mesela Bediüzzaman “öncekiler tefsirde her şeyi söylemiş” diye düşünseydi, Risale-i Nur Külliyatı gibi bir tefsir harikasını yazmaya cesaret edemezdi.

İmam Azam şöyle der:

“Önce Allah’ın kitabına bakarım. Onda bulamazsam, Allah Rasülünün sünnetiyle amel ederim. Allah’ın kitabında ve Rasulünün sünnetinde bulamazsam sahabenin görüşüne bakarım, onlardan bazısının görüşünü alır, bazısının da almam. Ama sahabe görüşünü bırakıp başkasının görüşüne de gitmem… Tabiine gelince, onlar içtihadda bulundular, ben de içtihadda bulunurum. Neticede onlar da adam, biz de adamız.[6]

Bu manayı anlamak, kişiyi özgüvene kavuşturur, onu “öncekiler kim, biz kim? Biz onların ayağının tozu olamayız” şeklindeki çekingen tavırlardan kurtarır.

Kanaatimizce şu nokta çok önemlidir: “Onlar da adam, biz de adamız” ifadesi, önceki büyük ve kâmil zatları küçük görmek anlamında kullanılmamalıdır. Zaten İmam Azam da o anlamda kullanmamıştır.

Bediüzzaman, bir makalesinde bu sözü nakledip bu ifadeyi “erkekçesine bir na’ra” olarak nitelendirir:

“Amma hubb-u din ve i’lâ-yı kelimetullah herkese farz-ı ayn olduğun­dan, herkes kendini mükellef bildiğinden نَحنُ رِجاَلٌ هُمْ رِجاَلٌ na’ra-yı merdanesiyle teşmir-i sak ederek, zincir-i atâleti kırmak ve perde-i sefâ­leti yırtmakla meydan-ı terakkiye atılacaktır.”[7]

Yani, dini sevmek ve Allah’ın dinini her tarafa yaymak herkesin yapması gereken bir farz olduğundan, herkes kendini sorumlu bilecek, “Onlar da adam, biz de adamız” şeklinde erkekçesine bir na’ra ile paçaları sıvayarak tembellik zincirini kırmakla ve sefalet perdesini yırtmakla terakki meydanına atılacaktır.

Kur'an-ı Kerim önceki milletlerden anlattıktan sonra iki defa şöyle bildirir:

"Onlar bir ümmetti, geldi geçti. Onların yaptıkları kendilerine, sizin de yaptıklarınız kendinizedir. Siz onların yaptıklarından suale çekilecek değilsiniz."[8]

Dolayısıyla, her devrin insanının Kur'anı ve hadisleri anlamada bir payı vardır. En azından, “bilginin güncellenmesi” noktasında ciddi çalışmaların yapılması “olmazsa olmaz” bir zarurettir. Zira Fıkıh kitaplarında yer alan meselelerin bir kısmı günümüz insanının problemleri arasında yer almadığı gibi, günümüz insanının problemlerinin bir kısmı da önceki kitaplarda bulunmamaktadır. Ayrıca, günümüz şartları ve imkânları geçmişin şartlarından ve imkânlarından çok çok farklıdır.

[1] Nursi, Sözler, s. 480

[2] Nursi, Asar-ı Bediiyye, s. 207

[3] Mecelle, 16. madde

[4] Abdülvehhab Şarani, Mizanu'l - Kübra, Mustafa El- Bani Matb. 1. baskı. Kahire, 1940, I, 24

[5] Ebu Zehra, II, 79

[6] Ahmed Şerebasi, el- Eimmetü’-l Erbaa, Daru’l- Ceyl, Beyrut, s. 28-29

[7]Nursî, Asar-ı Bediiye, s. 526

[8] Bakara, 134 ve 141

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
5 Yorum