Risaleler ve Bektaşî mantığı: Üç eksen kayması-1

Nerede durduğumuzu, Arşimet noktamızı, pergelin ayaklarının nerelere basması gerektiği yakıcı sorununu vuzûha kavuşturmadan; hangi "dil"i / kimin dili'ni konuştuğumuzu, hangi idrak biçimiyle dünyaya, eşyaya ve İslâm'a baktığımızı belirginleştirmeden; kısacası, tıpkı Efendimiz (sav) gibi, tıpkı O'nun çağdaş vârisi Bediüzzaman gibi "ümmîleşme"den (= çağın/ın çocuğu olma ama Hz. Adem'den bu yana bize iletilen hakikatin ve bütün çağların tanığı ve tanıdığı olma zorlu, çileli ve varedici yolculuğuna soyunmadan) Kur'ân'a ve Sünnet'e gidebileceğimizi, Risaleleri anlayabileceğimizi, Kur'an'dan ilham alıp, asrın idrakine İslâm'ı söyletebileceğimizi zannediyoruz! Ne büyük gaflet! Ne ayartıcı bir yanılsama! Ne ürpertici bir zihin kayması bu, Ya Rab!

Çağ, bizim çağrı'mızın kurduğu bir çağ mı? Bizim çağrımızın kurmadığı bir çağ, bizim idrak biçimlerimizin işlemediği, zihnimizi köleleştirici bir ağ, idrak biçimlerimizi yok edici bir bağ, bakış açılarımızı yer'inden ederek yerle bir edici bir ayakbağı değil de nedir; düşündük mü hiç?

Böylesi bir hâl, bizi, Bektaşî mantığından (yani, Hakikate / dolayısıyla Risalelere teslim olmak yerine, Hakikati / dolayısıyla Risaleleri teslim almaktan) başka nereye götürebilir ki?

* * *
Şam'da dünyaca ünlü bir tarihçinin ofisindeyiz. Adama bir soru soruyorum; aldığım cevap çıldırtıyor beni. Sorduğum soru şu: Hz. Peygamber, tarihte ne yapmıştır? "Liberte, egalite ve fraternite" diyor Şam'lı tarihçi. Adam, bana Fransız Devrimi'ni anlatıyor!

Şirazem bozuluyor: Adama diyorum ki, "Beyefendi! Ben size, Fransız Devrimi nedir, diye sormadım; Hz. Peygamber, tarihte ne yapmıştır, diye sordum".

Cevap: "Ben de size, Hz. Peygamber'in Fransız Devrimi'nden 1200 yıl önce Fransız Devrimi'ni gerçekleştirdiğini söylüyorum ya işte!"

Kafayı yemek üzereyim: "Beyefendi! Bana hâlâ Hz. Peygamber'in ne yaptığını söylemediniz. Bana, Hz. Peygamber'in, 1200 yıl önce Fransız Devrimi'ni gerçekleştirdiğini söylemekle, nasıl bir zihin kayması yaşadığınızın, tarihin belli bir döneminde gerçekleştirilen Fransız Devrimi'ni tarihötesi'leştirerek özneleştirdiğinizin, Efendimizi' de tarih dışına iterek nesneleştirdiğinizin farkında mısınız, siz?" diyorum. Ve arkadaşlara, "bu adam, tam bir fosil, ne dediğinin farkında değil" diyerek ünlü Şam'lı tarihçinin ofisini terk ediyoruz derhal.

* * *
İkinci örnek: Bu kez bir risale sempozyumundayız Türkiye'de. Konuşmacıların çoğu profesör. İlk konuşmacı prof., bildik ezberleri tekrarlıyor sadece. İkincisi de aynı şekilde. Onlar rahat; ama ben (yine) kafayı yemek üzereyim: "Bu ne yahu?" diyorum kendi kendime ve sinirden elimdeki kalemi kırdığımı fark edemiyorum bile. Herkes bana bakıyor: "Pardon!" diyorum, özür diliyorum.

Ardından üçüncü profesör de risalelerden cümle cümle yaptığı ezberlerle aynı "ezber"leri tekrarlayınca, "Hoca be!" diyorum, "ne kadar da güzel ezberlemişsiniz böyle!" Hoca, ne dediğimi anlamadan, bir de, "teşekkür ederim Yusuf Hocam!" deyince, kendimi dışarı atıyorum hemen: Deli danalar gibi boş bir oda arıyorum, nefes nefese. Çıldırmak üzereyim. Başka uygun bir yer bulamadığım için, lavabo'ya "atıyorum kapağı." Ve, "iki dil sahibi, geleceğimizin anahtarlarını elinde bulunduran bir adam, bu kadar mı döndürülür mezarında!" diyerek yüksek sesle hem konuşuyor, hem hıçkırıklara boğuluyor, hem de elimi yüzümü yıkamaya çalışıyorum!

Ve bir anda sempozyumu düzenleyen arkadaşlardan biri beliriveriyor yanıbaşımda: "Hayırdır, Yusuf Hocam; kötü bir şey mi var?" diye soruyor. "Sormayın", diyorum, "dert büyük, hem de çok büyük"...

Bir taksiye atlayarak, sempozyumdan kaçıyorum...

* * *
Durduğunuz yer, baktığınız yeri de, bakış biçimlerinizi de, gördüklerinizi de belirler.

Oysa durduğumuz bir yer yok bizim: Yersiz-yurtsuzuz: Arşimet noktamızı yitirmiş, pergelimizi şaşırmış vaziyetteyiz: "Evsiz" ve "dilsiz"iz: Her şeye başkalarının durduğu yer'den bakıyor, başkalarının dilini konuşuyoruz: İslâm'a da, çağa da, eşyaya da İslâm'ın idrakiyle değil, asrın idrakiyle bakıyoruz: Çağın ağları ve bağları, "idrakimize deli gömleği gibi giydirilmiş", asrın idrakinin belirlediği kalkış noktası, bizim de kalkış noktamız hâline ge/tiri/lmiş durumda: Biz de varış noktası'na (saadet asrı'na) bu kalkış noktası'ndan (yani asrın idraki'nin zihnimizi, idrak biçimlerimizi ve bakış açılarımızı tarumar ettiği bu yıkıcı ve her şeyimizi yok edici algılama ve görme biçimleriyle) gidebileceğimizi düşündüğümüzün de; çağları aşan nebevî yer'imizi, idrak biçimlerimizi, bakış açılarımızı yitirdiğimizin de farkında bile değiliz hâlâ: Tastamam semantik bir intihar bu, oysa.

Yarınki yazıda, bizi bu semantik intiharın eşiğine fırlatan Bektaşî mantığının / nominalizmin, Türk entelijansiyasını, İslâmî çevreleri ve Nur talebelerini zihnî, "siyasî" ve sosyo-psikolojik düzlemlerde nasıl üç büyük eksen kaymasının eşiğine sürüklediğini sarsıcı örneklerle göstermeye çalışacağım.

Yeni Şafak

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
20 Yorum