Hulusi abi beni yazmakla nasıl barıştırdı?

"En iyi yazı karakteri sadece bir fikri iletmek üzere varolurdu. Farkedilmesi gerekmiyordu. Beğenilmesi hiç gerekmiyordu. Bir okur, sayfanın üzerindeki yazı karakterinin ya da mizanpajın farkına ne kadar varıyorsa, tipografi de o kadar kötü demekti." Simon Garfield, Tam Benim Tipim kitabından.

Barla Lahikası'nda iki kardeş mektup var. Birbirlerinden uzak sayılmazlar. Birisi, yani Hulusi abininki, 62. mektup. Diğeri, yani "Lütfi'nin arkadaşı..." diye imzalı olan, 83. mektup. Bu iki mektubu benim açımdan değerli kılansa her iki mektupta da bir tür 'edebiyat eleştirisi' yapılıyor olması. Öyle uzun uzun eleştiriler değil bunlar. Belki 'bir ifadelik' dokundurmalar yapılıyor ikisinde de. Fakat Barla Lahikası'nda 'edebiyat' kelimesinin yalnız bu iki mektupta geçiyor olmasından dolayı dikkate mucipler.

Her iki mektubu yanyana koyup okuduğunuzda mezkûr metinlerin mucbir bir sebepten dolayı böyle bir içeriğe sahip olduğunu hissediyorsunuz. Doğaçlama değiller. Yani sanki o günlerde Risale-i Nur metinlerine 'edebî olmadıkları noktasında' bir eleştiri yapılmış ve bu talebeler de Üstadlarının metinlerine yapılan eleştiriyi üzerlerine alınmışlar gibi. (Bu, Bediüzzaman'ın talebelik hassalarından olarak saydığı 'Sözler'i kendi malı ve telifi gibi hissedip sahip çıkma' perspektifinden anlaşılır bir tavırdır.) Peki bu eleştiriyi yapanlar kimlerdir? Doğrusu cevabını henüz bulamadım. Ancak yakın zamanda karşılaştığımız, İhsan Fazlıoğlu ve İsmet Özel gibi önemli isimlerden gelen 'edebiyat merkezli' tenkitler, seleflerinin Barla Lahikası'nın oluşum sürecinde de bulunabileceğini düşündürüyorlar.

Ben şimdi bu iki mektuptan birincisinin, yani Hulusi abiye ait olanın, bana sunduğu deva hakkında konuşmak istiyorum. Bu mektubu ilk okuyuşumun üzerinden on yıldan fazla bir zaman geçti. Bu tesiri ve devayı bana ilk okuyuşta mı sundu? Emin değilim. Fakat bu okuyuşlardan birisinde beni yazmakla barıştırdığını hatırlıyorum.

Peki edebiyat eleştirisi içeren bir metin insanı yazmakla nasıl barıştırır? Bu sorunun cevabını vermeden evvel, yazıyla haşir-neşir olan pekçoğunuzun da  yaşadığını tahmin ettiğim, bir halet-i ruhiyeden bahsedeceğim. O halet de şudur ki: İnsan, 'edebiyat' ve 'belagat' arasındaki nüansı anlamadığı sürece, sanat endişesi yazmanın/anlaşılmanın önündeki engel konumundan kurtulamıyor. Yani yazılanın sonu gelmeyen bir 'ahsenden ahsen/daha daha güzel' derinliğine sahip olması ve sizin bu 'daha daha güzel'deki 'daha' şehvetinden kurtulamayışınız, kaleminizi yazamaz hale getiriyor.

Yaşanılan, sahibini azar azar tüketen, tuhaf bir tür hırs/hased aslında. Ve bilinir ki: Hırslar ve hasedler çıkması hiç bitmeyen bir merdivenler gibidir. Neye ulaşsanız hep bir fazlası olur ve bu bir fazlası, bir eksiğini elde etmenizin de (onunla mutlu olabilmenizin de) katili olur. Mürşidim bu 'bir fazlasının bir eksiğini katletmesi' meselesine şöyle işaret eder: "Ey talib-i hakikat! Madem hakta ittifak, ehakta ihtilâftır. Bazan hak, ehaktan ehaktır. Hem de olur hasen, ahsenden ahsen." Yani ulaşabildiğin hasen, elde edemediğin ahsenden ahsendir. Kavuştuğun güzel kavuşamayacağın 'daha güzelden' daha güzeldir. Çünkü gerçektir. Gerçek, hayalle yaptığı maça, somut oluşu (veya ulaşılabilirlik) açısından bir sıfır önde başlar.

Evet. Ehline malumdur. Yazmanın bidayetinde en büyük kavgalar 'yazıp yırtmalar' üzerinden yaşanır. Neden? Çünkü yazıyorsunuz fakat aynı zamanda da yaşıyorsunuz. Yaşarken olduğunuz yerden daha ileride bir yerde bitiriyorsunuz hayatı. Hareket ediyorsunuz. Yaşamak 'ben'ler arası bir yolculuktur. Bu yolculuk hiç bitmiyor. Ve hiçbir yazınızı, işte tam da bu sebepten ötürü, aynı kişi olarak okumuyorsunuz ikinci seferinde. Her yazdığınızdan, son noktayı koyduğunuz andan itibaren, uzaklaşıyorsunuz.

Bu uzaklaşma, ikinci buluşmada oradaki bazı ifadeleri garipsemenize neden oluyor. "Böyle de olmaz ki canım!" diyerek tashihe girişiyorsunuz. Tashih yetmiyor. Baştan yazıyorsunuz. Eskisi 'artık iflah olmaz' gelince yırtılıp çöp kutusunu boyluyor. Yeni birşey başlıyor sıfırdan. Fakat o sıfırdan başlayış da sonsuzun karşısında bir hiç. İnsan ayine-i bâki olması hasebiyle değişime doymuyor. Bir değiştiriyor. Yetmiyor. Bir daha değiştiriyor. Yine yetmiyor. Çünkü kendisi de sürekli değişiyor binbir esmaü'l-hüsnanın tecellileri karşısında. Rabbülâlemin olan Allah'ın marifetini kendi küçük âlemimize sığdırmamız, Ârş-ı Âzâm sahibini kendi kalbî ve küçük arşımızda tastamam misafir etmemiz mümkün değil, sınırlıyız. Bu sınırlar gölgesinde herşey mertebeler kazanıyor. Bu hudutlar sayesinde 'daha güzeller' ortaya çıkıyor. Ve bu 'daha güzeller' hiç bitmiyor. Eğer kusurlarınızla barışıp 'parça kalmaya' razı olmazsanız.

İktisat, kanaat, şükür gibi kavramlar, bir yönüyle de 'daha fazlasını isteme' güdümüzün bizi mecnun edeceğini farkedip 'istikametli bir haddini bilme' halini almamızı ifade ediyorlar. Evet. Elhamdülillah. Tam bu noktada ahseni terkedip hasen olmayı kabul ediyoruz. Daha iyiye 'dair' olmayı 'daha daha iyi' olmaya tercih ediyoruz. Sahip olmaktansa dahil olmayı seçiyoruz bu perspektifte.

İhlas temalı yazılarımı okuyanlar hatırlarlar: Ben ihlası da 'sahip olma'dan 'dahil olma'ya geçiş olarak görüyorum. Yani bütünün sahibi/hâkimi olmayı terkedip onun içinde küçücük (bir an-ı seyyale kadarcık) olsun yer tutmayı yeterli görmek ihlasın başlangıcı, amacı ve sonucu. İhlaslı olan; öne çıkmak, ilk anılmak, hep anılmak, hep görünmek, önce görünmek istemiyor. İhlaslı olan vazife zamanı öne çıkmayı ama ücret zamanı kendini geri çekmeyi seviyor. Ve yine ihlaslı olan, kendi adına varolmayı değil, Cenab-ı Hak adına varolmayı seviyor. Fenafillah dediğimiz sır biraz da bu. Hakkın hatırını diğer bütün hatırlardan âli tutma. Buna kendin de dahil.

Yazmakla ilgisine geleyim: Belagat ve edebiyat arasındaki nüanstan bahsettim yazının giriş kısmında. Bunu ilk kez Kenan Demirtaş abiden dinlemiştim. Belagat, muhatabın ve mukteza-i halin de dikkate alındığı, daha doğrusu mektubun manasının zarfından/kağıdından daha kıymetli olduğu bir alana tekabül ediyor. Belagatta mesajın doğru şekilde nakli sanatına kıyasla daha bir odak noktasında. Fakat edebiyat sözün sanatına konsantre olmuş durumda. Sözün sanatlı olmasını muhataba ulaşmasından daha ehemmiyetli buluyor. Zaten muhatabı da sözden sonra, ikincil derecede nazar-ı dikkate alıyor. Bu yüzden belagat edebiyattan daha kapsamlı ve külli bir alana tekabül ediyor.

Yine mesela Kur'an'ın belagatinden sözedilir. Ama Kur'an'ın edebiyatından sözedilmez. Çünkü kelamullah bir tür tenezzül-ü ilahîdir. Hak Teala kullarının seviyesine göre konuşmuştur onda. Tenezzül-ü ilahî bu açıdan da bize büyük bir ders veriyor. Kudreti herşeye yeten Allah, bizimle, 'bize göre' değil de azametine göre, tabir-i diğerle, şan-ı Uluhiyetinin edebiyatı ile konuşsaydı nasıl onu anlayabilirdik? Hz. Musa'nın (a.s.) kıssasından da ders alıyoruz ki, insan için tahammülü mümkün olmayan ve 'bütün lisanların gücüne sahip' bir beyandır onunkisi.

Hulusi abinin mektubuna geri dönelim. Orada şöyle söylüyor Hulusi abi Risale metinlerine dair: "Kimin haddidir ki bu Nurlarda yanlışlık bulsun. Evet, bazı ibareler belki edebiyat denilen şeye tam muvafık düşmüyormuş. Bunda da isabet var. Çünkü edebiyat satılmıyor, Kur'ân'dan nurlar gösteriliyor. Bu fakir kardeşiniz bu Sözler'i okuduğum zaman Üstadımı temsil eder bir hal alıyorum. Tâbiratınızla, şivenizle okumak bana o kadar zevkli, lezzetli geliyor ki, tarif edemem."

Burada Hulusi abinin Risale-i Nur'u edebiyattan öte görmesi, bir yönüyle edebî olanın ihlasa muvafık düşmeyen kusurlarından da bir tenzih içeriyor sanki. "Edebiyat satılmıyor..." derken söylemek istediği bu. Bediüzzaman, elbette kelam ederken tedris ettiği ilimler çerçevesinde mesajının sıhhatine dikkat ediyor, fakat ondan ötede lafızların ve ibarelerin sanatlı oluşuna, hele çok sonraları öğrendiği bir lisan olan Türkçede eser yazarken, daha edebî ifadeler kullanmaya dikkat etmiyordu. Süsle değil hakikati olduğu gibi sağlıkla beyan etmeyle işi vardı onun. Yani aradığı belagatti. Muhatabına ve mukteza-i hale uygun söz söylemekti. Bu, onu metnin sahibi değil, mesajın parçası kılıyordu. Ve bu, metne özensizlik değil, aslonanın bu metnin kendisi olmadığını farkedişle asla gösterilen bir özendi.

Bana gelelim. Bu metin beni yazmakla nasıl barıştırdı? Ben, bu mektubu okuyana kadar yazdıklarını çok yırtıp atan, çok silip yeniden başlayan biriydim. Bu mektubu mezkûr perspektifle farkettikten sonradır ki aslolanın ben veya metnim olmadığını anladım. 'Edebiyat satmayı' bıraktım.

Ondan sonra kalemimden çıkanlara karşı tavrım şöyle oldu: Yazdığıma bakıyorum. Genel olarak vermek istediğim mesajı taşıyorsa, üzerine artık düşmüyorum, silip silip tekrar yazmıyorum. Onu resmin kendisi gibi değil de işaret ettiği şeyin parçası olarak tahayyül ediyorum. "Bunu başardığı sürece de işini yapmış sayılır!" diyorum. Kusurlu olmaktan sahibi kurtulmamış ki metni de kurtulsun!

Kolay anlaşılmak. Açık olmak. Kendinden ötede birşeyi göstermek. Aynanın hüneri budur. Bütünü gösterebildiği ve bütüne uyduğu sürece parça başarılıdır. Neden yazdıklarımızı yırtıp yırtıp yeniden yazıyoruz? Çünkü kendimizi ve metnimizi mesajın aslı sanıyoruz. Hayır, biz mesajın ancak parçasıyız. Kalıcı değiliz. Bir an-ı seyyale gölgesinde varolsak yeter. İşaret etsek yeter. Allah şahit olsa yeter. İnsanın herşeyde olduğu gibi yazmakta da işini zorlaştıran kendini kendinden büyük birşeyin yerine koyması. Ve taşıyamaması. Evet. Bu noktadan hareketle Risalelerin dilini edebiyat endişesiyle eleştiren hocalarımıza şöyle diyebiliriz sanırım: Biz edebiyat satmıyoruz. Biz hakikat aktarıyoruz. Kovanımızdaki kırık balımıza zarar vermez. Çünkü lazım-ı mezhep mezhep değildir.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
2 Yorum